Antibes’deki tek Türk

Kâdim dostum, sinemacı, kameraman Cengiz Tacer çok uzun yıllardır Paris’te yaşıyordu.

Şimdi Antibes’e yerleşmiş. Antibes, Nice ile Cannes arasında bir yerde. Balkon ve teraslarında yapay bahçeler vardır. Televizyonculuk yaptığım sırada, 25 yıl önce, Cannes Film Festivali’ne giderken Antibes’ten geçerdim.
Dostum Cengiz Tacer iki ay önce Antibes’e yerleşmiş. Sabaha karşı saat 03.26’da gönderdiği elektronik mektupta “Ben de buradaki tek Türk’üm. Burada daha şiir günleri düzenleyemedik, ama olsun, bilesin ki burada seni karşılayıp bağrına basacak, yatağını özenle yapıp Provence şaraplarıyla uzun sanat konuşmalarına yalnızca Ağustos böceklerinin eşlik ettiği bir dostun ve evin var” diyor.
Yani beni Antibes’e davet ediyor. Tahminime göre Mart 2005’te görüşebileceğiz. Bir terslik olmaz ise. Çünkü Mart 2005’te epeyce dolaşacağım Fransa’da Nice-Marsilya-Montpellier, Nîmes-Avignon yörelerinde... Gazete yazarı olmadan önce boğa güreşlerine bile giderdim.
Cengiz, Antibes’in tek Türk’ü olduğunu yazıyor ama komşuları Nice’te, Cannes’da, Monté Carlo’da kalabalık bir Türk nüfusu olduğunu biliyoruz.
***
Pazartesi günü, “Bizi dinlemeye henüz kimse gelmemişti” diye yazmıştım, Lodeve’li Türk Cevat Kızılkaya ile ilgili yazımda. Ama konuşma başlamadan Casablanca Avlusu ağzına kadar doldu. Oturan kadar ayakta dinleyenler de vardı. Çevre yerleşim yerlerinden gelmişlerdi. Aralarında bir ABD’li yazar ve bir Holanda parlamentosu milletvekili bayan da vardı.
Edebiyat ve şiir konuşmaları sona erince, dinleyicilerden hiçbiri, bu konuda soru sormadı. Sorular hep politikti ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmeye aday olmasıyla ilgiliydi.
Adının sonradan Bernard Mazo olduğunu öğrendiğim,1950 ve 60’ların Fransız sinema oyuncusu Eddie Constantin’e benzeyen Fransız yazar, kendisinin, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini çok arzu ettiğini ama Türkiye’nin girmeye hazır olup-olmadığını benim ağzımdan duymak istediğini söyledi.
***
Ben de yanıtıma “Avrupa ve Fransa hazır mı?” sorusuyla başladım. “Niyetleri bir yana bırakalım, dedim, iki taraf da bu işe gerçekten hazır değil. Avrupa sadece Türkiye’nin nüfusuyla, bu nüfusun Avrupa’yı işgal edeceği kuşku ve korkusuyla ilgili. Gerçekten de 70 milyonluk bir Türkiye, Avrupa Birliği’nin hazmedemeyeceği kadar büyük, ağır ve hacimli. Ama size şunu söyleyeyim. Şu andaki Avrupalı Türk nüfusu kadar göç olur, daha fazlası gelmez buralara on yıl içinde. Üç milyonluk bir nüfus. Avrupa önümüzdeki 10 yıl içinde zaten bu nüfusun iş gücüne ve emeğine muhtaç. Avrupa karar vermek zorunda: Bu nüfusu yabancı göçmen-işçi statüsünde mi istiyor yoksa sınırlı olsa da dolaşım hakkına sahip Avrupa Birliği vatandaşı olarak mı? Çünkü 2050 yılında, Atlantik’ten Urallara kadar Avrupa’nın nüfusu 150 milyon azalacak. Bu azalma, Avrupa sanayiinin, tarımının, hizmet sektörlerinin, sosyal sigorta ve güvenlik sistemlerinin çökmesi anlamına gelir. Bu gerçeği AB hükümetleri biliyor ve bir gün halklarına itiraf etmek zorunda kalacak(lar).”
***
Türkiye de AB’ye girmeye hazır değil! Anayasa’yı değiştirmekle, yasaları Avrupa Birliği normlarına uydurmakla olmaz. Kadınlarımız sırtlarında odun taşıdıkları sürece; Doğulu ve Güney-Doğulu vatandaşlarımız “Avrupa Birliği’ne gireceyik diye töre cinayeti işleyip namusumuzu korumaktan vaz mı geçeceyik?” öfkesiyle dünyaya çıkıştıkları sürece Avrupa Birliği’ne giremeyiz.
Henüz vergi ve yargı düzeninden, tarım, sanayi ve ticaretten, temizlik malzemesinden, sabundan, sudan, tuvalet kağıdından, diş macunundan, ağız ve ayak kokusundan, kızların okumasından, başlık parasından, aile düzeninden söz etmedik. Ve daha nicelerinden.
***
İspanyol yazar José-Maria Alvarez sordular “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?” diye.
José-Maria Alvarez yanıtladı: “Kuzey ülkelerini saymıyorum bile, Akdeniz’de Türkiye bize İtalya’dan çok daha yakındır.”
***
İşler çok karışık: Kararı hükümetler mi versin yoksa halklara mı sorulsun? Siz ne dersiniz, sizce halklara sorulsun mu?
Yazarın Tüm Yazıları