40’ında bir kadının ardından

Bugünlerde Türkiye sırtımda, taşıyamayacağım kadar ağır bir bagaja dönüştü. Giderek sunileşen bir muhafazakârlık içimi daraltıyor. Allah’tan böyle zamanlarda sığınabileceğim hayali adalarım var. Aslında gerçek isimleri var. Ama benim için onlar, adını benim koyduğum adalar

Haberin Devamı

/images/100/0x0/55ea7e95f018fbb8f883a66cİnsan böyle bir yerde Haris Aleksiu dinler değil mi?
Hayır, öyle değilim... Bugünlerde sadece Jacqueline du Pré dinliyorum.
42 yaşında ölmüş bir kadını düşünüyorum.
Bir kadın, hayatının en güzel yıllarında nasıl bırakıp gider her şeyi?
Kendine mi ihanet, yoksa bir erkeğe mi?
Haydn ve Boccherini dinliyorum.
Dinledikçe daha derinlere dağılıyorum. İçinden çıkamıyorum.

ÜLKE TAŞIYAMAYACAĞIM BİR BAGAJA DÖNÜŞÜYOR

Bir yerlerde okumuştum. Çello, insan sesine en yakın enstrümanmış.
Ertürk gemisi Çeşme’yi geride bırakıp Ege’ye açılıyor.
Bugünlerde Türkiye sırtımda, taşıyamayacağım kadar ağır bir bagaja dönüştü.
Giderek sunileşen bir muhafazakârlık içimi daraltıyor.
Her şeyi geride kalan şu sahilde bırakıp, kaçıp kurtulmak istiyorum.
Bunalımlı bir halim var.
Saatte 30 mili hıza ulaşan rüzgâr, içimdeki sıkıntıyı azaltıyor. Üşütmeyen rüzgâr beni yine Hemingway’e çeviriyor.
Allah’tan böyle zamanlarda kaçıp sığınabileceğim hayali adalarım var. Aslında onların gerçek isimleri var. Ama benim için onlar, adını benim koyduğum adalar.
Sakız’a gidiyorum. Mastikayı, damla sakızını keşfetmeye...
Yolculuğum “Allah’ın gözyaşlarına...”
Hayatımda yurtdışına ilk kez 23 yaşımda çıktım. Uçağa da o yıl bindim.
O yaşıma kadar benim için ‘sınırların ötesi’, geceleri ışıklarını seyrettiğim iki adaydı:
Samos ve Kios...
Başucunda ‘İki Çocuğun Devrialemi’ ve ‘Kon Tiki’, denizaşırı maceraları anlatan iki kitap bulunan bir çocuk için ne kadar küçük bir dünya...
Ama hayallerim çok büyüktü.
O iki adanın karşısında otururken, Karayip Korsanı Kaptan Jack Sparrow’un o harika cümlesini, daha hiç yokken sanki ben icat etmiştim:
/images/100/0x0/55ea7e95f018fbb8f883a66e“Şimdi ufuklar benim...”
Jacqueline du Pré, içimdeki bozgunu, kabullenmenin huzuruna çeviriyor.
Bir başka dibe vuruşun yarasını daha, ölmüş bir kadın sarıyor...
Sakız adasının silüeti, binalardan ve insanlardan oluşan bir hakikate dönüşürken, yarım asırdır uzaktan seyrettiği bir adaya ilk defa ayak basıyorum.
Hayret...
Ben bu adayı çok önceden görmüşüm...Çocuk hayallerimle karşıdan çizdiğim evler, yollar, dükkanlar...
Hepsi yerli yerinde...
Bilemediğim tek şey, sakız ağacı...
Ambalajı, babamın matbaasında basılan İnci çikletlerinden; İzmir’in sütlaçlarından, kazandibilerinden tanıdığım mastika’nın ağacını nedense hayalimde çizememişim.

Haberin Devamı

ÜŞÜTMEYEN RÜZGÂRLA O LİMANA DÖNÜYORUM

Haberin Devamı

Dönüşte yine Jacqueline du Pré dinliyorum.
Tam karşılarda bir yerde, Urla’da doğmuş bir şair, Seferis, “Bir başka limana giderim” diyordu.
Üşütmeyen rüzgar içime yeniden dolarken, gidecek başka hiçbir limanımın olmadığını anlıyordum.
Ama o olağanüstü dizeler insan ruhunun demir kanunu gibi önümde duruyordu:
“Döndüm ki; döndüğüm yerde değilim...”

ALLAH’IN GÖZYAŞLARINI ELLERİMDE HİSSEDİYORUM

Rumcası ‘mastika’ olan damla sakızı bu adanın efsane ürünü. Türklerin adaya ‘Sakız’ adını vermeleri bile bunu göstermiyor mu?
Sakız ağaçları, adanın güney tarafında toplanmış. ‘Mastikoria’ adı verilen köylerde üretiliyor. Buranın halkına göre, ancak dar bir bölgede, sadece buraya ait volkanik bir arazide yetişiyor.
Böyle olunca, hurafelerele de çok açık bir bitki haline geliyor. Adanın çok dindarlarına göre, ağaçtan elde edilen damlalar, aslında Allah’ın gözyaşları...
Çok eskiden bir aziz anakarada yapılan baskılardan kaçıp bu bölgeye yerleşmiş. Damla damla akan sakız, Allah’ın, bu azizin çektiği acılara döktüğü gözyaşlarıymış.
Hiç kuşkusuz botanik bilimi bu damlaları çok iyi açıklıyor. Ama sakız damlalarının nasıl elde edildiğini yerinde görünce, insan şunu düşünüyor.
Bunlar Allah’ın azize mi, yoksa bunca çileyi çeken ağaca mı döktüğü gözyaşları...

Haberin Devamı

ALTIN ÇIKARMAKTAN ZOR BİR ZANAAT

/images/100/0x0/55ea7e95f018fbb8f883a670Sakız, orta boy bir ağaç. Küçük ve sık yaprakları var. Gövdesi, yerden yarım metre kadar sonra, ikiye, üçe ayrılıyor.
Yılda bir kere ürün alınıyor. Her şey, yılın bugünlerinde başlıyor.
- Önce ağacın altına düşmüş kuru yapraklar ve toz toprak uzun saplı malalarla temizleniyor.
- Ortaya çıkan toprak, ucu keskin kısa saplı spatulalarla kazınarak iyice temizleniyor.
- Bunun üzerine kili andıran, beyaz renkli karbonat tozu serpiliyor. Böylece ağacın altında yuvarlak bir karbonat örtüsü oluşturuluyor. Bunun nedeni, damlaların kolayca kuruması ve görünebilmesi.
- Sonra ağacın gövdesi, tornavidaya benzeyen bıçaklarla, en alt kısmından başlayarak, neşterle yarılır gibi çiziliyor.
- Daha o an kesik yerlerden yoğun bir sıvı görünmeye başlıyor. Ancak sıvının yerdeki karbonat örtünün üzerine düşmesi epey zaman alıyor.
- Bir veya iki hafta sonra, ağacın biraz üstündeki bölge çiziliyor. Buna ‘niniasma’ deniyor. Böylece ağacın bir, bir buçuk metre yukarısına kadar çentikler atılıyor. 20 çentikle başlayan işlem 200 çentike kadar devam ediyor. Daha yukarılara geçilmiyor.
- Sonra yerdeki sakız damlalarının toplanma süreci başlıyor. Toplama işlemi gece yapılıyor ve sabah güneş doğmadan bitiriliyor. Çünkü güneş çıktığında yerdeki damlalar yumuşuyor ve alınırken, karbonatla karışma ihtimali doğuyor.
- Damlaların bir kısmı küçük bir kısmı yassı ve büyük. Yassı ve büyük olanlara ‘pide’ deniyor. Damlalar tek tek toplanıyor.
- Toplayıcıların büyük bir becerisi var. Onları yerdeki taş parçalarıyla karıştırmıyorlar.
- En sonda ikinci toplama aşaması başlıyor. Yerde sonradan dökülen yapraklarla, tozla karışan damlalar çok ince gözenekli bir eleğe konuyor. Tıpkı altın arayanların yaptığına benzer bir işlem yapılıyor. Eleğin içindeki tozlar elle alınıp yukarı doğru savruluyor. Damlalar eleğe düşüyor. Çok ince karbonat gözeneklerden aşağı kayıyor.
- Durun iş burada da bitmiyor. Toplanan  damlalar, birer elmas parçası gibi tek tek elden geçiriliyor. Bazılarının üzerinde lekeler varsa, kadınlar bunları ucu çok ince şişlerle tek tek temizliyorlar.
- Bütün yapılanlara bakınca, bu damlaların aslında kıymetli birer taş olduğunu hissediyorsunuz. Bir ağaçtan ortalama 200-300 gram damla alınıyor. Bir kiloya kadar ürün alınan ağaçlar da varmış.

Haberin Devamı

KANLI ELMAS VAR AMA KANLI MASTİKA YOK

Mastika, çok kıymetli bir ürün. Adada her yıl üretilen damla sakızı 150 bin kiloyu buluyor. Türkiye, damla sakızının en büyük müşterilerinden. Yılda 20 bin kiloya yakın damla sakızı tüketiliyor. Bunun 10 bin kilosu normal, geri kalan kısmıysa kaçak yollardan giriyormuş.
Ada, Osmanlı yönetiminden ayrıldıktan sonra, Afrika’daki ‘kanlı elmas’ gibi, burada da üreticileri sömüren bir tür ‘kanlı mastika’ dönemi yaşanmış. Daha sonra üreticiler bir birlik altında toplanmışlar. Ürünün büyük bölümü bu birliğe gidiyor.
Birlik, damla sakızını işlemek üzere fabrikalar kurmuş. Ayrıca ‘mastikashop’ adı altında dükkânlar açmış. Sakız Adası dışında Atina’da, Londra’da şubeleri var. Yakında İstanbul’da, Caddebostan semtinde ilk butiklerini açacaklar.
Damla sakızı benim için, ciklet ve sütlaç gibi tatlılarda kullanılan bir ürün. Ancak bu dükkânları gezdiğimde kullanıldığı çok geniş bir yelpazenin var olduğu gördüm. Kahveden, tatlılara, reçellere, cilt bakım ürünlerinden, diş macununa kadar çok geniş bir alanda kullanılıyor. Tabii bundan yapılan mastika adlı likörü da unutmamak lazım.
Akşam bu dükkânların açılışının onuncu yılı dolayısıyla düzenlenen bir yemeğe katıldım. Yemeklerin hepsi, damla sakızıyla hazırlanmış.
Sakız, turistik bir ada değil. Yunanistan’ın
en büyük armatörleri bu adadan çıkmış. Fazla turist gelmiyor ama adanın gelir düzeyi çok yüksek. Tabii bunda mastikanın ve gemi ticaretinin büyük rolü var.

 

Yazarın Tüm Yazıları