Yeşil yolculuk

İstanbul sıcaktan kavrulurken ben soluğu Karadeniz'in yemyeşil yaylalarında aldım. Sürmene'nin bıçağı, Çayeli'nde Hüsrev'in kuru fasulyesi, Fırtına Deresi'nin uğultusu derken Kaçkarlar'ın eteklerinde yazın üşümenin keyfini çıkarttım.

Anlaşıldı ki bana bu yaz dur durak yok...Lanet olası leylek. Onu uçarken gördüğümde bol bol gezeceğim diye sevinmiştim. Ama bu kadarını da beklemiyordum. Birinin yorgunluğunu atamadan bir diğeri başlıyor... Bu sefer rotamda Karadeniz yaylaları vardı. Bir belgesel çekimi için kameraman arkadaşım Cengiz Özkarabekir ile Rize'ye doğru yola çıktığımda, İstanbul alev alev yanıyordu. Bu geziyi bir kaçış olarak kabul ettim. Yemyeşil yaylaların düşüncesi bile beni heyecanlandırdı.

Yapımı hızla süren sahil yolunda ilk durağımız Sürmene kazası oldu. Burası bıçaklarıyla ünlüydü. Gerçekten de yıllar önce aldığım mutfak bıçakları, hala ustura gibi keskindi. Sürmene Bıçak Sanayii'nin yetkilileri, ‘meslek sırları’ belli olur gerekçesiyle çekime izin vermediler. Biz de Aydın Şatıroğlu ustanın çakı imalathanesinde çekimleri yaptık. Aydın usta bıçakçılığın Sürmene'de 100 yıllık bir gelenek olduğunu, geçen zaman içinde bıçak ustalarının sayısının azaldığını, bugün 5-6 kişinin bu işle uğraştığını anlattı.

Bu çekimler sırasında hamsinin bir başka kullanım alanını da öğrendim. Aydın usta çakının çeliğini yumuşatma işlemini, su yerine hamsi yağı ile gerçekleştiriyordu. Belki de bizden saklanan ‘sır’ buydu. Sürmene bıçağının kalitesinin ardında da her derde deva hamsi vardı.

Sürmene'den sonra belleğimdeki görüntüleri güncelleyerek kıyı kıyı Rize'ye doğru ilerledik. Bulutlar Gürcistan'a doğru kovalamaca oynuyordu. Bu yüzden Karadeniz'in rengi alacalı bulacalıydı. Kah mavi, kah lacivert, kah duman grisi... Of'tan sapıp, Çaykara üstünden Uzungöl'e tırmanmaya başladık.

UZUNGÖL TEHLİKEDE

Çaykara'dan sonra yol ıssızlaştı. Köpük köpük akan derenin sesi tüm lüzumsuz gürültüleri bastırdı. Yeşilin tonları belirginleşti, kırık dökük köprüler, varageleler görüntüye girdi. Zirveleri beyaz minareler, çay terasları, tahtaları kararmış konaklar süsledi... Yani gerçek Karadeniz kendini gösterdi.

Uzungöl’e doğru yağmur çiselemeye başladı. Gölü görünce birden 10 yıl öncesine gittim. Bayburt'tan, Soğanlı Dağları'nı aşarak geldiğim Uzungöl'de, akşam haberlerinde Sivas olaylarını öğrenmiş, televizyonda Madımak Oteli'nin cayır cayır yanışını dehşetle izlemiştim. Tam on yıl sonra aynı gün yine aynı yerdeydim. Gölü kuşbakışı görmek için dağa tırmanırken, yağmur damlaları büyüdü. Ayaküstü sohbet ettiğim çevre sakinleri, zehirli bir otun gölü sarmaya başladığını, önlem alınmazsa ölümün kaçınılmaz olacağını, bu muhteşem görüntünün bir bataklığa dönüşeceğini söylediler.

Uzungöl'ü arkada bırakıp, Soğanlı Dağları'na tırmanan bozuk yolda ilerlemeye başladık. Zirveye doğru çıkarken, uçsuz bucaksız uçurumları, çiçeklerle bezenmiş yaylaları tekrar göreceğim için heyecanlanıyordum. Ama olmadı. Bulutlar dağa indi. Her tarafı beyaz bir perde örttü. Uçuruma teğet giden yol görünmez oldu. Dağ sanki yaylalarını bize göstermek istemiyordu. Daracık yolda güç bela manevra yapıp, gerisin geriye döndük. Kameraman arkadaşım Cengiz benim anılarımla yetinmek zorunda kaldı.

HÜSREV'İN FASULYESİ

Of'tan tekrar sahil yoluna çıktık. Vakit öğleyi geçmişti. Cengiz'in ‘karnım acıktı’ yakınmalarına kulağımı tıkadım. Çünkü ona bir sürprizim vardı. İyidere'yi, Derepazarı'nı, Rize'yi geride bırakıp Çayeli'ne vardık. Dünyanın en lezzetli kuru fasulyesinin, buradaki 'Hüsrev' lokantasında piştiğini biliyordum. Bu işe 45 yıl önce, sokakta mangal üstünde tencere karıştırarak başlayan Fahri Hüsrev, fazla ipucu vermeden fasulyesinin neden lezzetli olduğunu anlattı. İspir'in şeker fasulyesini, Vakfıkebir'in nefis tereyağını kullanıyordu. Tepeleme bir tabak yedikten sonra ikincisini yememek için epey zorlandım. Fasulyeler insanın ağzında eriyordu. Şeker fasulyesinin tatlısı belirgin şekilde duyuluyordu. Hüsrev Usta'nın köftesinden de, sütlacından da lezzet damlıyordu.

Duvardaki fotoğraflara, iki kalın defterdeki imzalara bakılırsa, Çayeli'ndeki bu lezzet odağına gelmeyen ‘Türk Büyüğü’ kalmamıştı. Hüsrev Usta ile öpüşüp arabaya binerken, yemeğin miktarını biraz kaçırdığımı fark ettim.

Pazar'ı geçip, Ardeşen'den tekrar sahili terk ettik. Geceyi geçireceğimiz Ayder Yaylası’na doğru gidiyorduk. Solumuzda kavisler çizerek akan Fırtına Deresi'nin suları, geçen yılki gibi öfkeli değildi. Taşları, toprakları, köprüleri önüne katmadan, kendince ‘sakin sakin’ akıp gidiyordu. Bir yandan dolu bir mide diğer yandan sıcak bastırınca, dere kıyısında bir kahve molası vermeye karar verdik. Bir gölgeye sığınıp kahveleri ısmarladık. O sırada kulağıma neşeli kahkahalar çalındı. Köyün çocukları derenin üstüne gerdikleri ipte sallanıp, kendilerini akıntının kucağına atıyorlardı. Yanıma mayo almadığıma üzüldüm. Serin suların beyaz köpüklerine dalıp çıkmanın keyfinden mahrum kaldığıma üzüldüm.

KAÇKAR YOLUNDA

‘Yolcu yolunde gerektir’ deyip tekrar direksiyon başına geçtim. Çamlıhemşin'i geçip Ayder'e doğru kıvrıldım. Ormanlık yolda, bulutlarla oynaşan ağaçları seyrede seyrede yaylaya vardım. Dört yıl öncesine kıyasla yayladaki bina sayısının birkaç misline çıktığını gördüm. Bu gidişle güzelim yaylanın tüm özelliğini yitireceğini düşündüm.

Cengiz çekim için koştururken, ben çimenlerin üstüne uzandım, Fırtına Deresi'nin sesini dinleyip, zirvelerden süzülüp gelen şelalelere bakarak hayaller ürettim... Gece, beyaz bulutların, yeşil tepelerin arasından rengarenk geldi. Yıldızlar gökyüzündeki yerini aldı. Şöminenin karşısında derenin sesini ninni yapıp, derin bir uykuya daldım.

Ertesi gün erkenden Kaçkar Dağı'na doğru yola çıktık. Asfalt bitti, taşlı topraklı bir yol başladı. Bizim araba su kaynattı. ‘Ben kent için yapıldım burada ne işim’ var deyip tırmanmayı reddetti. Onu bir kenara çekip, bizi zirveye taşıyacak bir araba beklemeye koyulduk. Çok geçmeden Ayder ile yaylalar arasında sefer yapan minibüs sökün etti. Fişek ve kurşun kutularının, kavun karpuzun arasına yerleşip yola devam ettik. Uçurumlara baktıkça betim benzim attı. Ha uçtuk, ha uçacağız derken ilk yaylayla birlikte Kaçkarlar göründü.

Meydanlık bir yerde yolcular indi, çocuklar arabanın etrafını sardı, ihtiyarlar el salladı.

Şoför korna çalıp geride kalanlarla vedalaştı, direksiyonu son durak olan Ceymakçur Yaylası’na doğru çevirdi. Bu adın ne anlama geldiğini sordum, birisi biraz tereddütlü ‘tatlı su’ olduğunu söyledi. Hangi dilden geldiğini, kökünü, kökenini kimse bilemedi. Önce inek sürüleri, sonra tek tük evler derken Kaçkarlar tüm haşmetiyle karşımıza çıkıverdi. Yayla, dağın eteğini mekan edinmişti.

TABANCALAR FORA

Yayla görününce minibüs durdu. Şoför dahil üç kişi aşağıya indi. Bellerden tabancalar çekildi. Dağa doğru kurşun sıkılmaya başlandı. Onlar bir atıyorsa dağ beş sesle karşılık veriyordu. Biri susunca diğeri tetiği çekiyordu. Sonra bir genç otomatik av tüfeğinden art arda beş fişek sıktı. Dağ yirmi beş sesle yanıt verdi. Karşı tepelerden de silahını ateşleyip, ‘Hoş geldiniz’ diyenler oldu. Silahlar susunca kulağım bir süre çın çın öttü. Zirveden kopup gelen soğuk rüzgarın uğultusunu ancak dakikalar sonra duyabildim.

Nefesimiz yettiği kadar Kaçkar'ın eteklerinde dolaştık. Karlı zirveleri, çiçekli tepeleri, otlayan hayvanları, oynayan çocukları, bacalardan tüten temmuz dumanlarını, taşı, toprağı, yalnızlığı kameraya hapsettik. Cengiz bunları çekerken ben Fırtına Deresi'ni seyrettim. Onun ne kadar aç gözlü olduğunu gördüm. Yüzlerce dereyi, bir o kadar şelaleyi yutuyor, yine de doymuyordu. O, dağ sularını denize kavuşturan bir aracıydı... Uçsuz bucaksız deryalarla buluşmak özlemiyle yanan cılız dereler, sabırsızlıkla, paldır küldür dağlardan yuvarlanıp, Fırtına'nın köpüklerine karışıyorlardı.

Hava kararmaya yüz tutunca, yaylanın yakınında, bir dere kenarında kamp kurduk. Meydan ateşini yaktık. Sucukları dilimleyip, çubuklara geçirdik. Ayder'den aldığımız peynirleri dilimledik, kan kırmızısı domatesleri dörde böldük. O sırada bir çocuk, sıcak bir mısır ekmeği ile geldi. Ateşimizi gören babası göndermiş. Her şey hazır olunca, derenin buz gibi sularına sakladığım rakıdan birer kadeh doldurdum.

Etrafta ateşin çıtırtısından başka ses yoktu. Sesimizle sessizliği kirletmemek için biz de fazla konuşmadık. Bir avizeyi andıran yıldızlara baktık, karanlığı seyrettik. Uyku tulumunun fermuarını çekerken, dünyanın hiçbir otelinde böylesine keyifli bir gece geçirmediğimi düşündüm.

Ertesi gün arabayı bıraktığımız yere doğru inerken, kendimi zirveye koşa koşa tırmanacak kadar zinde hissediyordum. Karadeniz'in cennet yaylalarında üç günlük kısa yolculuk, yaşam akümün şarj olmasına yetip artmıştı bile.

Eğer yaz aylarında üşüyerek sakin bir tatil düşlüyorsanız yeşil yaylalar sizi bekliyor.
Yazarın Tüm Yazıları