Zeynep Göğüş

Tenten ve Türk imajı

17 Nisan 2010
LOUVAIN LA NEUVE - Tenten çizgi romanlarının çizeri Belçikalı Herge aynı zamanda iyi bir grafik tasarımcısıydı.

Herge adına açılan müzeyi geçen hafta oğlum ve arkadaşı Ayşe ile gezdik. Herge’nin 1927 yılında Moldovan (Moldovalı) marka Türk sigaraları için yaptığı reklam afişini de gördük. Afişte başında fes, papyon takıp smokin giymiş, yakasında kırmızı karanfil bir Türk erkeği resmedilmiş. Türk sigarasını ağızlıkla içen boylu boslu adamın elleri arkadan bağlı, duruşu ise erişilmezliği ve üst sınıfa aidiyeti simgeliyor.

1927 yılında Türk, Avrupalıyla bu imaj üzerinden iletişim kuruyor. 

Bugünkü imajımızı ise deşmeye gerek yok, onu zaten biliyoruz. 

Tenten müzesine dönersek, Cumhuriyet’in henüz dördüncü yılı olan 1927’deki Türk imajı bugünkünden daha Batılı. Fes Batılı olmaya mani değil. Smokinli adamın kafasındaki fes, genç Cumhuriyet’in aslında geçmişle tam bir kopuş olmadığını, devamlık içerdiğini  gösteren bir simge olarak da ele alınabilir.

Yazının Devamını Oku

Lale ve kent kültürü

10 Nisan 2010
BİR keresinde Hollanda’dan kilolarca lale soğanı taşımıştım, asıl ağırıma giden o torba değil de oradan buraya lale soğanı taşımak olmuştu.

Kökeni Altaylara dayanan, milli, mistik ve hatta bir dönem İstanbul halkı için ilahi sayılan bir çiçeğe yıllarca reva görülen zulmü anlamak pek mümkün değil.
Bir yandan İslamcılar, bir yandan da solcular, tarihimizin en incelikli dönemi olan Lale Devri’ni yıllarca topa tuttular. Sonunda ne fakir mahallelerdeki evlerin pencerelerini süsleyen yağ tenekelerinde, ne de hali vakti yerinde sitelerin bahçelerinde lale yetiştirmeyi akıl eden çıkmaz oldu.

Hollanda’ya Osmanlı’dan giden lale dünya çapında bir sektör oluşturdu. Bizde ise sonradan Lale Devri denilen III. Ahmed döneminin gerici bir isyanla çökertilmesi sonucu lale lanetlendi. Oysa her lale mevsiminde İstanbul’da uluslararası bir fuar kurulurdu. İstanbul, ticaretten sanata tüm bölgenin çekim merkeziydi.

80’lerin sonunda lale zevki yeniden canlanıyor derken Semra Özal hem de Hasbahçe’deki bir davette kaplumbağaların üzerine mum dikip dolaştırmaya kalktı.

Yazının Devamını Oku

Peçenin altındaki Avrupa

3 Nisan 2010
TEPEDEN tırnağa örtünme Avrupa değerleriyle bağdaşır mı? Bazı Avrupa devletlerinin burka ya da peçeli çarşafı yasaklama girişimleri Avrupa’nın İslamofobi defterini bir kez daha açtı. Gerçi Avrupa için İslamofobi yeni bir şey değil. Avrupalılar, oldum olası Müslüman’ı elinde kılıçla tasvir ettiler. İslamiyet’in Hıristiyanlıkla karşılaştığı ilk günden itibaren bu böyledir.

Demek ki Fransa’nın Araplarla olan sorunu ortaçağdan beri var. İslam korkusu o dönemin Fransız edebiyatında yer alır.

Haçlı orduları Kudüs’te vahşice katliam yapmış. Benim gözlemime göre Avrupalının bilinçaltına bunun öcünün alınacağına dair büyük bir korku sinmiş.

Entelektüelleri bunun böyle olduğunu bilir ve söylerler.

İslamofobi bugün peçe üzerinden kendini gösteriyor. Kendinizi onların yerine koyarsanız, gerekçeleri anlayabilirsiniz. Burka, çarşaf, peçe, başörtüsü... Avrupalı için bunlar kadın üzerindeki erkek egemenliğinin baskı simgeleri. Hepsinin mantığı kadını “görünmez kılmaya” endeksli. Kadını erkeğin malı olarak gören bir zihniyetin ürünü.

Yazının Devamını Oku

Levrek muhabbeti

27 Mart 2010
<b>BRÜKSEL</b><br>DENİZ levreği mi yoksa çiftlik levreği mi? Deniz levreği suyun üstüne yakın yaşarmış ve yiyeceği yukarda bulduğundan üst çenesi uzun olurmuş.

Çiftlik levreği ise tam tersi, kuma yakın yaşadığından alt çenesi uzarmış. Levreksever bir İstanbullu olarak bu yararlı bilgiyi öğrenmem için ta Brüksel’e gelmem ve Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış için TUSKON tarafından verilen öğle yemeğine katılmam gerekiyormuş.

Sofrada levrek bilgisini aktaran Avrupa Birliği Genel Sekreteri Büyükelçi Volkan Bozkır’a teşekkürler. En ünlü dışişleri bakanlarımızdan İhsan Sabri Çağlayangil’in “ekose etekli levrek” öyküsünü yarım bırakmayıp bir şekilde sürdürmek gerekiyordu. Kaldı ki Talleyrand’dan beri de yemeksiz diplomasi olmaz.

Tabii bunu becerebilmek için de bir tutam monşerlik şarttır. 

* * *

Yazının Devamını Oku

Çiftetelli Türkiko

20 Mart 2010
<b>ATİNA</b><br><br>BARCELONA’dan sonra Avrupa ligi ikincisi olan Yunan basket takımı Marussi’nin oyuncuları THY formasıyla sahaya çıkıyorsa kuşkusuz bunun Türk-Yunan ilişkileri açısından önemli bir mesajı vardır.

İki tarafın ortak müziği sayılabilecek Rebetiko’nun diliyle konuşursak taraflar birbirlerine Sevgi Şarkısı-To tragudi tis agapis- söylemekteler.
Bunun temelleri kolay atılmadı. Yunan bankasının Türk bankasını alması ile harç konuldu. Türklerin paralarını Yunan bankasına emanet eder hale gelmesi anlam yüklüydü. İş ilişkileri alttan alta gelişirken Yabancı Damat faktörü devreye girdi. Sonuç olarak Yunan halkında bundan 5-10 yıl öncesinde bile düşünülmeyecek bir yumuşama var. Özellikle genç kuşaklarda Türk algısının olumluya çevrilmesi “trendy” haline gelmiş.
Atina büyükelçimiz Hasan Göğüş bana yeni yayınlanan Nutuk’un Yunancasını gösterdi. Nutuk’u İstanbul Üniversitesi mezunu, Atina Üniversitesi Türk Bilimleri Bölümü’nden Dr. Maria Mavropulu çevirmiş. Bu arada Prof. İlber Ortaylı Atina sefirimiz Zerrin Göğüş’ün girişimiyle Topkapı Sarayı’nı anlattığı bir konferans verdi. Ortaylı’nın verdiği bazı ezber bozan bilgiler eskiden olsa gerginlik yaratırdı, şimdi ise sadece merak uyandırdı.
* * *
Ekonomik krizin sarstığı Atina’da sokak gösterileri, benzinci grevi gibi eylemlere tanık olduksa da hafta içinde gittiğimiz Rebetiko çalınan taverna ağzına kadar doluydu. Elde tef, insanlar şıkır şıkır oynuyor. En azından batan bir ülke ve perişan insanlar görüntüsü vermiyor Atina. Başbakan Papandreu’nun haklı olarak şikâyet ettiği gibi borçlanma faiz oranlarının fırlaması ekonomik krize karşı alınan önlemlerin hiçbir işe yaramamasına yol açabilir. Brüksel’den yardım yönünde işaret gelmeyince Yunan ekonomisine dönük her türlü spekülasyon devam ediyor. Bu yüzden de Yunanistan’ın geçen sene Romanya’nın yaptığı gibi IMF’den 13-14 milyar dolar alması güçlü bir ihtimal. Bir başka ilginç gözlem Yunan ekonomisini kurtarmanın Almanya üzerinden tartışılması. Fransızlar ve İngilizlerin pek sesi çıkmıyor. Bu da bize AB’de “Gerçek Abi”nin ya da Şansölye Merkel nedeniyle “Abla” da diyebiliriz, kim olduğunu söylüyor. 
Ekonomik krizde Yunanlıların Türklere ihtiyacı var. Her şey iyi gitse Türk pazarı ile işbirliği Yunanistan’ı diriltmeye yetebilir. Papandreu hükümeti Kıbrıs konusunda adım atmıyor. Oysa Atina için Kıbrıs’ta çözüm geçimsiz Rum lideri Hristofyas’a bırakılmayacak kadar değerli olabilir. Kıbrıs’ta söz verildiği gibi Türk tarafının izolasyonunun kalkması o kadar zor olmamalı. 
* * *

Yazının Devamını Oku

Rusya’nın ağırlığı

13 Mart 2010
RUSYA, Ermenistan ilişkileri ve Kıbrıs gibi Türkiye’nin en sorunlu iki dış politika alanında belirleyici ülke olmaya devam ediyor. Kıbrıs yüzünden AB ile müzakere sürecimiz bu yılın sonunda fiilen durabilir. Sadece doğal arka bahçesi olarak gördüğü Ermenistan’la ilgili süreçte değil, Kıbrıs’ta da Rusya’yı oyun içinde tutmak gerekiyor. Önceki akşam resmi açılışı yapılan “Kremlin Sarayı Hazineleri Topkapı Sarayı’nda” sergisini gezerken Rusya’yı ne kadar az tanıdığımızı bir kez daha anladık. Malumdur, Rusya uzmanlarımız Rusça bilmez. Hayal gücümüz Baltacı ve Katerina’ya takılıp kalmış. Oysa 16 ve 17’nci yüzyıla ait eserlerden oluşan Topkapı’daki sergide çarların savaşta ve özel törenlerde kullandıkları değerli taşlarla bezeli at koşumlarının, özel hayatlarında taktıkları mücevherlerin Osmanlı İmparatorluğu tarafından hediye edilen parçalar olduğunu göreceksiniz. 

Ortodoks din adamlarının giydiği karanfil desenli ipek cüppenin dahi Osmanlı olduğunu görmek, kültürel iç içeliği yansıtması açısından ilginç. 

Kültürel ve ticari ilişkiler kuşkusuz siyasi ilişkileri de besler. Son dönemde Ankara’nın Rusya ile geliştirdiği proaktif dış politika diğer tüm ülkelerle yapılan açılımlardan çok daha önemli. Bu politikanın mesajı, “Kafkaslar’da birlikte bir istikrar ortamı yaratmalıyız, bu ikimizin de çıkarına” olmalı. Nitekim Ankara’nın bu söylem üzerinden ilerlediğini görüyoruz, ancak bunu daha yüksek sesle dile getirmekte yarar var. Ermenistan’la süreçte en azından 24 Nisan’a kadar hiçbir ilerleme olmayacağını, Washington’dan geri çekilen Büyükelçi Namık Tan’ın nisan sonuna kadar geri dönüşünün söz konusu olmadığını biliyoruz.

Ankara’nın bekleyerek zaman kaybetmek yerine Rusya ile Kıbrıs konusunu konuşmasında yarar var.  Gerçekten de AB’de Kıbrıs düğümünün açılması için Rusya büyük etkiye sahip. Örneğin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Kıbrıs raporunu onaylatmayan Ruslardı. Bu bağlantılar üzerinden ilerlerken kamu diplomasisinin iyi kullanılması gerekiyor. Nitekim Türk Dışişleri de doğru bir kararla kamu diplomasisi için sosyal medyayı kullanmaya başlamış. Dünya Türk dış politikasında ne olup bittiğini 140 harflik twitter mesajlarından cepten izleyebiliyor. Dünün twit’lerinde tabii ki İsveç’teki Ermeni oylaması da vardı. Eskiden dış politika mesajları belli editoryal süzgeçlere takılırdı. Enformasyon akışındaki bu hızlanma mesajların özgürce dolaşmasını sağladı.

Rusya ile Kıbrıs konusu mutlaka birlikte çalışılmalı. Oradan da bir kaldıraç elde edilemez ise bu yılın sonunda Rumlar müzakereleri tamamen tıkayabilecek bir veto kullanabilirler. Geçen yıl sekiz müzakere başlığını tıkamışlardı, bu yıl da geri kalanını veto ederlerse AB ile müzakere durur ve 1997 Lüksemburg zirvesinden sonraki donma haline geri döneriz. Bunun bir diğer anlamı da AB’nin Türkiye üzerindeki bütün yaptırım gücünü kaybedecek olması.

Topkapı Sarayı’ndaki sergide “Üçüncü Roma” sayılan İstanbul’la Kremlin arasında görkemli objelere yansıyan ilişkileri görünce geleceğe de farklı bir gözle bakmak mümkün. 10 yıl sonrasının dünyasında stratejik dengeler bugünkünden çok farklı olabilir.
Yazının Devamını Oku

Dikkat, başrolde kadın var...

6 Mart 2010
GİDİŞAT değişmezse bundan 50-60 yıl sonra “ev kızı” ya da “ev kadını” gibi kavramlar tarihin nostalji defterinde yerlerini alacak. Ebeveynler bu eğilime dikkat etseler iyi olur. Kız çocuklarını zengin koca hayaliyle, oğlanları da karım evde oturup bana bakacak diye yetiştirmesinler. Kızlara meslek kazandırsınlar, oğlanlara düğme dikmeyi, yemek pişirmeyi, lavabo temizlemeyi öğretsinler.
Bugün dünyada giderek kabul gören anlayış kadınların işgücüne katılımının kalkınmanın en önemli unsurlarından biri olduğu. Avrupa Birliği ortalamasında kadınların yüzde 60’ı çalışıyor. AB, sürekli olarak kadın istihdamını arttıracak tedbirler alıyor. İskandinav ülkelerinde bu oran yüzde 80’leri zorluyor. Biz ise TÜİK verilerine göre yüzde 26 ile en gerideyiz.
Gerçi son bir yılda 1 puanın üzerinde bir iyileşme olmuş. Artışın bir nedeni, 2009’da kadın istihdamına verilen teşvik olabilir. Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz’a göre geçen yıl ilk kez işe alınan 742 bin kişiden 501 bini kadındı. İlk kez sigortalı kadın çalıştıran işyeri o çalışanı için sigorta ödemedi.
* * *
Kadının çalışıp çalışmaması gibi bir seçeneğin kalmayacağını, işgücüne katılımda iki cinsin de eşitleneceğini neye dayanarak söylüyorum? Çünkü kadınlar eğitiliyor ve meslek sahibi oluyorlar. Girişimcilik özendiriliyor. Mikro krediler veriliyor. Eğitimde eşitlendikten sonra zaten her şey değişiyor.
Ayrıca İskandinav ülkelerinden dünyaya yayılan dalga, özel sektör şirketlerinin yönetim kurullarında kadın erkek sayısının eşitlenmesi şeklinde. OECD’nin raporuna göre devlette kadın istihdamında da yüzde 12 ile en geriden gelen yine biziz.
Uluslararası kuruluşların yönetiminde kadını öne çıkarmak artık genel bir trend. Son Avrupa Komisyonu üye seçiminde AB memuru kadınlar hemcinslerini kollamak için sokağa döküldüler. Hal böyle iken bizde pozitif ayrımcılığa ve siyasette kotaya karşı çıkanlar komik duruma düşebilirler.
* * *
Siz bu satırları okuduğunuzda KAGİDER ve Comite France-Turquie’nin Fransa’da Türk Mevsimi kapsamında Paris’te Senato binasında düzenlediği “Türk ve Fransız kadınları: Sorunları aynı, ya mücadele yolları?” konulu toplantıya katılacağım. KAGİDER’li arkadaşlarımla bu başlığı seçerken epey düşündük. Kimseden ders almaya ihtiyacımız olduğunu sanmıyoruz. Açıkçası eşit konumdaki kadınların derdi orada da burada da aynı. Dayak, erkekten daha az maaş alma, yönetici pozisyonuna gelememe bizden farklı değil.
Geriye kalan önemli soru şu: Kadın çalışınca çocuklara kim bakacak?
Gelecekte bu da bizim eski kafalarımızla sorduğumuz demode bir soru olacak. “Kariyer de yaparım çocuk da...” diyen süper kadın beklentisi kalkacak. Aile içinde sorumluluk paylaşımı değişecek. Okulda düşüp kafasını yaran çocuğun otomatikman annesi aranmayacak, öğretmenin aklına bu çocuğun bir de babasının olduğu gelecek. Çalışma saatleri esnekleşecek, farklı düzenler kurulacak.
Ve elbette tıptaki ilerleme, suni rahimde çocuk yetişmesine imkân tanıyabilecek. Hatta erkeklerin karnına rahim yerleştirilebilecek.
8 Mart Kadınlar Günümüz şimdiden kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku

Başbakan Erdoğan’la yaşıt başka çocuklar

27 Şubat 2010
BAŞBAKAN Erdoğan’la aynı kuşağın çocukları olduk. Biz, 69’lu 70’li yıllarda Ankara’daydık, çoğumuz orta halli memur çocuğu...

Okul ve mahalle arkadaşlarımızdan soprano Leyla Çolakoğlu (Topaloğlu) ve “Düş Hekimi” Yalçın Ergir bizim mahalleyi anlatan bir müzikal hazırladılar. Geçen gün TED Koleji’nde sergilenen bu oyunda çocukluğumuza döndük.
Meğer masumiyet yıllarıymış onlar. Hindistan’dan Nehru amcanın Türk çocuklarına hediye ettiği yavru fil Mohini’nin Taksim Anıtı’na törenle çelenk koyduğu yıllar... Banka memurelerinin kasadan ihtiyacı kadar para alan banka soyguncusu Elmas’ın aleyhine tanıklık yapmayı reddettiği yıllar... Kalelerimizin taştan olduğu, topun hiç direkten dönmediği yıllar... Kavga eden, ama kin tutmayı bilmeyen çocuklar...
Sözü Düş Hekimi arkadaşımıza bırakırsak: O zamanlar, çocuklar evden okula servis ile değil, buluşarak giderlermiş. Yollarını gözlemezmiş evdeki bilgisayar, şehrin en iyi dershanesi, hazırlık kursları... Bilmezlermiş; hamburgeri, 3G’yi, play station’u, facebook’u...
Bilirlermiş duvarların üzerinde sohbeti, anket defterleri doldurup, sevgileri keşfetmeyi... Horozşekercisini, elleri leş gibi macuncunun, tornavida ile koyduğu rengârenk macunu... Eve gitmeyi unutmayı, hava kararınca dayak yemeyi, sonra da bir ıslıkla tekrar aşağıya, kukalı saklambaca kaçmayı...
Teksas’ı, Tommiks’i, Konyakçı’nın dişlerini, paramparça Red Kid’leri...
İç içe konan naylon topları, taştan kale direklerini, üç korner bir penaltıyı...
Taşınanların kırmızı kamyonlarını... Hey Dergisi’ni... Otobüsteki biletçinin lastik sarılı kalemini... Evlerin arkasındaki odun kömür depolarını...

Yazının Devamını Oku