Zeynep Göğüş

2009 AB değerlendirmesi

26 Aralık 2009
2009’u eksen tartışmaları ve AB’ye karşı öfkeyle kapatıyoruz.

Birincisi Türkiye’nin Ortadoğu’da bölgesel güç mü olacağı, yoksa AB’ye girmeye çalışan son “Balkan ülkesi” konumunda mı kalacağı gibi ilginç tartışmaları da birlikte getiriyor. İkincisi ise AB’nin vize konusundaki çifte standardına ve “Merkozy” sendromuna tepkiyi yansıtıyor. Türk sanayiinde Gümrük Birliği’ni değiştirme sinyalleri var.


Ancak 2009’un dökümünü yaptığımızda AB konusunda ciddi atılımlar içerdiğini de görebiliriz.


2009’da Avrupa ile ilişkiler önceki yıla göre daha yoğun geçti. 


Yılın başında Başbakan Erdoğan ilk kez Brüksel’e gitti ve Türkiye’nin yeni mesajını duyurdu: “AB’ye yük olmaya değil, yükünü hafifletmeye geliyoruz.”

Şubat ayında Türkiye-AB gündemine aktör

Yazının Devamını Oku

Van kedisi kardeşliği

19 Aralık 2009
BU ne gerginlik? Ne bu hınç? Biraz düşünelim bizi bu kadar kimin ve neyin gerdiğini? Giderek gazına basılan düşmanlık havasının bizim dışımızda kime hizmet edeceğini... Düşünelim.

Hayatın tüm yüküyle sırtınıza bindiği günlerde... Eve gelip koltuğunuza çöktüğünüzde... Kucağa sıçrayan bir tüy yumağının gırlamasıyla içinizin yumuşaması...

İşte tam böyle bir duyguya ihtiyacımız var.

Van kedisi sıcaklığında, bir gözü mavi, bir gözü çağla yeşili, pamuk gibi tertemiz bir bulut kümesi...

İçimizde birikmiş öfkelerden arınarak konuşalım.

* * *

Oruç Reis Firkateyn’inden gelen açıklamanın oradan yapılmasını önemseyin. İmalarla konuşan bir kültürdeniz. Deniz Kuvvetleri’nin gemisinden konuşmak kuşkusuz Ergenekon suçlamalarına karşı önemli bir mevzi... Ama tabii bir de Oruç Reis’in kim olduğuna bakalım. Hızır Reis, Barbaros’un da kardeşi. Oruç Reis’i öldürdüler, ama yerini kardeşi aldı ve bu kez daha da güçlendi Osmanlı donanması... Bu arada gerçek kızılsakal -barba rosso da Oruç’tu...

Öte yanda kantarın topuzunu kaçırmış suçlamalar. Bir bakıyorsunuz akademisyeni de köşe yazarı da mollalardan daha fazla “inanç” insanı. Ayrılmışlar hipodromdakiler gibi maviler ve yeşiller diye, inandığının din olması şart değil, önemli olan zihinsel melekelerini kullanış biçimi. İnanmış bir kere, rengi ne olursa olsun tartışamazsın artık onunla. Ne yazık ki fikir önderi dediklerimiz somut verilerle, delillerle değil, sadece inançla konuşan basiretsiz bir güruh olmuş karşımızda...

Kürt sorunu çözülecekse işleri bu kadar germenin kimseye yararı yok.

Yazının Devamını Oku

Anahtar deliğinden AB

12 Aralık 2009
BAŞBAKAN Erdoğan, zamanlanması iyi tutturulmuş bir öfke anında Avrupa’ya da “One minute” diyebilir mi? <br><br>Avrupa Birliği tarafında oturuyor olsam bu senaryoyu göz ardı etmezdim.

Kıbrıs’ta AB’nin ve Türkiye’nin karşılıklı olarak yerine getirmedikleri yükümlülükleri var. İki tarafın paralel ve orantılı adım atacakları bir süreç oluşturulamadı. Bunda AB tarafının manevra alanının Rum yönetiminin baskısı altında daralmasının payı var. Açıkçası yeni bir görev olan AB Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturan İngiliz Barones Ashton’un pratik zekâsının bu konuda devreye girmesinden ümitliyim.

Ayın 21’inde AB’ye uyum amacıyla üye olmadan önce tamamlanması gereken müzakere konularından Çevre başlığı açılacak. Brüksel’de edindiğim izlenim, bu başlık da açılınca kaplumbağanın tamamen duracağı yönünde. Sevimsiz bir durum.

Geriye 23 başlık kalıyor. Bunların da 8’i Kıbrıs, 4’ü Fransa yüzünden açılamıyor. Rum yönetimi kalan 11 başlıktan 6’sını daha bloke etmek için yeni bir deklarasyon yayınladı. Böyle olunca da elimizde açılabilir 4 başlık kalıyor. Bunlar Sosyal Politikalar ve İstihdam, Gıda Güvenliği, Rekabet ve Kamu Alımları.

Kıbrıs’ta ilerleme sağlanmazsa müzakereler belirsiz bir süre durmuş olacak.

Bu süre içinde Türkiye’de Kürt açılımı sinirleri gerecek, Ergenekon’du, katsayıydı ve hatta seçimdi derken bir de bakarsınız bir gergin anımızda AB ile de one minute oluvermişiz. 

* * *

AB ile müzakereler tıkanırken iletişim kanalları ters orantılı olarak açılıyor. İletişimde üç unsur giderek ağırlık kazanıyor; sanat, kültür ve kadınlar. Hafta ortasında Avrupa Parlamentosu’nda bu üç unsuru da birleştiren 200 kişinin izlediği bir Türkiye etkinliği vardı. TR PLUS-Avrupa’da Türkiye Derneği tarafından projelendirilen etkinliğin nedeni Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilişinin 75’inci yıldönümüydü. Avrupa Parlamentosu Sosyal Demokrat ve Yeşiller grupları ile TOBB’un desteklediği etkinlikte önce Zeynep Gürsel’in Euractiv Vakfı Avrupa Yaratıcılık Ödülü alan Ne ise Halim Çıksın Falım belgeseli gösterildi. Ardından Elif Şafak konuşma yaptı, erkek egemen siyasal iletişim dilinin kaçırdığı nüansları kadınların yakalayacağını söyledi.

Bunu  Türkiye-AB: Kadın bakış açısı paneli izledi. Açılışta “minareye hayır” diyen İsviçre’nin kadınlara seçme hakkı vermeyi tamamlamasının 1990’ı bulduğunu hatırlatmadan edemedim.

Yazının Devamını Oku

İmamla papaz kol kola

5 Aralık 2009
İSTANBUL ’da Pera Müzesi’nin birinci katında sergilenen Kütahya Çini Koleksiyonu içinde yer alan bir parça, Türk-Ermeni dostluğuna hizmet edebilir. 18’inci yüzyıl yapımı sürahinin üzerinde birbirlerinin omzuna ellerini atmış bir imam ve başlığından Ermeni olduğu şüphe götürmeyen bir papaz resmedilmiş.

Bu kadar değerli simgesellik yüklü bir parçanın Türkiye-Ermenistan arasında dostluk köprüsü kurulmak istenirken iletişimde kullanılmaması büyük kayıp. Örneğin Türkiye ve Ermenistan, İsviçre’de dünyanın gözü önünde anlaşma imzalarlarken Dışişleri Bakanı Davutoğlu bu sürahinin kopyasını Ermeni meslektaşı Nalbantyan’a hediye edebilirdi.

Ya da sürahinin eşi imza törenindeki masada su servisi için durabilirdi.

Darısı bundan sonraki anlaşmalara...

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Kültür ve Sanat Genel Müdürü Özalp Birol dikkatimi çekmeseydi 51 numaralı sürahiyi ben de fark etmeyebilirdim. Halbuki müze, birinci katın asansörünü de bu sürahideki imam-papaz detayıyla kaplamış.


İç iletişim de, dış iletişim de inceliklerle örülmeli...

Yazının Devamını Oku

Arzu başka, aşk başka...

28 Kasım 2009
“Arkadaşlar, arzu başka, aşk başka; lütfen. Türkiye AB’ye girmeye arzuludur, doğru, ona girme isteğiyle yanar, eyvallah, ama hakiki bir aşkla sevdiğini iddia etmeyin, inandıramazsınız.”

Bu satırlar Vivet Kanetti’nin “Bana Modern Türk’ün Tarifini Yapabilir misin? Kaan” adlı kitabından. Benim gibi, bazı yeni çıkan kitapları hak ettikleri kadarıyla atlaya zıplaya okumaktan bıkanlara özellikle tavsiye edilir. Bu kitabı ise bekletip gerçek okuma vakti ayırmakta haklı çıktım. Analiz derinlemesine. Dil eğlenceli (Bkz. Bu yazının ilk cümlesi.)  

Hayali bir televizyon kanalı, Biri Bizi Gözetliyor havasındaki bir programı yayına koyar. Katılan Türkler, AB Türkiye’ye kucak açana kadar bulundukları mekândan dışarı çıkmamaya söz vermişlerdir. Bir tür “gönüllü rehin olma” durumu yani... 

Kanalı izleyenlerin sitesinde geçen atışmalar, modern Türkiye’nin kimlik çatışmalarına ayna tutar. 

Bayramınızı kutlarken, kitapta kurban kesimi muhabbeti olduğunu da eklemem gerek. Siteye yazanlardan biri “Geçmiş yıllardaki kurbanların ahı mı tuttu kuş gribi eşliğinde giriyoruz bayrama... Komşuya üstünlük taslamak için alınan kurbanlıklar... Taksitli, kredi kartlı... Perdelik kumaş ve kanepe alırcasına” der.

Bir de tabii ezan meselesi. Bayramın ilk ezanını kör karanlıkta deprem sanan biri: “O ne bağırış, o ne ‘Haydin günahkarlar, fırlayın cehennemliksiniz’ alt dilidir... Diskolara desibel ölçmeye koşan ekipler şimdi arazi.”

Bir diğeri ise “Bu topraklardan felsefe fışkırmayışının hiç değilse biri ezan sıklığı olabilir mi?” diye sorar: “Tam kafayı toparlayıp bir şeyler düşünmeye koyulacaksın, kurcalama denemesindesin ve bu başlı başına bir konsantrasyon, bir cesaret çıtası ister, hadi gümbür gümbür bir ezan. Sustuğunda, nerede kalmıştık, konuyu güç bela toparladın, gene ufaktan tefekküre dalar gibisin, dalmaktasın, hadi... gene bir ezan.”

Kurbanla ilgili bir başkası lafa karışır, hem de George Bataille’dan örnekle: “Kurban kesmek, zincirinden kopma korkusudur. Seküler dünya, kendisini yok edebilecek şiddetten kurban eylemi sayesinde kendini kurtarır.”

* * *

Yazının Devamını Oku

En tanınmış markamız ve kültür endüstrisi

21 Kasım 2009
AVRUPA ’nın beş büyük ülkesinde yapılan gençlik araştırmasına göre Türkiye denince ilk akla gelen, İstanbul. Geçen hafta Kopenhag’da uluslararası bir iletişim toplantısına katıldım. Gelecek toplantının İstanbul’da yapılması önerim kabul edildiğinde yabancıların sevincini görmeliydiniz.

İstanbul yavaş yavaş hak ettiği konuma geliyor.


Olumlu tarafından alırsak 2010’da Avrupa Kültür Başkenti olması öyle ya da böyle İstanbul’a pek çok şey kazandırmaya başladı. 2010 Ajansı etrafındaki tartışmalar şaşırtıcı olmamalı. Daha önce hiç yapmadığımız bir işe girişildi. Paydaş olması gerekenlerin bir kısmı “Ne katkıda bulunabiliriz?” değil, “Ne koparabiliriz?” yaklaşımı içinde oldu. Birlikte iş kotarma geleneğimiz olmadığı için de hâlâ zorlanıyoruz, ama ister istemez öğreniyoruz.

Kültüre harcanan 1 Euro, ekonomiye 16 Euro olarak geri dönüyor. İstanbul 2010 gündeminde bu hafta düzenlenen Avrupa ve Türkiye’de Kültür Politikaları Sempozyumu’nun “Kültür ve Ekonomi: Kültür Endüstrileri” oturumunu sadece tüm belediye başkanlarının değil Bakanlar Kurulu’nun da izlemesini isterdim.

Neden mi?

Öncelikle konuşmacılardan Prof. İsmail Ertürk’ten söz etmeliyim. Prof. Ertürk, İngiltere’deki Manchester Üniversitesi’nde bankacılık dalında öğretim üyesi, ama disiplinlerarası çalıştığından kültür ekonomisi konusunda uzman. Onun aktardıkları çok ilginç. Günümüzde eski sanayi şehirlerinin yeniden canlandırılması için kültür politikaları üretiliyor. Örneğin İspanya’nın hiç özelliksiz Bilbao kenti, Guggenheim Müzesi yapılarak yepyeni bir kimliğe kavuşuyor ve dünya gündemine oturuyor.

Şehirler arasında yarış var. Londra, bankacılık endüstrisini New York’tan çekebilmek için kültürel altyapısını güçlendiriyor. “Yaratıcı kentler” kavramı oluşuyor. Ekonominin kendini yaratıcılıkla yenileyeceği fikri kabul görüyor. Avrupa’da sanattan modaya, internetten oyunlara, yaratıcı sektörlerin oluşturduğu ekonomi 780 milyar Euro’luk bir toplam. Yaratıcı endüstrilerin ekonomideki payı arttıkça istihdam da artıyor. Gelişmiş şehirlerde yaratıcı endüstri ürünlerine ayrılan hane halkı harcaması gıdanın önüne geçiyor. Yaratıcı endüstrilerde çalışanların istihdamdaki payı Londra’da yüzde 12.4.* * *

Kültüre harcanan 1 Euro, ekonomiye 16 Euro olarak geri dönüyor. İstanbul 2010 gündeminde bu hafta düzenlenen Avrupa ve Türkiye’de Kültür Politikaları Sempozyumu’nun “Kültür ve Ekonomi: Kültür Endüstrileri” oturumunu sadece tüm belediye başkanlarının değil Bakanlar Kurulu’nun da izlemesini isterdim.

Neden mi?


Yazının Devamını Oku

Yön duygusu

14 Kasım 2009
BAŞBAKAN Erdoğan “eksen kayması” tartışmalarına kızıyor.

Geçen hafta bu konuya da değinen Başbakan Türkiye’nin bölgesinde aktif dış politikaya yönelmesi ve İslam ülkeleri ile sıkı bağlar kurmasına yönelik eleştirilere karşı üzerine basa basa şu görüşleri tekrar etti:

“Doğu da bizim, batı da, kuzey de bizim, güney de. Hiçbirinden vazgeçemeyiz...”

Şu sıralar Türkiye’yi izleyen yabancılar bu tür ifadelere rastlayınca “Ne oluyor bu Türklere, yönlerini mi şaşırdılar, bulmaya çalışıyorlar?” diye düşünebilirler.

Oysa Türklerde çok eski ve çok sağlam bir yön duygusu vardır. En eski Türk dini olan Şamanlık’ta yönler kutsaldır. Her yön ayrı bir anlam ve değer taşır.

Yeni göreve gelen kağanlar, yapılan törenlerde dört yönü ayrı ayrı selamlar ve kutsarlar.

Dört yönün farkındalığı büyük önem taşır eski Türklerde. Uçsuz bucaksız Orta Asya bozkırlarında yaşamı sürdürmek yönünü doğru tayine bağlıdır.

En basit biçimde “önüm, arkam, sağım solum” diye adlandırmışlar eski Türkler yönlerini. O eski çağlarda yüzleri güneşe dönükmüş ve ön taraf dedikleri yer “doğu”ymuş. Daha sonra, yüzyıllar içinde “ön taraf” olarak güneyi benimsemişler. Bu hesapla Orta Asya’dan kendilerine göre “sağ yöne” gitmişler.

Gide gide Anadolu’ya kadar gelmişler.

Yazının Devamını Oku

Domuz gribi, El Beşir ve dış iletişim

7 Kasım 2009
UZUN yıllar Paris’te yaşamış olan bir arkadaşım Facebook’taki sayfasında Eyfel Kulesi tartışmasına tanık oldu.

Çoğu medya, reklam ve PR gibi iletişimle ilgili sektörlerden gelen Parisliler birbirlerine “Eyfel’in durup dururken neden kızardığını” soruyorlardı.

Olaya “Fransız kalan” çeşitli görüşlerden sonra Türk arkadaşım: “Pardon, buradan müdahalede bulunmak zorundayım, kırmızının sebebi Türk bayrağı, Fransa’da Türk mevsimi var...” diye lafa karışmak zorunda kaldı.

Kendi kendimize gelin güvey olduğumuz dış tanıtım projeleri bize pahalıya patlıyor. Türkiye algısı düzelmiyor.

Fransa’da bir sergi açılışı ya da yurtdışı bir konserin Türkiye yansımasına bakarsanız sanki tüm dünya bundan etkilenmiş, ama hedef kitle olması gereken oradaki iletişimcilerin bundan haberi bile yok.

Yurtdışına dönük projelerin seçiminde ciddi bir paradigma değişikliği yapmamız gerekiyor. Avrupa artık çağdaş ve genç Türkiye’yi tanımak istiyor. Değiştirmek istediğimiz algı bugünkü Türkiye’ye ait, geçmişe değil.

Paris’e ya da başka bir yere çağdaş Türk resmini götürmeliyiz. Eski değil yeni İstanbul fotoğraflarını dışarı taşımalıyız. Genç ressamlarımız, modern dansçılarımız, sinemacılarımız, edebiyatçılarımızla çıkartma yapmalıyız. Ezber bozmak istiyorsak artık arkeolojiden ya da saraydan medet ummayalım. Bunlar ancak algı yönetiminde güçlü destekleyici unsurlar olarak kalabilir.

¡   ¡   ¡

Türkiye’nin yurtdışı algısı nasıl yönetilir? Ülke algısında birinci derecede etkili olan mecra hâlâ televizyonlar. Dünyadaki ana haber bültenleri incelendiğinde bir ülkeyi en fazla parlatma imkânı olan alan ise spor.  Spor deyince de birinci sıraya tüm dünya için geçerli olarak Formula 1 oturuyor. Bizim bu fırsatı kaçırmak üzere olduğumuzu, Formulacıları küstürdüğümüzü sağır sultan bile duydu. Umarız ilgililer bir an evvel bu işi toparlarlar.

Yazının Devamını Oku