Bugün bu zor vedayı yapıyorum.
Değerli okurlarıma ve çalışma arkadaşlarıma yürekten teşekkür ediyorum.
En iyi dileklerimle, saygılarımla.
İçeride, yani “milli” ekonomi çevrelerinde yaygın beklenti, doların cazibesini kesecek düzeyde TL faizinin arttırılmasıdır.
Bizim Merkez Bankası da 3 Eylül’deki açıklamasında “fiyat istikrarı doğrultusunda elindeki bütün araçları kullanmaya devam edeceğini” vurgulayarak faizin arttırılacağı sinyalini vermişti.
Sadece iç ekonomi çevreleri değil...
İki gün önce ABD’li yatırım bankası Morgan Stanley, “Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın politika faizini 425 baz puan sıkıştırarak yüzde 22.0’a çıkarmasını beklediklerini” açıkladı.
Türk ekonomisinin sağlığa kavuşması yabancıların da yararınadır, bizimle daha çok iş yaparlar.
Bu tabloyu komplo teorileriyle açıklayabilir miyiz? Kim faiz lobisi, kim döviz lobisi?
ALTINLAR BANKAYA
Hükümet, 2016 sonunda başlattığı kampanyayla
El öpmek ayrı bir şey; çok defa samimi saygıyı ifade eden bir âdetimizdir.
Asıl sorun “yaltaklanma, dalkavukluk” anlamına gelen “etek öpme” deyimindedir.
Bir de çok şükür artık unuttuğumuz “saçak öpme” deyimi vardı. Bayramlaşmaya katılan devlet büyükleri padişahın tahtından sarkıtılan halı saçaklarını öperlerdi; mutlak itaat ve sadakat beyanı olarak.
TEPKİLER BAŞLIYOR
Hayatın nimetlerinin eğitimle ve piyasada iş yaparak değil, “büyükler”in takdir ya da lütfuyla kazanıldığı bütün eski toplumlarda böyle davranışlar yaygındı.
Krallar, padişahlar aynı zamanda “velinimet”tiler.
Bütün milletlerin geçmişinde görülen “hiyerarşik toplum” tipinde baş başa bağlıydı, başlar da padişaha...
Uzun asırların pekiştirdiği bu yapıda Osmanlı’nın son zamanlarında yaşlı paşalar saçak öpme âdetini yadırgamazlar,
Arkadaşımız Neşe Karanfil’in haberine göre, kamuda taşıt alımlarına 2010 yılında 265.7 milyon lira harcanırken, 2016 yılında bu rakam 1.1 milyarı hava taşıtı olmak üzere 2.3 milyar liraya çıkmış; 2017’de biraz tasarruf olmuş, 2.3 milyardan 1 milyar 85 milyon liraya inmiş. (Hürriyet, 5 Eylül)
Son altı-yedi yılda iktidar gücünü konsolide ettikçe makam giderleri böyle artmış.
BİHRUZ BEY
Modern edebiyatımızın öncülerinden Recaizade Mahmut Ekrem’in en ünlü romanı “Araba Sevdası”dır. Romandaki Bihruz Bey, Şerif Mardin’in “Tanzimat’tan Sonra Aşırı Batılılaşma” makalesinde belirttiği gibi tipik bir “alafranga” örneğidir.
Yüzelli yıllık yayın hayatının bütün dönemlerinde liberal demokrasiyi ve serbest piyasayı savunmakta olan The Economist dergisi bugünkü dünyayı şöyle tasvir ediyor:
“Demokrasi Amerika’da tehlikeli bir dönüşte. Avrupa’da, Asya’da, Latin Amerika’da popülistler ilerliyor. Otoriterler gücünü pekiştiriyor. Liberal düşünürlerin en karamsarları bile bu kadar karamsar olamazdı.”(11 Ağustos)
Dergi ağustos başından itibaren liberal demokrasinin büyük filozoflarını anlatan makaleler yayımlıyor; demokrasi kültürünü güçlendirmek amacıyla tabii.
Son sayısında ise “illiberal”, yani otoriter, hatta totaliter eğilimlerin üç büyük filozofunu ele aldı: Rousseau, Karl Marks ve Nietzsche...
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin ve Ruhani’ye, TV ekranlarından bütün dünyaya ifade ettiği şu sözlerin altını çizmek gerekir:
“İdlib sadece Suriye’nin siyasi geleceği için değil bizim milli güvenliğimiz ile bölgenin barış ve istikrarı bakımından hayati öneme sahiptir.”
Rusya ve İran böyle bakmıyor; onlar Suriye’de nüfuz kazanma peşindeler.
Esastaki bu farklılık, zirvede üç noktada kendini gösterdi.
1) Esad güçleri Rusya ve İran desteğiyle İdlib’de muhalifleri ezmek için genel bir saldırıya kalkarsa 1 milyona yakın mülteci Türkiye’ye göçebilir! Türkiye bu defa sınırı kapattı, göçmenler Suriye içinde tutulacak fakat bunun maliyeti yine büyük oranda
Türkiye’ye binecek.
2) Stratejik bakımdan Suriye’nin geleceği İdlib’de belirlenecek. Esad’a karşı son silahlı direniş ve terör unsurları İdlib’dedir. Esad İdlib’e hâkim olursa Suriye’deki hâkimiyetini kesinleştirmiş, Rusya ve İran’ın nüfuzu da büsbütün güçlenmiş olacak.
Esad hâkimiyetindeki bir Suriye Ankara’nın istemediği sonuç olur.
MUHALEFET COĞRAFYASI
İdlib, Afrin’in güneyinde, Hatay’ın Reyhanlı ilçesine komşu 4 milyon nüfuslu bir bölgedir. Astana Mutabakatı’na göre İdlib “çatışmasızlık bölgeleri”nden biridir; en önemlisidir. Rusya’nın, İran’ın ve en çok da Türkiye’nin askeri ve istihbari “gözlem noktaları” bulunmaktadır.
Çatışmasızlık bölgesi olduğu için hem çevredeki sivil halk, hem silahlı gruplar buraya sığınmıştır.
İdlib, tamamen Esad güçlerince kuşatılmıştır; Esad, Rusya ve İran’ın desteğiyle İdlib’i ele geçirebilir fakat insani facialar yaşanır.
Bugün İdlib’de Rusya destekli Esad’ın girişebileceği katliam ihtimalini yazacaktım. Sayın Cirit’in “Hukuk fakülteleri beş yıl olsun” önerisini okuyunca bu konuyu yazmaya karar verdim.
Geçen adli yıl konuşmasında ifade etmişti, şimdi resmen YÖK’e iletmiş; yürekten destekliyorum.
HUKUK VİCDANI
Hukuk fakültelerine giriş için asgari puan uygulamasını başlatarak konuya verdiği önemi gösteren YÖK Başkanı Prof. Yekta Saraç’ın da bu fikri benimseyeceğini umuyorum.
YÖK bünyesinde Prof. İzzet Özgenç bunun için çalışmalar başlatmıştı; gerekli bilgi birikimi YÖK’te mevcuttur.
Mesele beş yıldan ibaret değil. Başkan Cirit, birinci sınıflarda şu derslerin okutulmasını istiyor:
Finans merkezi olan Londra’daki görüşmeleri daha bir önemli. Hatırlayın, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya Londra’da büyük finans kuruluşları ile görüşmüş, “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı” ve “kurallı piyasa ekonomisi” gibi konularda güvence vererek piyasaları sakinleştirmiş, dolar 4.5’li rakamlara inmişti. (30 Mayıs)
Albayrak, Londra’da Maliye Bakanı Philip Hammond ve Devlet Bakanı Alan Duncan’ın ardından dün de “dünyanın en büyük finans kuruluşları”yla görüştü.
Haberlere göre bunlar, “toplamda 15 trilyon dolar büyüklüğünde varlığı yöneten firma başkan ve yöneticileri”dir.
‘RASYONEL DİL’
Prof. Dr. Kemal Gözler’in “Türk Anayasa Hukuku” adlı başeserinin yeni baskısı ağustos içinde yayımlandı (Ekin Yayınları).
Kitap anayasa hukukunu, yani hukuk devletinin temel ilkelerini ve gelişim tarihini, bizim 1876’da başlayan anayasa serüvenimizi anlatmaktan ibaret değil. Kitap güncel sorunları, bu arada 2017 referandumunda kabul ettiğimiz Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini de irdeliyor.
YARGI BAĞIMSIZLIĞI
Kitap tarihte ve günümüzde anayasa sorunlarımızı somut olarak ele aldığı için soyut bir hukuk kitabı olmanın çok ötesine geçiyor. Hukukun bir hayat sorunu olduğu böylece daha kolay anlaşılıyor.
Türkiye’nin buna ihtiyacı olduğunu yıllardır yazıyorum.
2002-2011 diyorum, bu AK Parti iktidarıyla ilgili... Yoksa Türkiye’de AB reformları Ecevit hükümeti zamanında başlamış, mesela idam cezası “harp hali” dışında kaldırılmış, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı için kanuni düzenleme yapılmıştı.
Bugün ekonomideki ağır sorunları aşmak için Avrupa’ya ciddi ihtiyaç duyuluyor. Trump karşısında Avrupa’dan Türkiye lehine açıklamalar gelmesi de bu düşünceyi güçlendirdi. Fakat...
‘DÖRT BAKAN’ AÇIKLAMASI
Dışişleri, İçişleri, Adalet, Hazine ve Maliye bakanları arkalarına AB bayrağını da alarak yaptıkları basın toplantısıyla Avrupa standartlarına yöneliş niyetini açıkladılar.
“Reform Eylem Grubu” (REG) denilen bakanların açıklamaları çoğunlukla soyut sözlerdi.
Siyasi tutuklamalar ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığı gibi ekonomide de hemen olumlu etkisi görülebilecek konularda somut şeyler söylemediler. Muhtemelen bu yüzden beklenen etkiyi göstermedi.
Mesela Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu... Kısaca
Osmanlı dönemindeki tarihçilerin böyle bir kavrayışı yoktu. Cumhuriyet devrindeki tarih araştırmalarıyla tam olarak gördük ki Malazgirt Anadolu’da Türk vatanının kurulmasına kapı açan, insanlık tarihinin de akışını değiştiren çok büyük bir dönüm noktasıdır.
Asırlar içinde yol açtığı bu sonuçlar askerî zafer niteliğinin çok ötesinde, çok ilerisindedir.
OSMANLI ASIRLARINDA
Osmanlı asırlarında bütün dünyada “hanedan tarihçiliği” vardı; bir de dinî tarihler.
30 Ağustos 1922’de kurtuluşunun “Büyük Zaferi”ini kazandı.
Malazgirt’ten hemen beş yıl sonra Kutalmış oğlu Süleyman Şah İznik’i başkent yaparak Anadolu’da ilk Türk devletini kuracak, yirmi yıl sonra I. Kılıçarslan İznik yakınlarında Haçlı ordusunu mağlup edecekti.
Yahya Kemâl’in belirttiği gibi kuruluşla kurtuluş arasında yaşadığımız “bin yıl” zaferleriyle ve mağlubiyetleriyle, kudret ve ıstıraplarıyla “millet” olmamızı yoğurdu; devlet, bayrak, vatan duyguları gelişti.
Aşiretler topluluğu olarak kalmaktan böyle kurtulduk; Ortadoğu’dan farkımız budur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Merkel ve Macron’la, sonra da İngiltere Başbakanı May’le yaptığı telefon görüşmelerini Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın Alman ve Fransız mevkidaşlarıyla görüşmeleri izledi.
İngiliz mevkidaşıyla da görüşecek.
Peşpeşe olumlu açıklamalar yapılıyor, Trump’ın politikaları birlikte eleştiriliyor.
Fakat Macron’un açıklamaları esef vericidir.
Trump’ın partisinde Senatör McCain saygın bir politikacıydı; yüksek sesle ve ağır ifadelerle Trump’ı eleştiriyordu.
Arkadaşımız Cansu Çamlıbel yazdı: McCain cenazesine Trump’ın katılmamasını vasiyet etmiş.
Türkiye’nin değerini bilen McCain seçilmiş olsaydı muhtemelen Türk-Amerikan ilişkileri bugünkü krizli duruma sürüklenmez; Ankara da “Rusya stratejik ortağımızdır” gibi pek aceleci ve Rusya tarafından teyit edilmeyen açıklamalar yapmazdı sanıyorum.
YOZLAŞMANIN RESMİ
Yozlaşmanın resmini görmek bakımından Trump’ın eski Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın askeri öğrencilere söylediği şu sözler önemlidir:
“Liderlerimiz gerçeği saklamaya çalışırsa ya da biz halk olarak artık gerçeklere dayanmayan alternatif gerçekleri kabul edersek, o zaman ABD vatandaşları olarak özgürlüğümüzden vazgeçme yoluna gireriz... En kıymetli varlığınız olan dürüstlüğünüzü asla kaybetmeyin” (17 Ağustos)
Popülizmin yükselişinde uzmanlık bilgileri ve gerçeği araştırmak yerine
Namık Kemal’ler unutulmasın diye.
Arapçada ve fıkıhta “hür” kelimesi, köle statüsünde olmamak anlamındadır. Namık Kemal’den itibaren hürriyet kelimesi artık seçme hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, fikir ve ifade hürriyeti, eleştiri hürriyeti, yani otorite karşısında hür olmak anlamını kazandı.
Siyasi otoritenin “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak yüceltildiği bir gelenekte “otorite karşısında hürriyet” fikrinin savunulması ne kadar önemlidir, değil mi?
Namık Kemal’den itibaren bütün nesiller hürriyet kavramını bu anlamda kullandılar, savundular; Cumhuriyet’i kuracak nesillere devrettiler.
Ama Amerika gibi çok güçlü bir devletin başında olduğu için dünyanın başına bela oluyor...
Amerika gibi kuvvetler ayrılığının köklü şekilde kurumlaştığı bir devletin başında olduğu için soruşturmalarla kendi başı da belada.
TRUMP FENOMENİ
Küreselleşme “gelişmekte olan ülkeler”i güçlendirdi. ABD belki hâlâ “en büyük güç” ama artık “tek güç” değil. Özellikle küreselleşmenin şampiyonu Çin çok ciddi rakip...
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer 11 Şubat 2001 günkü MGK toplantısında Ecevit’le tartışmış, elindeki anayasayı Ecevit’e fırlatmıştı.
Fevkalade rencide olan Ecevit “Bu bir devlet krizidir” diye açıklama yapınca zaten dolmuş olan bardak bu damla ile taşmış, kriz patlamıştı.
Borsa yüzde 14.6 düşmüş, repo faizleri yüzde 7 bin 500’e fırlamış, dolar bir misline yakın artmıştı.
Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizidir.
Bir ülkedeki krizin şu veya bu ölçüde bütün ülkeleri olumsuz etkilediği bir çağda yaşıyoruz. En büyük ortağımız Avrupa olduğu için Türkiye’yi destekleyen açıklamalar da peş peşe oradan geliyor.
EKONOMİ GÖZÜYLE
Başta Avrupa ekonomisinin en güçlü iki lideri Merkel ve Macron olmak üzere Avrupa ve AB liderleri tabii bu konuya ekonomi gözüyle bakıyorlar, “Türkiye’nin krizi kimsenin yararına değil” diyorlar.
Gerçekten bizim ithalatımız azalırsa onların da ihracatı azalır...
Hukuk, ekonomi, tarih gibi belli bir düzeyde bilgi ve en azından terimleri bilmeyi gerektiren konularda da esip gürlüyoruz.
Okumadan, öğrenmeden kimsenin aklına gelmeyen komplo teorilerini keşfediyoruz. Bilim insanlarının akıl erdiremedikleri çözümleri ideolojik sloganlar halinde coşkuyla savunuruz.
Her kademede okullaşma düzeyimiz eski yıllara göre çok geliştiği halde hâlâ yeterince okumuyoruz.
Bu bizim eski, köklü hastalığımızdır.
Namık Kemal bu hastalıktan ne kadar dertliydi, bir bilseniz.
NAMIK KEMAL YAZMIŞTI
Yüz elli yıl önce Namık Kemal, 29 Aralık 1872 günkü Hadîka gazetesindeki yazısına “Biz Hiç mi Okumayacağız” başlığını koymuştu. Günümüz Türkçesiyle şunları yazıyordu:
“Okumak bilmeyen insanın gözü değilse bile aklı
Tutuklu gazeteciler
ANAYASA Mahkemesi nihayet kıpırdadı ve aylardır bekletip gündemine almadığı tutuklu gazetecilerin başvurusunu 11 Ocak günü görüşmek üzere gündemine aldı.
Şahin Alpay, Mehmet Altan ve Turhan Günay’ın bireysel başvurularına ilişkin karar verecek ve tabii emsal oluşturacak.
Öbür tarafta, AİHM Nazlı Ilıcak, Ahmet Şık, Ali Bulaç, Murat Sabuncu ve Ahmet Altan dahil tutuklu gazetecilerin başvurularını kabul etti, Adalet Bakanlığı’ndan savunma istedi ve sanırım birkaç ay içinde AİHM’den kararlar çıkacak.
Anayasa Mahkemesi kendisi dosyaları bekletirken AİHM’den karar çıkmasının yaratacağı olumsuz imajdan sakınıyor olabilir.
Ne olursa olsun, AYM iyi bir adım attı.
ILICAK’IN MEKTUBU
12 Eylül döneminde MHP davasında tutuklu olarak idamla yargılanmıştım. Bizi yargılayan hâkimler Vural Özenirler ve Ali Fahir Kayacan bağımsız vicdanlı hukukçulardı. İlk celsede tahliye edilmiştik.
Çıkmıştım ama işsizdim.
Nazlı Ilıcak’ın ve merhum Ahmet Kabaklı’nın merhum Kemal Ilıcak’a tavsiyesiyle Tercüman’da işe başlamıştım.
Şimdi Nazlı Ilıcak hapishanede. Bana yazdığı mektubu okurken ben de, eşim Tülin de çok duygulandık.
Ben askeri cezaevindeyken, sağcı-solcu bütün tutuklular, Nazlı Ilıcak’ın darbeyi eleştiren yazılarını büyük bir ilgiyle ve adalete katkısı olur umuduyla okurduk.
Şimdi müebbet hapis talebiyle yargılanan Nazlı Ilıcak hakkındaki iddianamede onun nasıl bir darbeci olduğunu göstermek için 12 Eylül darbesini de desteklediği ileri sürülüyor!
‘CEKETİN İKİ DÜĞMESİ’
Bizde iddianameler ve tutuklamalar maalesef böyle “retorik” süslemelerinden hâlâ arınamadı. Sırf hukuk kavramlarıyla yazılmış ve delillerle sınırlı hale gelmedi. “Sübliminal mesaj verdi, ceketinin iki düğmesini ilikledi, bilmemesi imkânsız, sürekli eleştirel yazılarla zemin hazırladı, örgütü sevimli gösterdi” gibi sübjektif nitelemeler ve niyet okumalar görüyoruz.
Bunlar hukuk kavramları değildir. Hukuk “niyet”e bakmaz, çünkü niyet bilinemez. Hukuk “kast”ın ne olduğunu yani “bilerek ve isteyerek” davranıp davranmadıklarına bakar.
Gazeteci veya esnaf, FETÖ’nün MİT tarafından zamanında bilinememiş gizli yönlerini ve MİT tarafından zamanında bilinememiş darbe hazırlıklarını “bildiklerini” ve “isteyerek” o yönde yazdıklarını veya yardım ettiklerini somut delillerle ispat etmek gerekir.
Hukukta “bilmemeleri imkânsız” diye hüküm inşa edilemez.
Bu sebeple diyorum ki, tutuklu profesyonel gazetecilerin hepsi, en geç AİHM’de aklanacaktır.
Niye suçsuz hapis yatsınlar? Tutuksuz yargılansınlar
GAZETECİ İMTİYAZLI MI?
Gazetecinin suç işleme imtiyazı mı var? Hayır, soruyu şöyle sormak gerekir: Farklı fikirleri ve olayların farklı yönlerini öğrenmeye vatandaşların hakkı var mı?
Bunu engellemeye çalışanlar hep oldu ama hiç kimse “vatandaşın haber alma, farklı fikirleri öğrenme hakkı yoktur” diyemedi.
Vatandaşın bu hakka sahip olmasının tek yolu da fikir ve ifade hürriyetinin bulunmasıdır, gazetecilerin AİHM standartlarında özgür olmasıdır.
Gazeteci suç işlerse elbette yargılanır ama “suç tanımı” siyasi değil, hukuki olmalı yani AİHM içtihatlarına uygun olmalıdır.
Ilıcak mektubunda darbe suçunu tanımlayan 309. maddeye dikkatimi çekmiş. Bu çok önemli olduğu için müstakil bir yazı konusu yapacağım.
Daha fazla gecikmez, yakında AYM ve AİHM kararlarını göreceğiz.
Tahliyeler de gecikmemeli değil mi? Tutuksuz yargılansınlar.
Haber Yorumlarını Göster
Haber Yorumlarını Gizle