Zeynep Göğüş

Tuz koktu

7 Ağustos 2010
SİGARAYI bıraktığımdan bu yana burnum daha iyi koku almaya başladı. <br><br>Yaz sıcağında her yerden kötü kokular yükseliyor. Bu sabah uyanınca farkına vardım. Maalesef tuz da koktu.
Dünyada en büyük facia yargının siyasete alet edilmesidir.
Çünkü o zaman tuz da kokar.
Her şeyi kokarsa tuzlarsın.
Ama ya tuz da kokarsa?
* * * 
Medeni dünyanın ulaştığı en yüksek seviyedir hukuk devleti.
İstediğiniz kadar “İspat edemezsiniz” deyin, kamu vicdanı nasıl kabul edecek generallerle ilgili savcılık kararının Yüksek Askeri Şûra toplantısı ile irtibatlı olmadığını? 
Bu nasıl bir zamanlamadır ki YAŞ’tan tam üç gün evvele rastlatırsın bütün Balyoz davalarını?
Referandum süreci olmasaydı YAŞ’ta bunlar olmazdı.
Hukukun böylesi süreçlerde siyasal iktidar lehine kullanılıyor görüntüsü çok tehlikeli.
Fakat bizim gibi düşünmeyenler de var.
Ekranda “Bir hükümet” diyor, Zaman yazarı Prof. Mümtaz’er Türköne, “Askerin terfiine karışmayacak mı?”
Buyur karış...
Sonucu maşallah beş gündür tekmili birden renkli sinemaskop izliyoruz.
Mümtaz’er Türköne hocamız sormaya devam ediyor: “Ordu da bir kurum değil mi hükümete bağlı?”
Çevre ve Orman Bakanlığı’na bağlı Meteoroloji Genel Müdürlüğü müdür hocam bu ordu?
Formasyonunuz gereği Türk ordusunun herhangi bir kurum olmadığını pek çoğumuzdan daha iyi bilirsiniz, hatta yazdınız da geçmişte. 
* * * 
Görevi koşarak kabul edecek sanıyorlardı.
Ama bir de baktık ki daha haysiyet denilen şey ölmemiş.
Başbakan ise diyor ki: “Kimse bizi tuzağa çekmesin!”
İyi de tuzağı kim hazırladı, orası biraz karışık.
Jandarma’nın başı Atila Işık’ı Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirmek isteyen hükümetin kendisi. Işık istifa edince tuzak mı oluyor? En kötü ihtimalle pişti olur bu. 
Ordudan bu YAŞ’ta emekli olanlar üzülmeyip derin nefes aldılar. İçerde kalanlar huzursuz.
Askerin ne teroristliği kaldı, ne İsrail yanlısı olduğu, ne işbirlikçi olduğu...
İnsaf diyenlere yapıştırılacak yafta hazırdı: Asker yanlısı cuntacı!
* * * 
Kendilerine “hükümet yanlısı liberal aydın” denilen bir grup arkadaşımız İstanbul’un bir balık lokantasına gidiyorlar geçenlerde. Bu grup lokantadan çıkar çıkmaz içerde kalan müşteriler ayaklanıyor. Patronu çağırıp bunları bir daha buraya sokarsan bizi müşteri olarak unut diye tehdit savuruyorlar.
İşler bu raddeye gelmiş durumda. Milletin sinirleri bozuk.
Çok yazık... 
Sahi, ortalığı kim bu kadar gerdi?
Hükümeti destekleyenler car car konuşurken baskı altındaki muhaliflerin ürkek ürkek ‘hem nalına hem mıhına’nın ötesine geçememeleri insanları agresifleştiriyor. 
* * * 
Ülkenin kaderi ve geleceği ile bu kadar pervasızca oynayanlar acaba ne yaptıklarının farkındalar mı?
Geçmişte gözünü mutlak iktidar hırsı bürüyenlerin nelere yol açtıklarını bilmek için tarih uzmanı olmak gerekmiyor.
Köşk “İtidal” tavsiye etmiş.
Güzel, ama kime?...
Yazının Devamını Oku

Arapların ekseni İstanbul’a kayarken...

31 Temmuz 2010
BU yaz İstanbul’a dönük ciddi bir Arap çıkarması var. Şu sıralar Beyoğlu’na çıkanlar adım başı karşılaşacakları çoluklu çocuklu, bol kadınlı, siyah çarşaflı Arap aileleri gördükçe İstanbul’un bir Ortadoğu metropolüne benzediğini düşünebilirler.
Hatta İstanbul’a ilk kez gelen Batılı turistler, Türkiye hakkında “Bunların ekseni hakikaten Doğu’ya kaymış!..” gibi fikirlere de kapılabilirler.
Şu sıralar yalnızca İstanbul değil, Avrupa’nın birçok kenti Arap akınına sahne oluyor. Londra hadi neyse de geçen hafta gittiğim Montrö’yü de burkalılar istila etmişti. Bunu “kamusal alanın çoğulculaşması” diye yorumlayabiliriz... Ancak bu çoğulculaşma, ille de demokratikleşme anlamına gelmiyor.
Örtünme meselesi şu anda özellikle Batı Avrupa’da Batı ile İslam medeniyeti arasındaki çatışmanın ana konusu. Tam da Fransa, Belçika, Hollanda gibi ülkelerde burka ve çarşafı yasaklarken Avrupa sokaklarının çarşaf istilasına uğraması yazın bir cilvesi olsa gerek.
Konuyu Facebook’ta paylaşınca arkadaşlardan “Sadece orası mı, Zekeriyaköy’ü de bastılar” ya da “Antalya’da otelin havuzunda haşemalı ile üstsüz yan yana güneşleniyor” diye tepkiler geldi.
¡ ¡ ¡
Aslında Araplar açısından olaya baktığınız zaman orada da bir “açılım” görülebilir.
Ne açılımı mı?
“İstanbul açılımı, Türkiye açılımı, Avrupa açılımı...”
Arap ülkeleri insanları da, ekseni bir oraya bir buraya kayan kaotik dünyamızda kendilerine farklı bir yer arıyorlar. Bu değişimin odak noktasında eskiden olduğu gibi yine kadınlar duruyor.
Peyami Safa, Türkiye’de Tanzimat’tan beri sürüp gelen modernleşme kavgalarını öykülerine, romanlarına döken en ilginç yazarlarımızdan biridir. “Biz İnsanlar” adlı kitabında “Memleket sallandıkça kadın kalbi bu zikzaktan kurtulamaz” der (Bkz. Tarihin Cinsiyeti-Fatmagül Berktay).
“Kadınlar medeniyeti gözleriyle anlamaya mahkûm olduklarından” der Peyami Safa ünlü “Fatih-Harbiye” romanında, “Somut maddi hazlar vaat eden Batı’ya hayranlık duymaları, görünüşe kapılmaları elbette doğaldır”.
Fatih-Harbiye tramvayı kalkalı çok oldu ama, Beyoğlu’nda şirin bir biblo gibi gezinen tramvayımız, Arap kadınların çarşaf arasından bakan gözlerine modern hayaller taşımaya devam ediyor.
Beyoğlu’nda dolaşan Araplara dikkatle bakarsanız, arada çarşafı atmış, rengârenk yazlık elbiseler giymiş çok sayıda Arap kadını olduğunu fark etmeye başlarsınız.
İstanbul Arap kadınları çarşaftan çıkarmaktadır.
¡ ¡ ¡
İstanbul merkezli kültür coğrafyası, en iddialı açılımları bağrında eritecek en uygun yerdir. Ancak ne çarşafın atılması, ne de burkalının sokakta rahat rahat dolaşması kamusal alanın demokratikleştiği anlamına gelmeyebilir.
İslami kadın kimliği kamusal alana çıktı diye orası demokratikleşmiyor.
Tam tersine şu anki durumda kamusal alanda yan yana durmakla birlikte birbirini dışlayan, aralarında hiçbir gerçek diyalog olamayan “öteki”ler yaratılıyor. Antalya’da plajda yan yana yatan haşemalı ile üstsüz buna iyi bir örnek.
Soru şudur: İslamcı kadın kimliğini savunan politikalar kamusal alanı gerçekten demokratikleştirmekte midir? Mahrem olanı kamusal alana taşımak neyi dönüştürmektedir?
Yazının Devamını Oku

Balık ve buluşma noktası

24 Temmuz 2010
MODERN yaşam farklı ortamdan gelen insanlar arasındaki buluşma noktalarını öldürüyor.

İstanbul’da bir Beyoğlu kaldı geçirgenliğin sürdüğü, orası bile Galatasaray’dan yukarısı ve aşağısı diye ayrılmaya yüz tuttu.

Farklı kesimler arasındaki bilgi akışının durması ciddi bir sorun. Buna 68’i hazırlayan filozoflardan Adorno değinmişti. Tehlikeli bir durum, çünkü ayrışmayı getiriyor. Halbuki herkesin birbirinden öğreneceği çok şey var.

Çocukları düşünün, bütün bir kışı dışarının havasını sızdırmaz ortamlarda geçiriyorlar. Herkes aynı sitede, aynı lokantada, aynı alışveriş ve spor merkezinde.
Kara kara bunları düşünürken oğlum Ali Sinan yaz okuluyla Boğaz’da balığa gitti. Derken yaz okulu bitti. Hayret ki bizim maymun iştahlı oğlanın balık sevdası sonlanmadı. Bir süredir Akıntıburnu’na takılıyoruz.

Yazının Devamını Oku

Gül’ü en sıkan şey ne?

17 Temmuz 2010
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün üç yıla yaklaşan Cumhurbaşkanlığı süresince en fazla canını sıkan konu nedir? Slovenya’ya yaptığı resmi ziyaretten dönerken uçakta sohbet ettiğimiz Cumhurbaşkanı, bunun “rektör atamaları” olduğunu söyledi.

Konu geldi rektör atamalarına dayandı, zira o sabahki gazetelerde Marmara Üniversitesi rektörlüğüne en çok oyu alan Prof. Necla Pur’un değil, Prof. Zafer Gül’ün atandığının haberi vardı. Cumhurbaşkanı Gül, “Cumhurbaşkanlığında beni en rahatsız eden şey rektör atamaları oldu. Onları ben mülakata tabi tutmuyorum, tanımıyorum ki... Bundan hoşlanmıyorum. Kendi değerlendirmem yok. Seçimi YÖK heyeti yapıyor” diye serzenişte bulundu. Cumhurbaşkanı, Prof. Pur’la ilgili olarak da emekliliğine 4 ay kaldığı açıklamasının geldiğini, YÖK’ün tercihinin bundan etkilendiğini söyledi.

Cumhurbaşkanı Gül, üniversitelere her halükârda yeni bir sistemin bulunması görüşünde. Gül’e göre mevcut sistemden dolayı üniversiteler en geri kalan kurumlar oldu.

Örneğin bir ODTÜ ile Anadolu’daki herhangi bir üniversiteyi aynı sistemle yönetmenin hata olduğuna da değinen Gül’e sorarsanız akademik yönetim ile idari yönetim mutlaka birbirinden ayrılmalı: “Rektörlük idari bir görev. Hocalar ihalelerle, alımlarla uğraşıyorlar. Bazen en değerli bilim adamları bu görevde yıllarını geçiriyor. Rektörlerdeki yetkiler ne başbakanda, ne valilerde, ne de belediye başkanlarında var. Böyle olunca da rektör seçimi hediye dağıtmaya kadar varan bir yarışa dönüşebiliyor...”

Üniversite sistemini düzeltmeden her yerde üniversite açılması şart mı? Gül bu soruya “Eğitimin kalitesi önemli, sayısı değil. Benim gencim ben üniversite mezunuyum diye göğsünü gere gere dolaşmalı” şeklinde diplomatik bir yanıt verdi.
Üniversitenin bir şehrin de bir ülkenin de taşıyıcısı olabileceğini anlatan Cumhurbaşkanı, bazı yerlerde üniversitelerin çok yerelleştiğinin farkında, ama katkısını da yadsımıyor.

AB KÜRSÜLERİ NEDEN KALKTI?

Uçak sohbetimizde YÖK’ün AB kürsülerini kaldırdığını hatırlattığımız Gül, konudan yeni haberdar oldu. Cumhurbaşkanı, bunun “içine kapanmanın sonucu” olduğu yorumunu yaptı ve YÖK Başkanı ile görüşeceğini belirtti.
Gül’e göre AB müzakere sürecindeki bir ülkenin AB hukukçusuna ihtiyacı büyük. Gül, “Neden bizim gençlerimiz uluslararası kurumlarda çalışmak için gerekli altyapıya sahip olmasın?”dedi.

TÜRK’ÜN Ü’SÜNDEKİ NOKTALAR

Slovenya izlenimlerimize dönersek bu ülke Türkiye’yi Balkanlar’a büyük bir oyuncu olarak görüyor. Öyle ki Kuzey Kıbrıs’a haksızlık yapıldığını söyleyen Cumhurbaşkanı Danilo Türk, bu ülke ile doğrudan ticaretin hemen başlamasını isteyecek kadar da açık sözlü.

Türklükle alakaları olmasa da Slovenya Cumhurbaşkanı ve eşi Türk soyadlarından memnunlar. Bu soyadının tek sorun yarattığı yer, Türk’ün ü’sündeki iki nokta. Slovenya Cumhurbaşkanı, Birleşmiş Milletler’deki görevi sırasında Turk diye basılan kartvizitleri yeniden bastıracak kadar soyadına sahip çıkıyor.

Soyadını doğru yazdırmayı bir onur sorunu yapan Danilo Türk’ü örnek alıp bizim de artık adlarımızdaki noktalara sahip çıkmanın vakti geldi sanırım. 
Yazının Devamını Oku

Saadet için merak gerek

10 Temmuz 2010
UNESCO, en güzel adlarından biri saadet kapısı ya da evi anlamında “Dersaadet” olan İstanbul’u Dünya Kültür Mirası listesinden çıkaracakmış.

Hıfzı Topuz’a danıştım, ne de olsa Paris’te UNESCO’ya yıllarını verdi. “Bana biraz abartma gibi geldi. İhraç edilebilir diye bir karar yok henüz. UNESCO’nun merkezinde ‘İstanbul’u listeden atalım’ diye konuşulmuş değildir. Merkez bunlarla uğraşmaz, bunlar komisyon işidir. İstanbul’da uyulması gereken kararlara uyulmadığını zaten epeydir biliyoruz” dedi Hıfzı Bey.

UNESCO ne karar alırsa alsın İstanbul’un kültür mirası olma özelliği değişmez elbette. Ama bizde böyle bir tartışma çıktı mı turnusol kağıdı vazifesini görür, kim olduğumuzu ele verir. Bir bakıyoruz ki bir grup Türk entelektüeli İstanbul bu listeden çıkarsa sevinecek. Hele bir de bu aşağılanmaya şehrin kültür başkenti olduğu 2010’da maruz kalınırsa zil çalıp oynayacaklar. 

İyi de sen ne kattın bu şehre? Yıllardır cinayet üstüne cinayet işlenirken entel kahvelerde ve barlarda dedikoduyla vakit öldürmekten başka ne yaptın?
Daha da büyük suçlu elinde parası olanlar. Bunların evinde kitap bulunmaz. Hayatında Fatih Camii’nden cenaze kaldırmamıştır. Suriçi’nin neresi olduğunu bilmez. Ama sorarsan İstanbulludur. Zeyrek sırtlarındaki köşk onları hiç ilgilendirmez ama çukurda dip dibe yaşayacağı yeni yapım bilmem ne konaklar sitesindeki daireye bir buçuk milyon doları yatırır.

Yazının Devamını Oku

Brüksel’de AB ile ‘kolbastı’

3 Temmuz 2010
SABAHIN köründe Brüksel’de kim ‘kolbastı’ yapar dememe kalmadı, camından dışarı Karadeniz havası gönderen genci gördüm. Dikiz aynasından Türk bayrağı sarkıtmış, trafiğe söyleniyordu. İçimden beni bir taksi durağına at demek geldi, ama yeşil yandı. Taksi yok, valizimi sürüyerek tramvay durağına geldim. Mahallenin kafesi La Tourelle’in önünde 5 metre çapında, 4 metre derinlikte koca bir delik açılmış. Daha doğrusu Hipodrom caddesindeki tramvay deposuna dönülen noktada yol çökmüş. Öğleden sonra kafeye uğrayan 90’lık komşu Madam Mimi olayı kucağında kanişi ile seyretmiş. Edepsiz kaniş ortalığı yıkmış. Neyse ki ölen yok. Belçikalı dostum Zaza’ya sorarsan, tramvay  titreşimleri yüzünden yol çökmüş. Rayları iyi döşemiyorlarmış. Kimine göre de suç su borularının.
Ben sonuca bakarım. AB’nin başkenti Brüksel’de gündüz vakti yol çökmüş mü çökmemiş mi, hem de sefaretlerin olduğu mahallenin girişinde.
Önemli soru: Biz mi AB standartlarına uyuyoruz, onlar mı bize? Tramvay yolu epeydir süpürülmemiş, kâğıtlar, boş sigara paketleri uçuşuyor, teneke meşrubat kutuları tıngırdıyor. Karşıdaki apartmanın orta kat balkonundan kocaman bir Belçika bayrağı sallandırmışlar. Ülkenin bölünmesine karşı çıkanlar bayrak asıyor. Flamanlar ise ayrılık peşinde.
Bu arada unutmadan kahvaltıda eski kaşar vardı, bir de burada pek bulunmayan küçük salatalıklardan. Zaza mahallede Türk bakkalı açıldığını sevinçle müjdeledi. 
* * *
24 numaralı tramvaya atlayıp aktarmalı olarak Schuman Meydanı’na vardım. Euractiv’in network toplantısına biz dahil 12 ülkeden yayıncılar ve editörler gelmiş, üye olmayıp da içeri sızan bir biz varız. Medyanın geleceğini konuşuyoruz, bloglar, mobil telefonlar, medya ve sosyal paylaşım sitelerinin karışımı olan “Blomodia” gümbür gümbür geliyor ve tüm diğer basın yayın araçlarını etkisi altına alacak. Euractiv’i buna göre yeniden şekillendiriyoruz. 
Oradan çıkıp TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in basın toplantısına geçtim. Boyner AB Başkanı Van Rompuy ve genişlemeden sorumlu komiser Stephan Füle ile görüştü, ayrıca Avrupa İş Zirvesi’nde konuşma yaptı. Boyner’e göre AB ile entegrasyon Türkiye’nin önündeki en büyük vizyon. Partiler üstü AB vizyonu tekrar ele almalı.
Aynı gün AB ile yeni bir müzakere başlığı açıldı. Hayırlı olsun da üç bakanla Brüksel çıkarması yapmaya değecek kadar büyük olay mı, ondan pek emin değilim. 
* * *
Türk iş dünyasından Brüksel’e verilen mesaj özetle şuydu: AB kendini yeniden konumlandırmalı ve demokratik değerlerini öne çıkarmalı. Zira dünyanın ekseni değişiyor. Çin ve Hindistan herkesten hızlı büyüyor. Bu nedenle dünya oralardaki otoriter kapitalizmin büyüsüne kapılabilir.
Ya Türkiye? AB kendini yeniden konumlandırırken rekabetçi gücünü muhafaza etmek istiyorsa Türkiye’ye ihtiyacı var. Ayrıca Ümit Boyner’in “Türkiye için Ortadoğu’da bölgesel güç olmak yetmez. Dünyadaki eksen kayması otoriter kapitalizmi öne çıkaracak. Böyle bir dünyada Türkiye olarak Batı değerlerinden kopmamalıyız” görüşünün altı çizilmeli.
Özetle, biz onlardan demokrasi havası alalım, ama caddeleri çökmeye başlayan yaşlı Avrupa’nın da biraz dinamizm için Türkiye ile birlikte biraz ‘kolbastı’ çalışması şart olacak.
Yazının Devamını Oku

Demokratör Patara

26 Haziran 2010
KIBRIS akasyası dedikleri, arsız mı arsız bir tür mimoza. Hızla etrafı kaplıyor. Mart ayında sarı sarı çiçek açan, pisliği bol bir ağaç. Sağ olsun Orman Bakanlığımız Kumul Önleme Programı kapsamında bu ağaçtan Patara kumsalına bol bol dikmiş. Kıbrıs akasyasının döküntüsü kumu anında topraklaştırıyor. Sonunda bir de bakmışız Akdeniz’in bu en uzun kumsalı olmuş size orman arazisi, sonra da tahsisle turizme açılmış!..
Türk usulü demokraside olur çünkü böyle şeyler.
Demokrasi deyince, İtalyan analist Gaetano Mosca demokrasinin aslında hiçbir yerde var olmadığına ilişkin tezini desteklemek için bir öykü anlatırmış: “Masalda ölüm döşeğindeki baba oğullarına atadan kalan tarlada bir hazine bulunduğunu söyler. Bu onları hazineyi bulmak için her yeri kazmaya sevk eder, hazineyi bulamazlar ama toprağın verimliliğini önemli ölçüde artırmış olurlar”. L. Canfora’nın kaleme aldığı ‘Avrupa’da Demokrasi-Bir İdeolojinin Tarihi’ adlı kitaptan alıntıladığım bu masal, demokrasinin var olabileceğine inanmanın kendi başına yararlı olduğunu anlatıyor ama gerçekten var olmadığını da belirtmekten geri kalmıyor.
Patara’ya geri dönersek, Montesquieu’nün (Bkz. ‘Kanunların Ruhu’ adlı eseri) yalancısıyım, dünyanın ilk değilse de en mükemmel olan parlamentosu burada faaliyet göstermiş. Parlamentosu Patara’da bulunan Likya bir ulus-devlet, ama şehirleri bir araya getirdiği için de aynı zamanda konfederatif bir yapı. Gerçi bizim günümüz konfederasyoncuları mal bulmuş Mağribi gibi heveslenmesinler, zira bu Amerikan usulüne yakın bir sistem olmalı ki ABD Anayasası hazırlanırken tutanaklarda 16 kez Likya Birliği’nden söz edilmiş.
¡ ¡ ¡
2003 tarihli Avrupa Anayasası’nın giriş bölümünde demokrasinin bir Yunan icadı olduğuna ilişkin inanç yansımıştı. Canfora’ya göre ise hiçbir Atinalı yazar demokrasiye övgüler düzmemiştir ve bu bir tesadüf değildir. O halde Avrupa Anayasası’nın gafı nereden ileri gelmektedir? Yazara göre “Bunlar okulda, muhtemelen küçük sınıflarda demokrasiyi Yunanistan’ın icat ettiğini öğrenmişlerdir”...
Aynı yazara göre “demokratia” ve “demokrator”, Yunan siyasi dilinden çıkan iki terimdir. Halka hükmetmek anlamına gelirler. Demokratör, demokrasiden türemiştir. Demokratör’ün belirleyici özelliği, kişisel gücü hukukun üzerinde tutmasıdır. Bu noktada, birbirine zıt olarak tanımlanan iki yönetim biçimi olan diktatörlük ve demokrasi arasında çok tatsız bir yakınlık vardır.
¡ ¡ ¡
Patara kazıları Prof. Havva Işık başkanlığında devam ediyor. Uluslararası arkeoloji camiasının yakından izlediği bu kazılara ne kadar tahsisat ayrılsa az. Kazı yerinden ayrılıp denize doğru yöneldiğimizde ise Patara’da dünyanın en güzel kumsalını arsız Kıbrıs akasyalarının istila ettiğini üzüntüyle görüyoruz.
O zaman da ister istemez Gaetano Mosca’nın yukarıda anlattığım masalı geliyor aklıma. Demokrasiyi bulmak için yapılan kazılarda toprak verimli hale geliyor. Biz ise elimizdekini koruyamıyoruz.
Özgürlük ille de demokrasi anlamına gelmediği gibi, demokrasi ile diktatörlük arasında da ince bir ip var. Sanırım bunun teorisini okumasak da böyle olduğunun farkındayız. Ülkemiz demokrasinin büyük kazı yeriyse ve bu kazının başı bizi yönetenlerse, iktidar demokratörlerden oluşuyor.
Yazının Devamını Oku

Napoli’de Türk dilenci

19 Haziran 2010
OPERA denince akla Milano’daki La Scala gelir ama ondan önce Napoli’deki San Carlo vardı. Geçen pazar akşamı 1737’den kalma bu ihtişamlı binada bir ödül töreni izledim. Fondazione Mediterraneo-Akdeniz Vakfı’nın dağıttığı Akdeniz Barış Ödülleri aralarında Şansölye Merkel, İsveç eski Başbakanı Carl Bildt, El Pais Gazetesi, El Cezire TV, Kudüs Latin Patriği Fuad Twal, Portekizli mimar Alvaro Siza’nın da olduğu 17 ünlü şahsiyet ve kuruma sunuldu. In memorium, yani ölmüş birinin anısına sunulan ödüllerden biri ise bizim buralı birine verildi. İskederun’da şoförü tarafından öldürülen rahip Luigi Padovese’ye...
Rahip Padovese cinayetiyle ile ilgili kanı Napoli’de yüksek sesle dillendirilmese de bunun bir Hizbullah eylemi olduğuydu. Ancak İsrail’le yaşanan gerilim nedeniyle barış gecesinde konuşulmayan bir konuydu bu.
San Carlo’daki törende Rahip Pavadose’nin bir ay önce çekilen filminde Türkiye’ye beslediği olumlu duyguları aktarışını seyrederken bu acı tesadüfe hayıflanmamak elde değildi.
* * *
Ertesi gün gurme Engin Akın’la birlikte Napoli’nin Nişantaşı sayılan Chiai Caddesi’nde bir kahveye oturduk. Yabancı gazetelerden “eksen kayması” makalelerini okurken gaipten tuhaf sesler duymaya başladım: “Teyzeee Allah rızası için birkaç kuruş ver...”
Pek oralı olmadım, ama hafiften huzurum kaçmadı değil. Aynı cümleyi ısrarla duymaya başlayınca kafamı çevirdim. Arkamda Tahar Ben Jelloun’un Napoli’de geçen romanı Yoksullar Hanı’ndan fırlama 20 yaşlarında bir delikanlı dikilmekteydi. Ve bu bir Türk dilenciydi! Şaşırmama fırsat kalmadan dilenci bize “teyze” dediği için çok kızan arkadaşım adamı “abla” dedirtene dek iyice haşladı. Böylece adam birkaç kuruş değil, birkaç Euro’yu kopardı.
Gazetelerin çoğu Türkiye’nin ekseninin Doğu’ya kaydığı kanısındaydı, gel gör ki bizim dilenciler Şam’da değil Napoli’de dileniyorlardı.
* * *
Napoli’den ayrılmadan önce gözüme Ferzan Özpetek filmlerinden çıkmış gibi görünen bir evde öğle yemeği yedik. Napolili ünlü etno-kültürel şarkıcı Eugenio Bennato ve kendisi gibi şarkıcı olan eşi Pietra’nın tepelerden denize bakan evinde Akdeniz Vakfı Başkanı Michele Capasso da vardı. Kahveleri Capasso’nun aynı zamanda bu vakfın merkezi olan evinde içtik. Evi derken, burası Doğu Akdeniz’de ve Balkanlar’da barış için pek çok üst düzey beyin fırtınası toplantısının yapıldığı, Ürdün kralının yatıya ağırlandığı bir Napoliten saraydı.
18’inci yüzyılda bir Fransız seyyahın “perdenin hiç inmediği büyük bir sahne”ye benzettiği bu şehirden ayrılmak kolay olmadı.
Avrupa ekonomisi Pompei’nin son günlerini yaşarken bizler Vezüv Yanardağı’nın parçalarından oluşan kolyelerimiz boynumuzda, Napoli damgalı Scarletti’den Pergolosi’ye uzanan bir operakomik ruh halinde havaalanının yolunu tuttuk.
Arkamızda tüm zamanların en büyük tenoru Caruso’nun şarkıları Türk dilencinin sesine karışıyordu. Napoli’de bir gece /Una notte a Napoli kimseye yetmezdi ve soruyorduk şarkıdaki gibi: “Quanto tempo puo durare / quanto notti da sognare / quante ore, quante giorni -Ne kadar zamanımız var? Kaç gece hayaller için / kaç saat, kaç gün?.
Yazının Devamını Oku