Ölüm ne yana düşer usta, yalanlar ne yana...

‘Kursk’, Ağustos 2000’de Rus ordusuna bağlı bir denizaltıda meydana gelen ve 118 kişinin ölümüyle sonuçlanan felaket öyküsünü anlatıyor. Thomas Vinterberg imzalı yapım, belki sinemasal özellikleriyle öne çıkmıyor ama ele aldığı trajediyi tarihsel gerçeklerle alabildiğince örtüştürerek perdeye taşıyor.

Haberin Devamı

Rus donanmasına bağlı K-141 Kursk denizaltısı, 12 Ağustos 2000’de torpido eğitimi sırasında meydana gelen patlama sonucu Barents Denizi’nde batmış, ‘resmi’ ağızlar hemen ilk aşamada 118 kişilik mürettebatın tamamının öldüğünü açıklamıştı. Daha sonra elde edilen kimi veriler 23 kişilik personelin patlama sonrası hayatta kaldığını ve uzun süre yardım beklediklerini göstermişti. O dönem henüz iktidar koltuğuna yeni oturmuş olan Vladimir Putin, facia sırasında Soçi’deki tatili sürdürürken büyük tepki almış, daha sonra hatasını kabul ederek kazada ölenlerin yakınlarına, “Evlatlarınızı sağ kurtaramadım. Hiç olmazsa naaşlarını çıkartma sözü veriyorum” demişti.
Ölüm ne yana düşer usta, yalanlar ne yana...

Yakın tarihli bu felaket, bir Belçika-Lüksemburg ortak yapımı filmle perdeye taşındı. Yönetmenliğini Danimarkalı Thomas Vinterberg’in üstlendiği ‘Kursk’, Robert Moore’un 2002’de yayımlanmış romanı ‘A Time to Die: The Untold Story of the Kursk Tragedy’den sinemaya uyarlanmış. Senaryosunu ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’ın da yazarı olarak bilinen Robert Rodat’ın kaleme aldığı film, kurgusal karakterler eşliğinde denizaltının yola çıkışını, patlamayı, sonrasında hayatta kalanların verdiği mücadeleyi ve mürettebatın eşleriyle ailelerin yaşadığı psikolojik evreleri anlatıyor.
Yardım reddedilince...
Öykünün başında, birçok Batılı eleştirmenin de vurguladığı gibi Michael Cimino klasiği ‘Avcı’yı (‘The Deer Hunter’) hatırlatan bir düğün sekansı izliyoruz. Aralarından bir genç (Pavel) evleniyor ve bütün mürettebat, aileleriyle birlikte törende yerlerini alıyor. Şakalar, eğlence, mutluluk gösterileri, dayanışma ruhu derken ekip, sevdiklerini geride bırakıp K-141 Kursk’la denize açılıyor. Peşi sıra patlama meydana geliyor; denizaltının arka kısmında yer alan Mikhail Kalekov komutasındaki bir grup mürettebat hayatta kalma uğraşına giriyor. Barents Denizi’nin soğuk suları, azalan oksijen, diri tutulmaya çalışılan umutlar derken araya yaşlı amiraller, basiretsiz ve burnu büyük politikacılar, eskimiş teknoloji, yetersiz kurtarma çalışmaları giriyor ve 23 kişi göz göre göre ölüme terk ediliyor. Çevrede seyreden İngiliz donanmasının yardım çağrısı ise ‘Soğuk Savaş’ döneminden kalma reflekslerle reddediliyor, “Biz zaten gerekli yardım hamlelerini yaptık” yalanıyla hem dünya kamuoyu hem de mürettebatın yakınları kandırılıyor.
Ölüm ne yana düşer usta, yalanlar ne yana...
Putin yerine amiral var...
Modern sinema içinde ancak bir ‘ergen’ tavrı olarak hatırlanacak, kuşkusuz devamı da pek gelmeyecek ‘Dogme 95’ akımının Lars von Trier’yle birlikte öne çıkan ismi Thomas Vinterberg, zaten bir süredir ‘konvansiyonel’ anlatım biçimleriyle haşır neşirdi. ‘Kursk’ da benzer bir mantığın ifadesi. Özellikle denizaltı filmlerinin şahikası ‘Das Boot’tan biliriz ki, sonar sesi bu türe ait önemli bir efekttir, lakin Vinterberg’in yapıtı bu sese odaklanacak zamanı bulamadan patlamayla uğraşıyor. ‘Kursk’ ait olduğu kategoriye damgasını vuracak bir yapım değil ama yine de ele aldığı tarihi facianın acılarında ve tortularda, doğru noktalarda geziniyor; hatırlatmalarda bulunuyor.
Belki şu tavrı eleştirilebilir: Öyküde Putin yok, yerine sahaya yaşlı bir amiral (ismi Petrenko) sürülmüş; toplumsal isyan ona yöneltiliyor. Ayrıca Putin’in olaya ilişkin basın toplantısında faciada oğlunu kaybetmiş öfkeli bir annenin görevliler tarafından (kimilerine göre KGB ajanları) sakinleştirici iğne vasıtasıyla susturulması meselesi de filmde Petrenko’ya tepki olarak yansıtılmış.
Mikhail Kalekov’da Belçikalı aktör Matthias Schoenaerts’ı, hamile eşi Tanya’da Léa Seydoux’yu, İngiliz komutan David Russell’da Colin Firth’ü, Amiral Petrenko’da da Max von Sydow’u izlediğimiz ‘Kursk’, uluslararası bir oyuncu kadrosu ve İngilizce konuşan karakterleriyle, bu yürek burkan vakayı sakin bir anlatımla sinemalaştırıyor. “Kurgusal karakterler eşliğinde tarihsel gerçeklerle fazla oynanmamış’ (tersi bir örnek olarak, ‘Türk İşi Dondurma’yı gördük yakın zaman önce) bir film izlemek istiyorsanız, buyurun salona” diyoruz...
Ölüm ne yana düşer usta, yalanlar ne yana...

 ‘Çizme’yi sürekli aşmak…
Siyaset, sanat, tarih, mimari, hukuk, müzik… Neron, Caligula, Sezar (ve de Brütüs tabii ki!), Makyavel, Da Vinci, Michelangelo, Raphael, Brunelleschi, Verdi, Puccini, Paganini, Rossini… Say say bitmez… Uygarlık tarihine iyisiyle kötüsüyle derin izler bırakmış bir ülke, bir medeniyet… Bütün bu değerlerin adresi İtalya’nını modern zamanlardaki en tartışmalı iki politik karakteri vardı sanırım; biri Benito ‘Duçe’ Mussolini, diğeri de Silvio Berlusconi… Biri ‘Çizme’deki faşizmin öncüsüydü ve Hitler’in yancısı olarak yaşadı ve öldü, diğeri ise yakın tarihin önemli bir figürü oldu, ülkenin geleneksel değerlerini alt üst etti. İtalyan sağının gözde yıldızı, ülkenin en zengin insanı, aynı zamanda medya patronu, aynı zamanda kulüp başkanı (Milan), aynı zamanda bankacı, aynı zamanda başbakandı… Böylesi bir tabloda da gücünü kendi ekonomik ve siyasi çıkarları için kullandı elbet… Kişiliği hep tartışıldı, klasik devlet adamı profilinden uzak görüntüsü eleştiri konusu oldu. ‘Rahmetli’ Umberto Eco onu şöyle tanımlıyordu: “Tam bir anti-entelektüeldi. Yirmi yıldır eline tek bir roman almamasıyla övünürdü. Ama iletişimde bir dehaydı. Aksi takdirde bu kadar zengin olamazdı. En başından beri hedef kitlesini belirledi; televizyon seyreden orta yaşlı insanlar...”
Ölüm ne yana düşer usta, yalanlar ne yana...
‘Çürümenin filmi’
Paolo Sorrentino, kimi filmlerinde ara yollara sapıp başka meselelerde mola verse de genel olarak sinema yoluyla ülkesinin, özellikle de siyasetteki hal ve gidişatını perdeye taşıyan bir isim. 2008 tarihli çalışması ‘Il divo’da Julio Andreotti’nin hikâyesinden pasajlar aktarmıştı, iki bölümde çektiği ‘Loro 1’ ve 2’de de Berlusconi’yi anlatıyor. Bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan ‘Loro’ ise, iki filmin harmanı niteliğinde…
155 dakikalık yapım, Güney İtalya’daki Taranto’da küçük çaplı işlerle uğrayan kadın pazarlamacısı Sergio Morra’nın Roma’daki gücün kokusunu hissedip hedefini merkeze yöneltme gayretleriyle start alıyor ve bir noktadan sonra da Sardunya’daki villasında tekrar politik kimliğinin peşine düşmek için çabalayan Berlusconi’nin hayatına dahil oluyor. ‘Loro’, ‘politik satir’ tanımlamasının çizgileri dahilinde dolaşıyor. Senaryosunu Sorrentino’yla birlikte Umberto Contarello’nun kaleme aldığı film, lüksün ve eğlencenin ön planda olduğu zevk ve sefa görüntülerinde dolaşırken geleneksel değerlerin ötelendiği, ahlaki ve sosyal çürümenin her tarafı sarıp sarmaladığı bir tasvire soyunuyor.
Ölüm ne yana düşer usta, yalanlar ne yana...
‘Muhteşem Güzellik’ tadında…
Bazı durumlarda cinsellikle, bazı durumlarda parayla satın alınan politikacılar ve kurumsal yöneticiler, parıltının peşine katılan genç kadınlar, seks ve uyuşturucu partileri, öte yandan karısı Veronica’yla kültürel uyuşmazlık yaşayan Berlusconi, sola ilişkin iğnelemeleri, yerine göz diken sağcı siyasetçiler, futbolcu transferleri (sanırım Marcel Dessailly’ye gönderme vardı), L'Aquila depreminin yarattığı kaos derken ortaya görsel yönü çok güçlü, içerik olarak da göndermeleri ve ele aldığı portreye ilişkin saptamaları güçlü bir film çıkmış. Atmosfer açısından Sorrentino’nun başyapıtı ‘Muhteşem Güzellik’e yakın duran ‘Loro’, etkileyici bir siyasal kolaj.

Haberin Devamı

Performanslara gelince: Toni Servillo, Berlusconi’yi hınzırca ve yer yer şeytanca bir portreyle perdeye taşırken Elena Sofia Ricci de elinden düşürmediği kitaplarla ve dertleriyle, adeta aralarındaki mesafe kilometrelerce açık gibi duran karısı Veronica Lario’da etkileyici bir profile soyunuyor. Keza Sergio Morra’da da Riccardo Scamarcio çok iyi…

Haberin Devamı

Sonuç? Yılın en iyilerinden biri ‘Loro’ (İtalyanca anlamı ‘Onlar’), kesinlikle kaçırmayın derim…
(5 üzerinden 4 yıldız)
Loro Yönetmen: Paolo Sorrentino Oyuncular: Toni Servillo, Elena Sofia Ricci, Riccardo Scamarcio, Kasia Smutniak, Euridice Axen, Fabrizio Bentivoglio, Roberto De Francesco, Dario Cantarelli, Anna Bonaiuto, Giovanni Esposito, Ugo Pagliai, Ricky Memphis, Duccio Camerini, Yann Gael, Alice Pagani, Caroline Tillette, Iaia Forte, Michela Cescon, Roberto Herlitzka, Carolina Binda, Pasqualina Sanna, Fabio Concato 
İtalya yapımı 
Ölüm ne yana düşer usta, yalanlar ne yana...
‘Oxford Sözlüğü’ vardı da bakmadık mı?

Malum, İngilizce bir dünya, ondan öte sömürge diliydi… Gezegenin pek çok köşesinde kullanılan, konuşulan, yazılıp çizilen bir dil… Lakin bu dağılımın toplanacağı ve köklerini bulacağı bir temele ihtiyaç vardı; yani büyük bir İngilizce sözlüğe… Böylesi bir yükün altından da kalksa kalksa Oxford gibi devasa bir çınar kalkardı. Ve fakat gemiyi kim yönetecek, doğru limanları, rotaları kim tayin edecekti?

Haberin Devamı

Sonunda 1857’de, Oxford İngilizce Sözlüğü’ne işinin ehli bir editör bulunuyor: Diploma sorunu yaşamasına karşın İngilizce kadar çok sayıda yabancı dile hâkim İskoç kökenli James Murray... Bu alabildiğine zorlu ve meşakkatli görevin üstesinden kalkabilmek ve sözlüğü bir an önce yayımlayabilmek için bütün bir İngilizce konuşan toplumlar seferber ediliyor ve herkesten, kelimelerin etimolojik kökenlerine ilişkin yardım isteniyor. Gelişkin posta ağı sayesinde küçük-büyük bütün notlar Murray yönetimindeki ekipte toplanmaya başlıyor. Ama yine de çalışma yeterince hızlı ilerlemiyor.

 Kesişen yollar…
Amerikan iç savaşında doktor olarak görev alan, lakin bir asker kaçağını cezalandırırken yüzünü dağlama esnasında psikolojik sorunları tetiklenen Dr. William Chester Minor, savaş sonrası soluğu Londra’da almıştır. Ne var ki yüzü dağlanan erin peşinde olduğu inancındadır. Bir gece, söz konusu kişi sanarak suçsuz birini öldürür. Bu cinayetin ardından altı çocuklu Eliza Merrett, dul kalmıştır. Bir hastanede psikolojik gözetim altında tutulan Minor ise önce Eliza’yla yüzleşir, derken sözlük çalışmalarından haberdar olur ve kendisini, sözlüğe adar. 10 bine yakın kelimenin etimolojisiyle uğraşan doktor, adeta Murray’e Tanrı’nın gönderdiği bir yardımdır. Çok geçmeden iki adamın yolları kesişir…
Ölüm ne yana düşer usta, yalanlar ne yana...
İngiliz gazeteci-yazar Simon Wincester’ın 1998 tarihli romanı ‘The Surgeon of Crowthorne: A Tale of Murder, Madness and the Making of the Oxford English Dictionary’ (ki Amerika’da ‘The Professor and the Madman’ ismiyle basılmıştır), bu iki kişiliğin yollarının kesişme öyküsünü anlatır. İşte bu söz konusu roman, artık film olarak huzurlarımızda. Mel Gibson’ın 2006 tarihli yapıtı ‘Apocalypto’nun yazarı Farhad Safinia’nın ilk uzun metrajlı çalışması olan ‘Deli ve Dâhi’ (‘The Professor and the Madman’), Minor’ın işlediği cinayetle açılıyor, sonrasında doktorun hâkim karşısına çıkma ve hastaneye yatırılma sürecini izliyoruz. Ardından film Murray cephesine yöneliyor ve bir noktadan sonra paralel ilerleyen öykünün arterleri birleşiyor…
Dickens’vari tat…
Ölüm ne yana düşer usta, yalanlar ne yana...
‘Deli ve Dâhi’, azimli bir dilbilimciyle nihayetinde şizofreni teşhisi konulan bir doktorun ortak çalışmalarında hayat bulan bir sözlüğün yaratılma hikâyesi aynı zamanda. İran kökenli Safinia, bu dağınık gibi görünen öyküyü toparlamayı ve etkileyici anlarla süslemeyi bilmiş. Yer yer Dr. Minor üzerinden kocasını kaybeden Eliza Merrett’a kayan ve işin içine aile ve çocuklar girdiğinde seyircisinin gözyaşlarını teslim alan film, aslında belli bölümleri itibariyle Dickens’vari bir havaya bürünüyor (hoş, öykünün içinde üstadın ‘Büyük Umutlar’ına da fazlasıyla vurgu var). Hatta William Chester Minor’da bir parça Ebenezer Scrooge izlerini bulmak bile mümkün…

Haberin Devamı

Genel olarak geleneksel anlatım kalıplarına sırtını yaslayan öte yandan tarih sahnesinden çekip çıkardığı ana karakterlerini etkileyici performanslarla sunan bir film ‘Deli ve Dâhi’. Murray’de Mel Gibson, ‘Braveheart’tan sonra yeniden bir İskoç’a hayat verirken Sean Penn de Dr. Minor’da sanki ‘Dead Man Walking’den de pasajlar sunuyor. Eliza’da Natalie Dormer (‘Game of Thrones’un Margaery Tyrell’ı), Murray’nin karısı Ada’da Jennifer Ehle, gardiyan Muncie’de Eddie Marsan, Dr. Richard Brayne’da Stephen Dillane gayet iyiler.  

Sonuç olarak trajedi yüklü yanlarının yanı sıra dönemin yanlış psikiyatrik tedavi yöntemlerinin de altını çizen ‘Deli ve Dahi’yi kaçırmayın derim… Bu arada filmin senaryosuna emektar İngiliz sinemacı John Boorman’ın da katkıda bulunduğunu belirtelim.

( 5 üzerinden 3.5 yıldız)Deli ve Dâhi
Yönetmen: Farhad Safinia
Oyuncular: Mel Gibson, Sean Penn, Natalie Dormer, Jennifer Ehle, Eddie Marsan, Stephen Dillane, Steve Coogan, Ioan Gruffudd, Jedemy Irvine, Brian Fortune

İrlanda yapımı

Haberin Devamı

Diğer seçenekler…

Mehrdad Ghafarzadeh imzalı ‘Bana Bir Aşk Şarkısı Söyle’nin kadrosunda Yusuf Çim, Afsaneh Pakroo, Ali Burak Ceylan ve Pejman Bazeghi gibi isimler yer alıyor. Haftanın animasyon seçeneği ‘Sevimli Ejderha Kokonat: Ormanda Şenlik’i Anthony Power yönetmiş. Donovan Marsh imzalı ‘Katil Avcısı’nın (‘Hunter Killer’) başrollerinde Gerard Butler, Gary Oldman, Linda Cardellini isimler var. Yerli gerilim ‘Şeytan Oyunu’nu Kadir Genç yönetmiş, oyuncular Burak Ergün, Neslişah Ertürk ve Dilek Karadayı. Japon filmi ‘Şişman Harekât Timi’, Bei-Er Bao imzasını taşıyor, oyuncular Bei-Er Bao ve Zhang Wen. ‘Aşktan Kaçılmaz’ı ise Jesse Peretz yönetmiş, oyuncular Ethan Hawke, Rose Byrne ve Chris O’Dowd.

 

 

 



Yazarın Tüm Yazıları