Zeynep Göğüş

Chicago maceralarım

27 Kasım 2010
BAYRAM öncesi Ziya’ya (Saylan) uğradım. “Bana ekspres cilt bakımı, yarın Chicago’ya gidiyorum!” dedim. Ben “Chicago” der demez Ziya’nın suratı asıldı ve etrafa emir yağdırdı: “Derhal asit maskesi hazırlayın!”
Asit lafını duyunca ürperdim. Ta Düsseldorf’lardan tanıdığım sevgili arkadaşım suratıma kezzap atacak sandım.
“Ay dur” demeye kalmadı, Ziya elinde fırça yanıma yaklaştı. “Ne işin var Chicago’da?” diye hesap sormaz mı! “Bir konferans var, ama esas bizim kolejden arkadaşlar...” dememe kalmadı, “İşte yakalandın!” dedi Ziya.
Tam o anda telefonum çaldı. Arayan Euractiv’in Yayın Yönetmeni Kerem Çalışkan’dı. “Kadri Gürsel de Chicago’da” dedi. “Ne güzel, görüşürüz onunla da” diyecek oldum, Kerem müstehzi bir sesle “O da Chicago’daki ‘Fethullah Gülen Konferansı’na katılıyor” demez mi!
Ziya’nın tepkisi anlaşılmıştı....
“Keremcim, o konferansa davet edilmiş olsam bile niye saklayayım senden?” diyecek oldum, “Sen babana anlat bunu” demez mi!
Babam? Eyvaaaah!....
“Eyvaaaah” deyince aklıma THY’nin ABD pazarlamasından sorumlu bereket tanrıçamız Rahşan geldi. 40 yıllık arkadaşımız bizle başa çıkamayınca “Eyvaaaah”ı bastırır çünkü. Chicago buluşmasına önayak olan da o, pazar günü konferansa gideceğiz diye tutturan da... Ama kim bilecek ki o konferans ile bu konferans aynı şey değil!
O sırada Ziya elindeki fırçayı yüzüme sürmeye başladı. “Hayııır, yapma sakın” diye bağırmaya başladım: “Chicago’ya senin sandığın nedenle gitmiyorum! Chicago Okulu, Friedman’la Keynesçiliğin karşılaştırılması...” diyecek oldum, “Hadi hadi” demez mi!
Ve elindeki yakıcı şeyi suratıma bol miktarda sürdü. Ardından da ekledi: “Yarından itibaren cildin pul pul ölü derilerini atacak!”
Eve geldim, babamı es geçip yukarı koştum. Facebook’u açtım. Seyahate giderken her seferinde nereye gittiğimi ilan ederim, bu sefer sadece “Bayram Nedeniyle Tadilattayız” yazdım. “Hocaefendi’yi ziyarete gitmişsin” telefonları ile taciz edilmek istemiyordum elbette!
* * *
Chicago güzel şehir. Bize Ankara Koleji’nde heykeli sevdiren hocamız tahta bacaklı Taylor’u hatırladık, Henry Moore’un Michigan Avenue’deki eserine bakarken. Bayram kavurması yerine Brezilya etleri, lokum yerine Dayton şekerlemesi, blues’du, cazdı, Nilesen’i kolla, Dizdar’ı kitap yazmaya ikna et, Rahşan’ı zapt et, Janet’i söyle, genciz, güzeliz derken güle oynaya tatil bitiverdi.
* * *
Unutmadan, Chicago “skyline”ından dünyaya bakmak için Rahşan nedense sisli havayı seçip bizi Hancock Tower’ın 96’ncı katındaki Signature Bar’a çıkardı. Avrupa hiç iyi görünmedi gözüme buradan. Alışveriş turuna çıkan Çinli devlet şirketleri ise Amerikan gazına talipti.
İktisatta klasik liberal geleneği temsil eden Chicago Okulu’nun Nobelli hocası Milton Friedman’a gelince... Son küresel finansal kriz devletin haşin müdahalesini gerektirince, 80’lerin bu popüler iktisatçısı mezarında dönmeye başlamış olmalıydı...
Chicago’daki altı gün boyunca cildim pul pul derilerini döktü. Ziya intikamını aldı.
Aklıma takılan asıl soru şuydu:
Gülen konferansına gitmek ya da onunla röportaj yapmak neden “hâlâ” sorun ediliyordu?
Yazının Devamını Oku

Bak yeşil yeşil...

20 Kasım 2010
SONBAHARIN sarı, kırmızı, kahverengi renkleri arasında yeşil, tıpkı gri sislere bürünen gizli bir aşk gibi zamanını bekler... Onun aşk zamanı bahardır. Bahar gelince rengini açık eder, her yerden fışkırır. Dallardan, yapraklardan, çimenden uzanır, şiirlere, şarkılara karışır.
Bazen sevdalı gözlerden bakar, yeşil yeşil...
İnsanlık tarihinden çok öncelere uzanan, maviyle birlikte yaşamın simgesine dönüşen kadim bir renktir kendisi.
* * *
“Yeşil” günümüzde giderek daha fazla politik bir anlam kazanıyor.
Avrupa’da “68 Solu”ndan gelenler, Berlin Duvarı yıkılırken politik kurtuluşu yeşilin canlı ve sevecen tonlarına sarılmakta bulmuşlardı.
Zaten Goethe de yıllar önce “Bütün teoriler gridir, oysa yaşamın ağacı her zaman yeşildir” diyerek canlılık felsefesinin rengini belirlemişti.
70’li yıllardan beri Avrupa’dan yükselen “Yeşil hareket” şimdilerde Avrupa Parlamentosu’ndaki iddialı gruplardan biri.
Son olarak komşu İran’da baskıcı İslam rejimine karşı çıkan özgürlük hareketi de yeşil rengi seçince, bizim buralardaki anlamı da yeni bir politik içerikle donandı.
Günümüz Almanya’sında Yeşiller Partisi giderek güçleniyor. Berlin’de gelecek bahar yapılacak eyalet seçimlerinde, Yeşil Parti ilk kez Eyalet Başkanlığı için iddialı. Anketlerde Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile başa baş, hatta önde gidiyor.
Bunda Berlin seçim haritasını bulundukları Kreuzberg-Neukölln bölgesinde yeşile boyayan Türklerin kuşkusuz payı var.
Yeşillerin Türklerle yükselmesinde partinin eşbaşkanlığını ilk kez göçmen kökenli bir Türk’ün, Cem Özdemir’in üstlenmesi rol oynadı. Tabii Berlin’in Yeşil milletvekili Özcan Mutlu’yu da unutmadan...
Yeşiller Avrupa’da iki akımı temsil ediyor; birincisi çevrecilik diğeri “multi-kulti”, yani çokkültürlülük.
“Çokkültürlülük” günümüz dünyasının kaçınılmaz gerçeği.
* * *
Yeşil hareket ve çevrecilik Türkiye için de önemli.
Çok farklı güçlerin ve kültürlerin bir çatışma alanı olan Anadolu toprakları, son dönemde çevre bakımından ciddi tehdit altında.
Küresel değişimin ve yerel hoyratlıkların birleşmesi ile ülkenin gölleri ve suları hızla kuruyor, ormanları, yeşil alanları yağmalanıyor. Toprakları erozyonla yok olup gidiyor.
Buna rağmen çevrecilik Türkiye’de güçlü bir politik akıma dönüşmedi.
Bizim 68 solu, çevreciliği “Devrimden sonra bakarız” mantığı ile küçümsedi. Sağ ise kalkınma ve büyümeyi engelleyen marjinal bir akım olarak gördü.
Oysa bugün artık “Yeşil Enerji” ekonomide geleceğin sektörü olmaya aday.
“Yenilenebilir enerjiler”, yani güneş, rüzgar ve akarsular birçok ülkede artık alternatif değil, zorunlu ve kaçınılmaz enerji haline geliyor. Kalkınma, ilerleme ve çağdaşlaşmayı simgeliyor.
“Yeşil”, giderek hem politik hem ekonomik anlamda insanlığa “son çıkış”ı işaret eden bir trafik levhası gibi...
Günümüz Türkiye’sinde hidroelektrik santrallerle ilgili “kavga” boyutuna varan tartışmalar sürerken, kalkınma, turizm, çevre ve doğa dengesine çok daha çağdaş bir perspektiften bakmak gerekiyor.
Epeydir doğa kulağımıza gizlice o şarkıyı fısıldıyor: “Yalnız benim için, bak yeşil yeşil...”
Yazının Devamını Oku

Sa Sa De....

13 Kasım 2010
İSTANBUL “Avrupa Kültür Başkenti” sıfatını 2010 sonunda Turku ve Tallinn’e devrediyor. Turku Finlandiya’nın eski sahil kenti, Tallinn Estonya’nın başkenti. İkisinin nüfusunu toplasan Kadıköy etmez, ama Avrupa sırasıyla yaşlı kıtadaki bütün kentleri bu sıfatla taçlandırmayı kültürel zenginlik açısından gerekli görüyor.
Çok şükür, İstanbul’un böyle ek resmi sıfatlara ihtiyacı yok.
O zaten “Dünyanın Kültür Başkenti!”
1500 yıllık Ayasofya ve 400 yıllık “genç” Sultanahmet Camii, Avrupa’nın bu
gelgeç sıfatına üzerlerinden süzülüp geçen bir martı sürüsüne bakar gibi bilgece gülümseyerek baktılar.
“Biz buradayız, yine bekleriz!” dediler.
Artık ben de, göğsüme bir yıllığına resmen iliştirdiğim “İstanbul Kültür Elçisi” kokartı yerine çok önceden beri taşıdığım “İstanbul gönüllüsü” rozetini takabilirim.
Kalbimin üstündeki görünmeyen bu rozet birkaç gün önce heyecanla titredi.
Biraz geç de olsa, Santral İstanbul’un o sakin ortamında, Enerji Müzesi’ndeki İstanbul sergisini gezme fırsatı buldum.
İstanbul’un 1910-2010 arasındaki mimari macerasını kattan kata, odadan odaya heyecanla izleyeceğiniz sergi bu eşsiz kentin kozmopolit bir imparatorluk merkezinden, global bir metropole dönüşmesinin öyküsünü anlatıyor. /images/100/0x0/55eabd11f018fbb8f8939369
Fotoğraflar, haritalar ve maketler eşliğinde...
Bir zamanlar girip çıktığınız tarihi binalar, misafir olduğunuz yalılar, yürüdüğünüz ve şimdi çok değişmiş sokaklar, bindiğiniz eski vapurlar ve otobüsler, kendi yaşamöykünüzle birlikte nostaljik bir film şeridi gibi geçiyor gözlerinizden...
Her resim ve pano önünde dakikalarca duracağınız kadar zengin anlamlarla yüklü...
* * *
Gözlerim 1930 yılı başlarındaki bir afişe takılıyor: Sa-Sa-De.
İnanması zor ama “Saygısızlıkla Savaş Derneği” anlamına geliyor. Afişteki çizgiler tanıdık bir imzayla bütünleşiyor. İhap Hulusi (1898-1986). Türk grafik ve afiş sanatının efsane ismi.
Afişteki takım elbiseli, kravatlı ve şapkalı adam elinde, halka gösterdiği mesajları içeren ipe dizili bir pano tutuyor. Üstünde şunlar yazıyor: “Vatandaş, Yere Tükürene, Yasak Dinlemeyene, Herkesin Rahatını Bozana, Saygısızlıkların Her Türlüsüne, Aldırmamazlık Etme”.
Afiş, sanki Taksim’de, Şişli’de, Beyoğlu’nda birden karşınıza çıkmış postmodern bir mesaj gibi tüylerinizi ürpertiyor. Kimmiş bu İstanbul gibi kaotik bir kentte “Saygısızlıkla Savaşa” cüret eden diye merak ediyorsunuz.
Biraz araştırınca karşınıza “Atatürk” çıkıyor. Cumhuriyet projesi ile bir ülkeyi, bir milleti çağdaşlaştırmayı kafasına koyan lider, 1930’ların başında bu kez kentleşme cephesinde “saygısızlığa” savaş açıyor. İhap Hulusi’ye emir veriliyor, bu afiş yaptırılıyor ve her yere asılıyor.
Atatürk sanki twitter’dan sosyal bir network’a uygarlık mesajları yollar gibi 70 yıl öncesinden günümüze sesleniyor. Kısa ve net sözcüklerle “Adam olun” diyor.
* * *
Kentli olmak, çağdaş olmak, uygar olmak. Bu serüvenin neresindeyiz? 100 yıllık İstanbul sergisinin çıkışında ister istemez bu sorular beyninize üşüşüyor. Kentinizi ve kendinizi bir kez daha sorguluyorsunuz.
Bu güzel sergi maalesef 20 Kasım’da bitiyor. Görmek isteyenler acele etsin.
Yazının Devamını Oku

Büyük resimdeki Türkiye

6 Kasım 2010
LEYLEĞİN ömrü laklakla geçerken...<br><br>Bizimkilerin başörtüsü, Mihriban Aliyev’in mini eteği... CHP’de it dişi domuz derisi...
Tarım Bakanı demiş ki: “AB’de et ucuz, çünkü onlar domuz yerler!”
Avrupa Birliği’nden sorumlu bakanımız ekliyor: “Türkiye’de medya o kadar özgür ki satın almak için yabancılar kuyrukta!..”
Tartışma bu minvalde ilerlerken...
Gönüller her daim padişah iken...
Lakin akıl vezir olmaktan çıkmışken,
Derin bir nefes alıp büyük resimdeki Türkiye’ye bir bakalım dedik.
* * *
Çırağan Sarayı’nda pastırmalı sucuklu bir kahvaltı. İki kıtayı ayıran Boğaz’ın sularında sonbahar güneşi parıldamakta. Birazdan ekonominin ünlü kâhinlerinden Roger Bootle konuşacak, biz not alacağız. İş Portföy’ün 10. yıl kutlamaları için gelmiş Türkiye’ye Bootle, kendisi Capital Economist’in başı, yazdığı kitaplarla dünyada okunan biri.
Roger Bootle diyor ki: “Ekonomi bir dine dönüştü, çok aşırı noktalara çekildi”... Kurallar mutlak ve tartışılamazdı... Böyle bakıldığı içindir ki kimse piyasaların yanıldığına inanamadı ve malum kriz patladı.”
İngiliz ekonomist ABD, Japonya ve Avrupa’dakiler gibi gelişmiş ülkelerden endişeli: “Çok borçlular ve sadece kamu borcu değil bu. Özel borçlar da var ve bundan sonrası için ellerinde ortalığı toparlamak için kullanacakları bir araç da kalmadı” demekte. Bilançolar borç gösterirken tahvil alımıyla işin içinden sıyrılacağını sanmak “saflık” Bootle’a göre...
Gelişmekte olan ülkeler ise daha güçlü...
Ve burada bir gerilim var.
Bir sonraki aşamada ne olacak?
Roger Bootle’a sorarsanız korumacılık üzerimize doğru koşar adımlarla geliyor. Önce ABD Çin’e karşı korumacılık tedbirleri alacak, sonra da Çin ABD’ye...
Çünkü Çin, hızla ABD’deki istihdam olanaklarını yok etmekte... Bir başka deyişle de Amerikalıların işlerini çalmakta...
Çin-ABD ticaret savaşı çıkarsa ne olur?
Roger Bootle der ki: “1930’lar hortlayabilir.”
Ve sevimsiz bir hatırlatma: “30’lardan sonra 40’lar gelmişti, yani İkinci Dünya Savaşı yılları... Amerika şayet Çin ile uzlaşmaz ise 60-70 yıllık kısa bir hegemonya dönemi olarak tarihe geçecek...”
* * *
Özetlersek dünyanın önünde iki alternatif var.
Birincisi iyi olanı: Çin ile ABD anlaşıyorlar, Çin para birimi değerleniyor. Finansal dengeler düzeliyor, hisseler yükseliyor ve dünyada refah artıyor.
İkincisinde ise anlaşamıyorlar. ABD korumacılıkla yanıtlıyor Çin’i. Çin de aynı şekilde tepki gösteriyor ve 1930’ların filmini seyretmeye başlıyoruz hep birlikte...
Roger Bootle diyor ki: “Umarım bu iki seçenekten olumlu olanına yöneleceğiz...”
Çin ile Amerika uzlaşmak zorundalar. En iyi ihtimal bu. Bu ikisi anlaşınca ancak belli olacak dünyanın geri kalanında hangi taşın nereye oturacağı.
Şimdiki halde bu büyük resimde ağır taş bile olsa Türkiye’nin nereye oturacağı belirsiz.
Bize gelince... Bunlar olurken ayakta durmaya bakalım, çünkü maazallah kesilen baş bir daha yerine konmaz.
Yazının Devamını Oku

Humeyni’yi sevmişti...

30 Ekim 2010
SHAHLA Sherkat 1956 yılında İran’ın tarihi şehri Isfahan’da doğdu. Muhafazakar bir ortamda büyüdü. Başı kapalıydı. Beş vakit namazını aksatmazdı. Psikoloji, kadın araştırmaları ve gazetecilik eğitimi aldı. Shahla 1979’da İran İslam devrimine katıldı. Devrimden 10 yıl kadar sonra o artık ünlü bir gazeteciydi. 1992’de Tahran’da dünyaca tanınan Zanan (Kadınlar) adlı dergiyi kurdu ve 18 yıl boyunca yazı işleri müdürlüğünü yaptı.
Aylık yayınlanan Zanan İran koşullarında feminist bir dergiydi. İranlı kadınlara feminizmi öğretiyor, hukuki, toplumsal ve siyasi analizlere yer veriyordu. İster muhafazakar, ister modern olsun tüm kadınlara kendilerini ifade edebilecekleri bir alan açıyordu.
Zanan’ın tirajı önemli kapak konularının yayınlandığı sayılarda 40 binlere ulaşıyor, 20 binin altına düşmüyordu.
* * *
Shahla ile ortak arkadaşım Fery Malek ise solcuydu. Hem üniversitede birlikte okuduğum, hem de bugün Brüksel’de ortak projelerde çalıştığım komşum Fery görüş farkına rağmen Shahla’yı şöyle anlatıyor:
“İranlı kadınlar olarak ona çok şey borçluyuz. Kimsenin cesaret edemediği konulara Shahla girdi. Kadınlar lehine çıkan bütün kanunları o etkiledi. Pek çok önemli kadınla röportaj yaptı. Kadınlar için gerçek bir ortak tartışma platformu yarattı...”
Peki sonra ne oldu?
Derginin son dönemlerinde her çıkan yazı için Shahla Sherkat mahkemeye çağrılıp sorguya çekilmeye başlandı.
Ve Zanan bundan iki yıl önce kapatıldı. Ahmedinejat’ın Basın Bürosu kapatma kararını telefonla bildirdi. Kapatma kararını alan merci İslami Yönlendirme Bakanlığı’nın bir komüsyonuydu. Bu kadar basit! Kapatılma gerekçesi ise derginin dünyaya İranlı kadınlar hakkında karanlık bir imaj vermesiydi.
Derginin kapatılmasına bahane olan iki röportaj vardı. Birincisinde Bassici denilen ve İslam devrimini korumakla görevli milislerin marifeti olan bir tecavüz hadisesine yer vermesiydi. Üç Bassici milisi ülkenin kuzeyinde bir genç kıza tecavüz etmişler ve bu konuyu Zanan’dan başkası gündeme getirmeye cesaret edememişti.
Bardağı taşıran ikinci damla ise Devrim Muhafızı Kefiye Chadar ile yapılan kapak röportajıydı. Amerikan eğitimli Kefiye Chadar’ın görev alanı Devrim Muhafızları bünyesinde intihar komandolarının yetiştirilmesiydi.
Bu röportaj üzerine Zanan Müslüman kadınları şiddete yatkın gösterdiği için suçlandı.
Ve dergi kapatıldı. Bugün Shahla’ya kimse iş vermeye cesaret edemiyor çünkü onu işe alan bir yayın organının sırf bu yüzden kapatılma şansı yüksek.
Shahla beş vakit namazını kılmaya devam ediyor ama o eskiden olduğu gibi bugün de İslam’ın şekliyle değil özüyle ilgili bir kadın.
* * *
İran’daki kadın hareketi için “Farları sönük bir otomobil gibi ilerliyoruz” benzetmesini yapan Shahla Sherkat’a elbette Türkiye hakkındaki düşüncelerini de sordum.
“İran örneğinden ders almalısınız. Siyasete din karışınca geriye ne din kalıyor, ne de siyaset” demez mi!
Ve İranlı arkadaşlarımdan bir başka tespit daha: “Seçimler özgür olsa dinci bir partiye oy vermeyecek olan tek Müslüman ülke İran olurdu, buna o kadar eminiz ki...” 
Yazının Devamını Oku

Guguklu saat susunca

23 Ekim 2010
EVİMİZDEKİ guguklu saatten daha önce de söz etmiştim. Hani hane halkının itirazları yüzünden çok geç sahip olduğum, her saat başı guguk derken bana hayattaki isteklerimi ertelememem gerektiğini hatırlatan şu eski saat. Hayatın koşuşturması içinde bir de fark ettim ki bizim guguklu saatin artık sesi çıkmıyor. Adeta ürperdim. Ne olmuştu da minik pencereden saat başı kafasını dışarı uzatan sevimli kuş hayata küsmüştü? 

Refik Halit Karay’ın Guguklu Saatin Azizliği öyküsü yine geldi aklıma, ama bu sefer azizlik yapan susan kuştu! TV’de haberler okunurken duyduklarıyla dalga geçip “guguk guguk” diye öten saatim sesini kesince ben ne olacaktım?

Yoksa bu suskunluk bir işaret miydi?

Guguklar kesilince televizyon seyretmeyi bıraktım. Zaten aynı konuların her gece allame-i cihanlıkları kendinden menkul, hiçbir konuda uzmanlıkları olmayan ekran süsleri tarafından tartışılmasından sıkılmıştım. Tutarlı da olmak gerekiyordu, türban konusunu tartışmaya çağıran televizyoncu arkadaşın teklifini reddettim.

* * *

Memleketteki son gelişmeler bir yandan, guguklu saatin susması diğer yandan, beni “zaman algısı” üzerinde düşünmeye sevk etti. Malum, bir toplumda işlerin düzgün yürümesi için kişilerde ortak bir zaman algısı olması gerekir. Biyolojik saatimiz değil konu. Normalde, yaşadığımız olayları sıralamayı beceren bir de “zihin saati”ne sahip olmamız beklenir. 

Bana öyle geliyor ki zihin saatiyle ilgili kesin problemimiz var. Olayları zihin saatimize kaydederken hata üstüne hata yapıyoruz. Kayıtta hata olunca da hangi olayın hangisinden sonra ya da önce yaşandığını, süreleri hatırlamıyoruz. Ergenekon davası bunun örnekleriyle dolu.

Adi suçlardan da bir örnek alalım: Daha dün cezaevinde iki eli arkadan bağlı olarak kendini astığı ileri sürülerek dosyası Adli Tıp’ta incelemeye alınan tutukluya ne demeliyiz? Belli ki önce arkadan kalın iple ellerini biri bağlamış. Adam kendini astıktan sonra neden biri gelip ellerini bağlasın? Böyle saçma bir olasılık üzerinde düşünebiliyorsak vay halimize... 

Zihin saatinin yanında bir de “sosyal zaman algısı” var. Sorunun büyüğü de burada. Çocukken bunu öğrenemediğimiz her zaman geç başlayan toplantılardan, her yere geç kalan siyasetçilerden belli.

Kendini disiplin altına alamayan adamlardan memlekete ne hayır gelecek diye düşünmeliyiz...

* * *

Epey oluyor, bir yayın kurumu için Microsoft’tan Amerikalı uzmanlar gelip server kurmuşlardı. Yemekte onlara Türkiye izlenimleri soruldu. Adamlar “Ana server’lar arasında yarım saate ulaşan farklılıklar olması fantastik bir durum” yanıtını verdiler. İnternet altyapımızın zaman ayarını yapan server’lar arasında bilemediniz 1 dakikalık fark normal karşılanabilirdi, yarım saat ise akıldışıydı.

Senkronizasyon sorunumuz olduğu kesin. Geçmişi eşeleyip eskiyi bugüne taşımaktan zevk alan antika tutkunlarıyız. Toplumda muhafazakârlık galip geliyor, gelecek ise sırasını şaşırıyor.

İyisi mi gidip şu guguklu saate yeni pil alayım. Zaman algım bozulmadan duruma hâkim olayım.
Yazının Devamını Oku

Facebook yasaklanamaz!

16 Ekim 2010
AVRUPA birincisi olduğumuz bazı alanlar var.

TV üretiminde, inşaatta, bor madeninde 1 numarayız.

Prof. İbrahim Adnan Saraçoğlu’nun Tıbbi Bitkiler adlı kitabında anlattığı gibi, kıymetini bilmesek de Anadolu’nun sahip olduğu binlerce bitki çeşidiyle de birinciyiz.

Ve umulmadık biçimde Facebook’u kullanan insan sayısında da 22 milyon 600 bin kişiyle Avrupa’yı sollamış gidiyoruz.

Ancak Facebook radara takılabilir, hatta YouTube gibi parka çekilebilir.

Yazının Devamını Oku

Gerçek bir ‘fil’ öyküsü

9 Ekim 2010
“SAYIN Başbakan’ım, bizim fil için yardımınızı rica ediyoruz”...

Yıl 2006, Gaziantep’i ziyaret eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan dönüş uçağına binmeye hazırlanmaktadır. Başı kalabalıktır, herkes kendisine ayrı bir dert anlatmaktadır. Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Asım Güzelbey de Başbakan’a yaklaşır ve yazının girişindeki cümleyi söyler.

Tayyip Bey duraksar ve “Herkes benden bir şey istiyor da bugüne kadar fil isteyenini duymamıştım!” diyerek güler. Belki de aklından Timur’la Nasreddin Hoca’nın fil hikayesi geçer!...

* * *

Şimdi tekmili birden anlatacağım gerçek fil öyküsü bundan beş yıl önce başladı. Asım Güzelbey, Gaziantep’te Celal Doğan zamanında kurulan hayvanat bahçesine fil getirmeyi kafasına koyar. Ancak bunu parasız halletmelidir. O sırada Hindistan’daki büyükelçimiz olan Hasan Göğüş’ü arar. Filler bulunur ama ülke dışına çıkarılmasında sorun çıkar. Devreye zamanın Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin girer. Şahin önce “Ne fili yahu!” diye tepki verir, ama sonra yardımcı olur.
Hindistan’dan ümit kesilir. Filler için Sri Lanka’nın fahri konsolosu aranır. Gaziantep’e davet edilip ağırlanan konsolos ülkesine döndüğünde bakan olur.

Yazının Devamını Oku