Ayşe'nin gözlüğü

Ayşe ARMAN
Haberin Devamı

Ölmeden önce bir kere

Çok sevdiğim bir arkadaşımın düğününde tanışmıştım onunla.

Arkadaşımın büyük teyzesiydi. Anadolu yakasındaki yalısında tek başına oturuyor, pek sokaklara filan da çıkmıyordu. Ama işte küçük yeğeninin mürüvvetini görmeye gelmişti! Sürekli espriler yapıyordu. Dünyanın en komik kadınıydı. Ve tam seksen yaşındaydı. Beyaz saçları bir taç gibi başını çeviriyor, kulak hizasına doğru hafif kıvrılıyordu. Şeffaf tenindeki yılların biriktirdiği çizgiler, bir nehrin ana kolları halinde aşağıya doğru iniyordu.

Ama gözleri...

Gözleri felfecir okuyordu.

Ve insana ‘‘Seksen yaşında bir kadının gözleri, böyle olabilir mi?’’ dedirtiyordu. O gözlerde müthiş bir gençlik vardı. Hiç kimsenin ulaşamayacağı kadar ‘‘ebedi gençlik’’. Ebedi gençlikle edebi bilgeliğin karışımı nasıl olur tahmin edebiliyor musunuz?

Etmeyin, ben anlatacağım.

O işte aynen böyleydi.

* * *

Düğünden konuşuyorduk.

‘‘Sen evlenmeyi düşünüyor musun?’’ diye sordu bana.

- ‘Ölmeden önce mutlaka bir kere evet‘ dedim.

Güldü.

- ‘Peki böyle bir düğün mü yapacaksın?’

- ‘Asla’ dedim.

Ve ekledim:

- ‘İnsan iyi dans edemiyorsa hiç etmemeli, en azından düğün starı olmamalı, Ben bu şartlar altında olamam, dolayısıyla klasik bir düğün istemiyorum.’

‘‘Belli bir nedeni var mı?’’ diye sordu bana.

‘‘Olmaz mı’’ dedim, ‘‘tabii ki bencilliğimden istemiyorum. Benden daha iyi dans edebilecek kadınların olduğu yerde kendi düğünümün starı ben olamam ki, ikinci dereceye düşerim, o yüzden kokteyli tercih ederim. Varsın ayakta dikilsin, birbirlerine gülümsesin, gelinin ne kadar güzel olduğunu konuşsunlar, hakkımda yapacakları kötü dedikodulara bile razıyım.’’

Güldü.

- ‘Peki çocuk?’

İşte şimdi yarama tuz serpti.

- ‘Valla isterim, hem de çok isterim, çocuksuz bir hayat düşünemem’ dedim.

Bu sefer daha içten ve gevrek kahkahalarla güldü.

Ebedi gençliğinin edebi bilgeliğini yüzüme vurdu:

- ‘Çocuk içine düşer kanını emer, dışarı çıkar büyür seni üzer, ölürsün mirasını yer!’

Haydi buyrun...

* * *

Aynı anda hızlanıveren müziğin ritminin eşliğinde oturduğu yerde dans etmeye başladı. Gözlerinin içi gülüyordu.

- ‘Ben çok güzel dans ederim’ dedi.

Elli yaş daha genç olsaydı, sadece gözlerini değil her tarafını kıskanabilirdim.

Tuhaf!

Yine de o hayat sevinci, o hayata bağlılık beni mutlu etti.

- ‘Ben Atatürk'le de dans ettim biliyor musun, kocam çok kıskandı’ dedi.

- ‘Yaaaa’ dedim.

Ve düşünmeye başladım:

Hiç şüphe yoktu ki güzel dans ediyordu ve yine hiç şüphe yoktu ki, dans etmek bisiklete binmek gibi unutulmayan bir şeydi, yani o yetenek, o beceri hâlâ seksen yaşında bir insanın içinde ve hafızasında sapasağlam duruyordu.

Değişen tek şey vardı, o da bedeni.

Ne acı ki, seksen yaşındaki o bedeni içinde muhafaza ettiği o beceriyle sahneye çıkarsan kimse bakmaz, baksa da gülümseyerek, anlayışla karşılayarak izler. Ama o beceriyi al, aynı bedeni elli yıl geriye götür sahneye çıkart, herkes başka türlü bakar.

Birden bu durum bana çok acımasız geldi.

Büyük haksızlık.

Onun beden yaşı ile beyin yaşı birbirini tutmuyordu.

Hayatın en acı verici çelişkilerinden biri, beynin istiyor, ulaşmaya çalışıyor ama bedenin beyninin isteklerine, emirlerine cevap veremiyor.

Ama o istek, o beceri, o yetenek senin içinde duruyor.

Seni kavurup, yakıyor.

Bedeninse boynu eğik ya da yağlar içinde hantallaşmış bir vaziyette, bir köşede ayakta cezaya duruyor.

* * *

Burada insana acı veren ne?

Ben de mi böyle olacağım, korkusu.

Bencilce, ileri yaşlarında hâlâ var olacağına inandığın becerilerinin, kısacası yaşam sevincinin bedenin tarafından ihanete uğratılmasından ürkmek.

Son zamanlarda buna takmış vaziyetteyim.

Bir çözüm olmadığını biliyorum ama küçük beynimle bulabildiğim bir tek çözümcük var: O da sürekli bir 27'liğin yapması gereken, yapabileceği her şeyin listesini yapıp, geç olmadan onları hayata geçirmek. Çünkü biliyorum ki, insanoğlu öyle bir yaratık ki, hep daha vakti olduğunu, ileriye erteleyebileceğini zannediyor.

Halbuki yalan.

Bu umutsuz olmak, karamsar olmak anlamına gelmiyor ama bir gün bir bakıyorsun ki, geç olmuş, vakit kalmamış ya da takat!

Vaktiniz va takatınız varken yaşayabileceğiniz her şeyi yaşayın.






 








Yazarın Tüm Yazıları