Zeynep Göğüş

‘A-9 Ülkeleri’ne doğru

12 Haziran 2010
ESKİ bir Rusya uzmanı olan Fransız dostum Avrupa’nın geleceğiyle ilgili roman yazıyor. Ortaköy’de, Feriye Sarayı’nda başlayan kitabın konusu İstanbul- Kiev hattında gelişiyor. Ne var ki herkes bu kadar geniş perspektifli değil. Rusya, gelecekten söz edenlerin bugünlerde unuttuğu ülke. Bu hafta İstanbul’da dünyanın ve Avrupa’nın geleceği hakkında pek çok konuşma izledik. Garanti’nin düzenlediği Küresel Gelecek toplantısında konuşan Singapurlu Mahbubani için gelecek Asya’dan ibaretti, Avrupa bitmişti. Ve nedense Mahbubani’nin Asyası sadece Çin’i ve Hindistan’ı kapsıyordu. Tuhafıma giden, Asya’nın geleceğinden söz eden birinin Rusya’yı yok saymasıydı.
Buradan yola çıkarak belki de şu soruyu yeniden sormak gerekir: Rusya hangi coğrafyaya aittir? Bugün 142 milyon nüfusuyla Rusya için Asyalı demek zorlama olur. Rusya Avrupalıdır, ama Türkiye gibi tarih boyunca Avrupalılığı tartışma götürmüştür.
TÜSİAD’ın Paris’te kurduğu Boğaziçi Enstitüsü’nün yıllık konferansına katılan Fransa’nın Avrupa Bakanı Claude Lelouch’a da Rusya’yı sordum. “Türkiye büyüklük olarak Rusya’yı geçecek, çünkü Rusların nüfusu 2050’de 100 milyona inecek” dedi.
* * *
Boğaziçi Enstitüsü konferansına katılan Kemal Derviş’e göre üyelik için beklerken, Türkiye’yi Avrupa’nın geleceğiyle ilgili tartışmaya katkıda bulunacak yeni mekanizmalar oluşturulması gerekiyor. Bu nasıl olacak?
Bu bağlamda ilginç bir öneri Euractiv’in Başkanı Christophe Leclercq’ten geldi. Leclercq nispeten yeni bir oluşum olan G-20’nin başarısına dikkat çekerek Avrupa’nın en büyük 9 ülkesini bir araya getiren bir mekanizma önerdi.
İşte size eksen tartışmasına son verecek bir öneri. G-20 nasıl dünyanın en büyük 20 ülkesi arasında bir danışma mekanizması ise, Avrupa’nın 9 büyüğü de benzer bir oluşuma girebilirler.
Bu 9 ülkenin 6’sı Avrupa Birliği üyesi, Almanya, Fransa, İngiltere, İspanya, İtalya ve Polonya. Diğer üç ülke ise henüz Avrupa dışında: Kesin olarak Türkiye ve Ukrayna ve belki farklı bir biçimde de Rusya.
A-9’un zihinsel egzersizini yapmaya başlamakta yarar var. Dünyanın içinden bir türlü çıkmayı başaramadığı ekonomik kriz bölgesel çatışmaları körükleyecek. Bunun ardından muhtemelen insanlık “yetti” diyecek. Fransız düşünür Attali’nin “Geleceğin Kısa Tarihi” adlı kitabında yazdığı gibi dünya bir hiper demokrasi arayışına girecek. Avrupa modelinde birlikler oluşacak. Dünya hiper demokrasi arayışına girdiğinde öncülüğü Avrupa’dan başka kimse çekemez. Türkiye’nin hiperaktif dış politikasının
tozu dumanı arasında
geleceğe dürbünle bakınca görünenler bunlar.
Yazının Devamını Oku

Komplo teorisi mi?

5 Haziran 2010
İSRAİL’in bölgemizde büyük bir Kürt devleti kurulması istediği komplo teorisi değildir. En azından bu satırların yazarı, bunu soru olarak 26 yıl önce (vakit çabuk geçiyor!) İsrail’in o zamanki sağcı başbakanı İzak Şamir’e sormuştu. Şamir bu soruya “Evet istiyoruz” yanıtını vermişti. Soruyu Şamir’e 1984 yılının sonbaharında bir akşamüzeri Brüksel’deki Uluslararası Basın Merkezi’nin giriş katında yapılan bir basın toplantısında yönelttim. Cevabı kendi kulaklarımla duydum. Pek çok yabancı gazeteci de oradaydı.
Zaman içinde ilgi alanıma giren hidropolitik ya da kısaca “su” konusunda İsrailli araştırmacı ve bilim insanlarıyla görüşmelerim oldu. Onlar da İsrail’in kendi varoluşu için hayati gördüğü “su” meselesinde Kürt kartını elinde tutmak isteğini gizlemezler.
Her şey tıpkı Mavi Marmara’ya söylenen “Yaklaşma yoksa vururum” mesajı kadar açık aslında.
Mavi Marmara’da Gazze’ye yardım için toplananlar ve bu işi organize eden İHH bu uyarıları dinlemedi veya ciddiye almadı.
Hatta, İHH Başkanı’nın anlattığına göre gemiye çıkan İsrail askerleri ile boğuşup bir kısmını rehin almayı da başarmışlar.
Sonuç: 9 ölü. Hepsi Türk.
İşin vahim tarafı gemiyle gidenlerin ve ölenlerin bazılarının “Şehit olmaya gidiyoruz” söylemi içinde hareket etmiş olmaları.
Kendilerine kimse dur dememiş; ne devlet ve emniyet cephesinden, ne de hükümetten.
Adeta göz göre göre “ölüme gitmişlerdir”.
Giden canlara yazık değil mi?
Bu kadar aymazlık olur mu?
Olmazsa, o zaman haklı olarak komplo teorileri devreye girer.
Peki o zaman komployu yapan kim ve kimlerdir?
İsrail mi? Yardım organizasyonu içinde varlık gösteren Hamas mı?
İsrail’e karşı “siyasal İslam” mı?
İsrail’i dünyada tecrit etmeye çalışan başka güçler mi?
* * *
Türkiye’de yaygın komplo teorileri bir noktada işin içine “Fethullah Hoca”yı da katarlar.
Fethullah Hoca ve cemaat etkisi, ABD ve İsrail bağlantılı komplo teorilerinde sık sık gündeme gelir.
Fethullah Hoca dün Amerikan WSJ gazetesine verdiği söyleşide açık seçik, geminin İsrail’in uyarılarına rağmen oraya gitmesini ve olayın 9 ölümle sonuçlanmasını eleştirmiştir.
Şimdi “Hoca”nın bu sözlerini komplo teorisinin neresine oturtacağız?
Erdoğan’ı devirmek istediği varsayılan İsrail güçlerinin hizasına mı ekleyeceğiz bu sözleri?
Yoksa Türkiye’de öteden beri alttan alta süren “siyasal İslam” - “kültürel İslam” çatışmasının su yüzüne çıkmasıyla mı yorumlayacağız?
Veya “ılımlı İslam”ın, ülkede Hamas bayraklarıyla yükselen “radikal İslam”dan duyduğu rahatsızlığa mı bağlayacağız?
Türkiye, “Mavi Marmara”nın Akdeniz’de yediği vurgunla kaotik ve dalgalı sulara girmiştir.
Baykal’ın gidişini bile, dolaylı olarak Erdoğan’ı devirmek isteyen “karanlık İsrail güçleri”ne bağlayanlara gün doğmuştur.
Belli ki daha çok komplo teorisi dinleyeceğiz. Bunların içindeki gerçeği ayıklamak için “Ne konu olsa yazarım abi” türü gazetecilik yetmez. Türk medyasının uzman gazeteciliğe duyduğu ihtiyaç bugünlerde her zamankinden fazla kendini gösteriyor.
Yazının Devamını Oku

Türk-Rus flörtü

29 Mayıs 2010
MOSKOVATATAR mimari üslubu etkisindeki Kremlin Sarayı’nın avlusunda Mehter Takımı’nı dinlerken aklımdan geçenler: 2010 İstanbul Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında düzenlenen “Topkapı Hazineleri Kremlin’de” sergisi için Moskova’dayız. Basın toplantısında 20’den fazla kamera saydım. Ruslar Topkapı Müzesi koleksiyonlarının ayaklarına gelmesine değer veriyorlar. Üstelik bu ilk kez oluyor. Osmanlı sultanlarının saltanat sembolleri onları fazlasıyla ilgilendiriyor. Bu serginin karşılığı Topkapı Sarayı’nda devam ediyor, ancak Kremlin hazinelerine Türk medyasının gösterdiği ilgi aynı düzeyde değil.
Bu tür anlamlı sergiler, gezenlerin iki ülkenin ortak tarihine ilgi duymasını sağlar. Bizim modernleşme sürecimiz Ruslarınkine çok benziyor. Bunu iyi bilmemiz gerekir. Rusların da bizim de modernleşmemiz, Avrupa modeline göre olmuş. Batılılaşma sorununu Ruslar ve Türkler benzer biçimde yaşamışlar. Deli Petro’nun kendi askerlerine yaptığını II. Mahmud da Yeniçeri’ye yapmış.
Rus halkının geçmişinde Türk kavimlerle epey karıştığından haberimiz pek yok. Slavlar üzerindeki Avar ve Hazar hakimiyeti hatırı sayılır derecede etnik karışıma yol açmış.
Özetle Ruslar bize Avrupa halklarından daha yakın ama bundan habersiziz. Soğuk savaş yılları boyunca tehditkâr kuzey komşumuzdan çekinmiş olmamız bugünkü lakaytlığı affettirmiyor. Örneğin Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecinde Rusya ilişkileri kesinlikle önemli bir kaldıraç görevi görebilirdi, ama bu yapılmamıştır.

Türk-Rus ilişkilerinin altyapısında derin bir kültürel boyut var. Örneğin mimaride hem Tatar diye adlandırılan Doğu, hem de Bizans-Rus üslubu var. Hıristiyanlığın kabulüyle Rusya’da Bizans etkisinde kiliseler inşa edilmiş. Bizans dediğimiz yer, sonradan Üçüncü Roma olarak Osmanlı’nın başkenti, yani İstanbul.
Oryantalistik denilen bilim dalı Rusya’da çok gelişmiş. Nitekim Türk tarihine ilişkin bazı değerli bilgiler Rus sinologlar sayesinde öğrenilmiş. Türk diliyle ilgili keşifleri Rusya Türkologları yapmışlar. Rus müziğinde de Türk etkisini arayan buluyor.
Günümüze dönersek, Türk-Rus ilişkilerinde görülen flört havasında kültürel ilişkiler önemli rol oynayabilir. Kremlin ile Topkapı Sarayı’nın ortak projesi buna yarayacak. Gerek 2010 Ajansı’nın bağlı olduğu Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, gerekse Kremlin’in başkanı Gagarina ile Topkapı’nın Başkanı Prof. Ortaylı bu noktaya dikkat çekmekte haklılar.
Öte yandan Türkiye’ye gelen Rus turist sayısı, Almanlardan daha hızlı artıyor. Bu yıl ilk çeyrekte Almanlarda yüzde 10, Ruslarda yüzde 19 artış var. 2008’de 4.5 milyon Alman, 3 milyona yakın Rus geldi. Birkaç yıl sonra Ruslar Almanları geçtiğinde bu da tefsir edilmesi gereken bir rakam olacak.

Rusya ile çakışan tarihimizde unutulan bir nokta daha var. Tarih boyunca her iki ülke de zaman zaman Avrupa’nın içinde, zaman zaman da dışında mütalaa edilmişler. Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın ne büsbütün dışında” dizesini Türkiye ve Rusya’nın Avrupa ile ilişkisine uyarlayabiliriz. “Ne içindeyiz Avrupa’nın ne de dışında...”
Üstelik Ruslar Hıristiyan oldukları halde dışardalar. Bu da tesellimiz olsun!
Yazının Devamını Oku

Hüdavendigâr

22 Mayıs 2010
BUGÜN bağımsız olan Kosova’yı ilk kez 1986’da gördüm. Kosova o zaman eski Yugoslavya’ya bağlıydı. 24 yıl önce gazetecilik de farklıydı. Bir yerlere ille de davet edilmek gerekmezdi. Muhabir kendi işini yaratabilirdi. Kosova’ya iki kez İstanbul Aksaray’dan bindiğim otobüslerle gidip geldim. Şoför mahallinde sürekli çay demlenirdi. Yolcular “Biz eskiden bilmez idik Arnavut, konuşur idik Türkçe” derlerdi.
Kosova Meydan Muharebesi’nin tarihi 1389. Murat Hüdavendigâr komutasındaki Osmanlı ordusu Sırpları yeniyor ama Miloş adlı bir Sırp, zafer sonrası savaş alanını gezen Hüdavendigâr’ı öldürüyor. Hüdavendigâr Farsçada hükümdar demek.
Murat’ın iç organları Kosova ovasına gömülüp bir türbe yapılıyor. İç organlarını gömmek göçebelikten kalma bir âdet. Kosova sancağı, üzerinde fetih suresiyle bugün Askeri Müze’de.
O savaştan 600 sene sonra 1986’nın bir kış ayazında kilometrelerce çamura bata çıka gidip ıssız bir ovanın ortasında terk edilmiş o bakımsız türbeyi ziyaret ettim.
İçeri girmek mümkün değildi, bekçi bile yoktu. Sanki Osmanlı bu topraklardan çekildikten sonra hiç dokunulmamıştı türbeye, kilit paslıydı, her şey dökülüyordu. Hüdavendigâr orada yapayalnızdı.
900 yıllık Avrupa geçmişimizin en simge yüklü noktalarından birinde tanık olduğum bu perişanlık karşısında gözyaşlarıma mani olamamıştım.
Üstelik cebimde İlhan Bardakçı’nın oğlu Murat’a imzaladığı “Bir İmparatorluğun Yağması: Balkan Bozgunu” kitabı vardı. Balkan faciasının içine girince beni zaten hafakanlar basmıştı.
¡ ¡ ¡
80’li yılların Kosova’sı patlamaya hazır bir bombaydı. Sırplar, Arnavutluk’la birleşecekler korkusuyla Kosovalı Müslüman Arnavutları inim inim inletiyorlardı. Hapishaneler doluydu. 10 küsur yıl sonra Bosna’nın ardından 1098-99’da Kosova faciası yaşandı.
Kosova Arnavutları Çanakkale Savaşı’na katıldılar. “Çanakkale içinde vurdular beni/Ölmeden mezara koydular beni” türküsünün zamanında Arnavutça da söylendiğini hatırlamak gerekir. Mehmet Âkif’in babası da Kosova’nın İpek şehrinden, şimdilerde oraya Peç diyorlar.
Bugün artık Kosova yaralarını sardı. Hüdavendigâr türbesi restore edildi. Yakında Kosova Avrupa Birliği’ne üye olabilir.
O zaman AB topraklarında türbesi olan Osmanlı padişahlarının sayısı ikiye çıkacak. Diğeri Macaristan’ın Zigetvar şehrindeki Kanuni türbesidir.
Sırplar Kosova’nın AB üyeliğine karşı çıkıyorlar. “Önce biz üye olacağız” demekteler. AB Kıbrıs’ta yaptığı hatayı tekrarlar, önce Sırpları alırsa Belgrad hiçbir zaman Kosova’yı AB’ye sokmaz. Aynen Kıbrıslı Rumların bugün Türklere yaptığını yapar. AB bile bile faka basar mı? Basarsa, bu tutum AB’de Müslüman ülke istenmiyor diye yorumlanacaktır.
Kosova’nın genç başbakanı Hashim Thaçi’nin dün İstanbul’da basına verdiği kahvaltıya bu düşüncelerle gittim. İçinde pek çok etnik grubu barındıran Kosova’nın işi zor. Türkiye’nin abilik rolünü fark etmiş olmalı ki, Erdoğan için “O benim abim” diyor.
Yakın havzamız olan Balkanlar’daki Müslüman toplulukları için abiliğimiz giderek daha fazla anlam kazanıyor. Türkiye elindeki güçlü Balkan kartını Atatürk’ün Balkan Paktı girişiminden bu yana ilk kez bu kadar iyi oynuyor.
Kosova ovasının orta yerindeki Hüdavendigâr türbesi bize bu hakkı veriyor.
Yazının Devamını Oku

Şu bizim Meis Adası...

15 Mayıs 2010
YUNAN adalarında tatil... Orta halli Türklerin yeni hayali bu. Bizim gibi iki ülke askeri uçaklarının yaptığı “it dalaşı” ve buna benzer düşmanca kavramlarla büyümüşler için bir Fransız’ın Vietnam kanyonlarında salla dolaşması kadar havalı bir seyahat. Hava deyince, Yunan havası ile buranınki aslında aynıdır. Bunun böyle olduğunu da şair kalması gerekirken siyasetçi olup başımıza işler açan eski başbakanlardan Bülent Ecevit şöyle yazmıştı: 
“Bir soyun kanı olmasın varsın/ damarlarımızda akan kan/ içimizde şu deli rüzgâr/ bir havadan.” Yine aynı şair siyasetçi “Sıla derdine düşünce anlarsın/ Yunanlıyla kardeş olduğunu/ bir Rum şarkısı duyunca gör/ gurbet elde İstanbul çocuğunu” dizelerini de yazmıştı ama, artık gurbete gitmeye gerek yok.
Yunan adalarının erişilmezliği Türklerin psikolojisini bozan bir durumdu. Bunun örneklerinden biri de oğlumun yaşadıkları. Çocuk o zaman 4-5 yaşında, dedesinin Kaş’taki yazlığına gidiyor, hemen karşısında bir ada, adı Meis. ada o kadar yakın ki, sabahları Meis’in horozu ötünce Kaş’ın Çukurbağ yarımadası sakinleri uykudan uyanıyor. Zaman zaman Kaş’taki Asyalı horozun üürüü’sü ile Meis’teki Avrupalı horozun kukuriku’su birbirine karışıyor. 
Çocuk “Dede oraya yüzelim mi?” diyor, “Pasaport ve vize gerekir” cevabını alıyor. Pasaport ne, vize ne, işin yoksa anlat. Bu sefer de çocuk diyor ki: “Denize pasaportla girersek sayfaları ıslanmaz mı Dede?”
Eski dışişleri bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil’in de vaktiyle Ege müzakereleri sırasında Yunanistan sınır olarak 12 milde ısrar edince “Ne yani benim vatandaşım denize girerken cebine pasaportunu mu koysun” dediği hatırlanır.
Meis ve Kaş’ın yakınlığı Avrupa’nın sınırları tartışmasında bana epey ilham vermiştir. Meis “göz” demek, yani Kaş’ın gözü oluyor, o kadar yakın. Meis coğrafi olarak Avrupa sayılıyor. Ama gözün üstündeki Kaş Asya kıtası diye Avrupa’dan dışlanıyor. Gel de çık işin içinden. Nitekim Avrupalılar da çıkamadıkları içindir ki bastırdıkları haritalarda gafil avlanıp Yunan adalarını Türkiye’ye aitmiş gibi gösteriyorlar. Bu durum geçtiğimiz yıl Ankara’da Avrupa Birliği’nin önayak olduğu bir büyükelçiler toplantısında yaşanınca Yunan elçisinin büyük tepkisiyle karşılamıştı. 
Yunan adalarının ve Kıbrıs’ın açtığı başka dertler de var. Örneğin yeni madeni Euro’lar basılırken resmen coğrafi hile yapıldı ve Girit Adası ile Kıbrıs paranın yüzeyine sığsınlar diye sola doğru kaydırıldı. İşte bu kadar keyfi çizilmektedir Avrupa’nın sınırları.
* * *
Sayın Başbakan’ın Atina seyahatinden önemli sonuçlar bekleniyor. Atina Güney Kıbrıs’a “Kuzeye vetoyu kaldır” diyebilir mi? Silah yarışının durması için düğmeye basılacak mı?
Biz tekrar Yunan adalarına dönelim. 
Bir beklenti Yunan adalarına vizenin 48 saat için kalkması. Ekonomik krizden dolayı kan ağlayan ada esnafı bunun için adeta yalvarıyor. Bugünleri de gördük. Sonuç olarak benim oğlan bu yaz Meis’e yüzecek, tabii ben de peşinden. Antrenmana başlamakta yarar var.
Yazının Devamını Oku

Kültür ve kadın ile AB

8 Mayıs 2010
AB ile iletişimi yoğun bir tempoda düşe kalka da olsa öğreniyoruz. Son bir haftalık zaman dilimi içine Emine Erdoğan’ın 150 kişilik kadın heyetiyle Brüksel ziyareti, TR PLUS-Avrupa’da Türkiye Merkezi’nin önayak olduğu My İstanbul sergisi ve KAGİDER’in Avrupa Parlamentosu etkinliği sığdı. Emine Hanım’a eşlik eden işkadınlarının her biri 1950 Euro ödeyerek özel uçakla uçtular. Bu hanımların çoğunun hayatlarında ilk kez Avrupa Parlamentosu’nun kapısından içeri girmelerini önemsiyorum. Ziyaret elbette daha sonuç alıcı biçimde düzenlenebilirdi. Yabancı basının ilgisi çekilebilirdi. İktidarın kadın kanadından gelen bu çabalar Türkiye’yi Avrupa’ya daha iyi tanıtmaya vesile olmalı. Bu tür seyahatlerin hiç eleştiri almayacak biçimde hazırlanması iyi olur.
Kadın meselesi Avrupa için önemli. Eğitimde, siyasette, iş hayatında daha fazla kadın... Brüksel’in mesajı bu. Nitekim AB Genişleme Komiseri Stephan Füle, Emine Erdoğan’ın katılımıyla Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen toplantıda konuşmasına Atatürk’ten bir alıntıyla başlamış: “Milletimiz güçlü olmaya kararlıdır. Bunun için gereken en önemli şeylerden biri kadınlarımızın her anlamda gelişmesini sağlamaktır. Bu nedenle erkeklerimiz gibi kadınlarımız da aydınlatılacak ve iyi eğitim görecektir.”
Mustafa Kemal’in bu alanda getirdiği diğer kazanımları da sıralayan Füle, kadın haklarının AB sürecindeki önemine vurgu yapmış ve “Bu önemli konuda rehavete kapılmanıza yer yoktur” diyerek uyarıda da bulunmuş.
Füle’nin konuşmasında Atatürk’e atıfta bulunmasını not etmek lazım. Demek ki AB düşmanı bazı kötü niyetlilerin dezenformasyon yapıp yaymaya çalıştığı gibi Avrupa Birliği Atatürk resimlerini duvarlarımızdan indirmek için karar falan almamış! Tersine yeri geldiğinde onun değerlerini savunuyor.
* * *
Tanıtımda başarının ölçütü Türk’e Türk propagandası yapmamak olmalı. Etkinlik hedef kitlesine ulaşıyor mu? Bir örnek: Geçen salı Avrupa Komisyonu binasında açılan My İstanbul fotoğraf sergisi AB kurumları temsilcilerinden büyük ilgi gördü. Binlerce AB çalışanının gezebileceği sergi İstanbul 2010’un tanıtımını da yapıyor.
AB Komisyonu, TR PLUS ve SKF Türkiye desteğiyle düzenlenen sergi, “Benim İstanbul’um” fotoğraf yarışmasını kazanan 41 fotoğrafla şehrin en renkli hallerini anlatıyor.
Açılışta kısa bir sunum yapan İstanbullu yazar Vivet Kanetti’nin “Demokrasi farklılıkların kabul gördüğü yerde anlamlı olur” mesajını vererek “AB’nin de bunu benimsemesini dilemesi” anlamlıydı.
* * *
Önceki gün de TÜSİAD ve KAGİDER, Avrupa Parlamentosu’nda “AB ve Türkiye’de Cinsiyet Eşitliği” konferansını gerçekleştirdiler. KAGİDER Başkan Yardımcısı Ayla Sevand “Türkiye’de 6 milyon kadın çalışmakta, kadın istihdamında yüzde 60 olan AB kriterini yakalamamız için 14 milyon kadının istihdamı gerekiyor” diyerek durumu özetlemiş. TÜSİAD AB Kadın Çalışma Grubu Başkanı Nur Ger de “Girişimci, yaratıcı ve istihdam yaratan bir büyüme için kadınların iş hayatına katılımının artması şarttır” demiş.
AB bahane... Nedir olması gereken? Eğitimde, siyasette, iş hayatında daha çok kadın... İşin özü budur.
Yazının Devamını Oku

En aristokrat hediye

1 Mayıs 2010
PARİS GECE vakti Tilki Sokağı’ndan yola çıkıp Seine Nehri’ni aştım.

Tesadüfen bana bir tilki biblosu hediye edilmişti ve aklımda Küçük Prens romanının ünlü kahramanı, “Beni evcilleştir” diyen tilki vardı.

Küçük Prens tilkiye “Evcilleştirmek ne demek?” diye sorduğunda “İnsanlarla bağlar kurmak” cevabını alır: “Ancak evcilleştirebildiğin şeyleri tanıyabilirsin. Oysa insanlar artık hiçbir şeyi tanımaya vakit ayırmıyorlar. Hazır şeyleri satın alıyorlar tacirlerden. Dost satan tacir olmadığı için de insanların dostu olmuyor” diye bilgece devam eder tilki...

Notre Dame’ın önünden geçip George adlı Amerikalının insanlarla bağ kurmak için 1951’de açtığı Shakespeare and Company’ye vardım. Burası bedava yatakhanesi olan üç katlı bir kitapçı. Henri Miller, Anais Nin, Lawrence Durrell burada kalmışlar. Misafirliğin bedeli kitapçıda çalışmak.

Shakespeare and Company’ye her uğradığımda paylaşmaya değer kitaplar bulurum burada. Bu sefer de tüm zamanların en aristokrat hediyeleri olan Faberge Yumurtaları üzerinden Rus imparatorluğunun son döneminin anlatıldığı harika bir kitaba rastladım. İkinci kuşak kuyumcu Carl Faberge Rus çariçeleri için Paskalya armağanı olarak 1885-1917 arasında toplam 50 yumurta üretmiş. Bu eserlerin sadece ilkinin öyküsü bile ne tür bir incelikle imal edildiklerini anlatır: Çar III. Alexander’ın aslen Danimarkalı olan eşi Marie’ye sunduğu ilk Faberge, kaz yumurtası büyüklüğündedir. Beyaz emaye yumurtanın ortasından altın bir bant geçer. Yumurta açıldığında içinden sarısını temsilen altın bir top çıkar. Altın topun içinden de sevimli bir tavukçuk. Tavuğun içinde ise minicik bir imparatorluk tacı saklıdır. Ama bununla da kalmaz tacın da içinde arif bir yakut kolye saklanmıştır.

Rusların Matruşka bebekleri gibi yumurtanın içinde sürprizleri çıkmaktadır. Her bir yumurta kişiye ve o yıla özeldir. Marie’nin ilk yumurtası ona Danimarka’da geçirdiği mutlu ve tasasız çocukluğu hatırlatmıştır. Kusursuz bir işçilik yeterli değildir. Sanatçı aynı zamanda çariçelerin içindeki sonsuz Matruşkalara ulaşmaya cüret edecektir.

Faberge yumurtalarının sonu 1917 ihtilaliyle gelir. Komünist rejim bunları devletin kasasına para girsin diye satar. Marie’nin ilk yumurtasındaki taç ve yakut kolye kayıptır. Sonradan bu yumurtaları ünlü koleksiyoncular toplar. Bunlardan biri ünlü basın kralı Forbes’tir. Forbes’in 9 yumurta içeren 108 parçalık Faberge koleksiyonunu Rusya’nın yeni zenginlerinden Vekselberg alır ve bazı yumurtalar Rusya’ya dönerler.

Faberge eseri merak edenler varsa şu sırada Topkapı Sarayı Has Ahırlar’daki Osmanlı Sarayı’nda Rusya adlı sergiye uğrayabilirler. Özellikle görülmeye değer bir masa saati var. Böyle inceliklerle uğraşacak haliniz kaldıysa tabii.

İnceliklere ayıracak halimiz pek yok, çünkü beyinlerimizi mühürledik. Bilgi anahtarlarını kullanmıyoruz. Oysa yaratıcı insan beyni Matruşka gibidir, kabuklarının soyulması gerekir ki içindeki yeni yollara ulaşabilsin.

Yazının Devamını Oku

Brecht’le AB’ye girmek

24 Nisan 2010
<b>GAZİANTEP</b><br>BERTOLT Brecht’in İspanya iç savaşı sırasında geçen Carrar Ana’nın Tüfekleri adlı oyunu Suriye sınırındaki bir Türk şehrinde Türk ve Alman tiyatrocular tarafından yarı Türkçe yarı Almanca “kapalı gişe” oynarsa “beşeri coğrafya”da meydana gelen değişiklikler bakımından ilgimi çeker.

Üstelik de aynı oyun aynı ekip tarafından geçen hafta Gaziantep’in Almanya’daki kardeş şehri Duisburg’da sahnelenmişse...
Başkan Asım Güzelbey’in makamında kulak misafiri olduğum telefon görüşmesinde Gaziantep Belediyesi Şehir Tiyatrosu oyuncularının yanardağ külzedesi olarak Duisburg’da mahsur kaldıklarını öğrendim. Oyun şimdi de Duisburg’un kardeş şehri olan Vilnius gibi başka şehirlere gidecekmiş. 
Türkiye’nin güneydoğusu AB ile entegrasyonu böyle de sürdürüyor...
* * *
Hatırlarsanız, Türkiye’yi Avrupa Birliği’nde istemeyen Sarkozy “Daha neler, Suriye ile komşu mu olacağız” diye provokasyon yapmıştı. Sarkozy’nin bu yılki Türkiye resmi seyahat programına dünyanın en hızlı büyüyen 10 şehrinden biri olduğu saptanan Gaziantep mutlaka eklenmeli. Gaziantep’i Geliştirme Vakfı toplantısında Sanayi Odası Başkanı ve TOBB Başkan Yardımcısı Nejat Koçer’den geçen ay şehrin ihracatının yüzde 24 arttığını öğrendim.
Bir başka maşallah da Gaziantep’in müzecilik hamlesine. Burada sürekli yeni müzeler açılıyor. Bu sefer de ünlü Sanko Holding’in patronlarından Adil Konukoğlu’nun şartlı bağışı ile Bey Mahallesi’ndeki tarihi bir yapının “Atatürk Evi” olarak restore edileceğini öğrendim. Atatürk simgesel de olsa Gazi unvanını verdiği şehirde Bey Mahallesi nüfusuna kayıtlı. Kaplan Gaziantep müzeleri, yeni açılan 5 yıldızlı otelleri, restoranları ile turizm şehri olmak yolunda büyük mesafe almış. Bu 23 Nisan tatilinde şehirdeki tüm oteller dolu.
* * *

Yazının Devamını Oku