Son Şam büyükelçisine göre Suriye’de güçlü merkezi hükümet gerekiyor ama...

Büyükelçi unvanıyla Türkiye’yi Şam’da temsil eden son Türk diplomatı olan Ömer Önhon’un “Büyükelçinin Gözünden Suriye” başlıklı kitabı, Suriye krizini mümkün mertebe yakından izlemeye çalışan bir gazeteci olarak benim açımdan ilginç bir okuma oldu.

Haberin Devamı

Gazeteci gözüyle uzaktan baktığınız birçok gelişme hakkında sahada o olayların içinde yer almış, rol oynamış yetkili bir diplomatın tanıklığı üzerinden paralel bir okuma yapmak, hem bilgilerinizi tazelemek, hem de boşlukları doldurarak olayları daha iyi anlamak bakımından yararlı bir egzersiz oluyor.

Geçen nisan ayında kendi isteğiyle emekliye ayrılan Önhon’un diplomatlık kariyerinin kayda değer bir bölümünü Suriye üzerinde geçirmiş olması, bu okumayı çok geniş bir zaman perspektifi üzerinden yapabilmemizi mümkün kılıyor. Zaten onun kariyeri Türkiye-Suriye ilişkilerinin son otuz yıllık seyrinin kronolojisiyle önemli ölçüde atbaşı gidiyor.

Son Şam büyükelçisine göre Suriye’de güçlü merkezi hükümet gerekiyor ama...

ÖCALAN SONRASI YAKINLAŞMA DÖNEMİ

Haberin Devamı

Önhon, 1998-2000 yılları arasında Şam Büyükelçiliği’nde “iki numara” olarak görev yaparken 1998 sonbaharında Türkiye’nin Suriye’yi Abdullah Öcalan’ı sınırlarından dışarı çıkarmaya zorladığı krize Şam cephesinden yakından tanıklık etmiş. Bunu, Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın 2000 yılı haziran ayında ölümü üzerine dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Şam’a yaptığı taziye ziyaretinin ivme verdiği ilişkilerdeki normalleşme dönemi izliyor.

Kitabın yazarı, 2002 yılında New York’a başkonsolos olarak gidiyor ve 2006 yılında merkeze dönüp bu kez Ortadoğu Genel Müdür Yardımcısı olunca yeniden Suriye dosyasını üstleniyor. Bu tarihe gelindiğinde normalleşme adımları yerini AK Parti döneminde belirginleşen kuvvetli bir yakınlaşma sürecine bırakmıştır.

Önhon, üç yıl sonra 2009 yılında terfi edip Şam’a Büyükelçi unvanıyla dönüyor. İlişkilerin sıçrama yaptığı, iki taraftan en üst düzey ziyaretlerin rutinleştiği, karşılıklı vizelerin kaldırıldığı, stratejik konsey toplantılarının düzenlendiği, hatta bu sıcaklık nedeniyle ABD’nin “kaşlarının kalktığı” bir dönemden söz ediyoruz.

BÜYÜKELÇİLİĞİN KAPISINI KİLİTLEYİP ANKARA’YA DÖNÜYOR

Bu kez 2010 sonunda Tunus’ta meydana gelen olaylarla birlikte buradan Ortadoğu’ya yayılan “Arap Baharı” rüzgârlarının Suriye’ye yansımalarını ve iç savaşın ortaya çıkışını bizzat sahada izleyecektir. Bu dönemde AK Parti iktidarı, önce Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı reform yönünde ikna çabasına girişecek, Esad adım atmayınca Ankara’nın bütün ağırlığını muhalefetten yana koyması ve ÖSO’ya verdiği kuvvetli destek nedeniyle ilişkiler kopacaktır.

Haberin Devamı

İç savaşın yol açtığı güvenlik riskleri altında dışarıda her gün bombaların patladığı bir ortamda 25 Mart 2012 tarihinde büyükelçiliği kapatmak görevi Önhon’a düşüyor. Şam’dan Ankara’ya döndüğünde Ortadoğu’dan Sorumlu Müsteşar Yardımcısı pozisyonuna getirilince Suriye dosyası kendisini yine bırakmayacaktır. Türkiye bu dönemde resmi politika olarak muhalefete büyük bir destek verirken, Önhon’u bu kez muhalefetin siyasi kanadıyla yürütülen toplantılarda, ayrıca Suriye krizine çözüm bulmaya dönük uluslararası diplomatik çalışmaların içinde görüyoruz.

Önhon, 2014 yılında Madrid’e büyükelçi olarak atanınca Suriye mesaisi bitiyor. Bununla birlikte, kitabında bundan sonraki dönemi bugüne kadar getirerek ve ülkenin geleceğine de bakarak Suriye dosyasını bir bütünlük içinde ortaya koyuyor.

Haberin Devamı

2011  BAŞINDA ANKARA’YA İÇ SAVAŞ UYARISI

Kitabının girişinde “Her şeyi yazdım mı diye sorulursa, cevabı evet değildir” diyor Önhon. Bununla birlikte, yine de bir büyükelçi açısından öznesi olduğu olayların, tanık olduğu gelişmelerin olabildiğince açık ve geniş bir dökümüne yer veriyor. Önhon’un hatıratı, bu yönüyle Suriye ve genelde dış politika konularına meraklı insanlar bakımından önemli bir referans kitap niteliği taşıyor.

İlginç olan bir yönü, kitabın özellikle diplomatlık mesleğinin kriz bölgelerinde ne gibi güçlükler içerebileceğini, ne kadar tehlikeli olabileceğini canlı bir şekilde göstermesidir. Dışarıda kimi çevrelerde atfedilen “monşer” algısına karşılık, iç savaş yaşanan bir ülkede hadiseleri sahada izlemek, bilgi almak ve merkeze rapor etmek durumunda olan diplomatların gerçekliği çok farklı.

Haberin Devamı

Kitabın dikkat çeken bir başka yönü, büyükelçinin Dışişleri Bakanlığı’na Suriye’deki muhtemel gelişmelerle ilgili yaptığı tahminlerdir. Önhon, Tunus’ta 17 Aralık 2010 tarihinde Arap Baharı’nı ateşleyen gösterilerin başlamasından hemen sonra 2011 başında merkeze gönderdiği anlaşılan bir değerlendirmede, “Bölgedeki toplumsal olayların yaşanmasına yol açabilecek nedenlerin ülkede mevcut olduğunu, Suriye’nin iç karışıklıktan muaf olmadığını” söylüyor.

Devamında “Heterojen yapısı dolayısıyla Suriye’de yaşanacak bir toplumsal olayın, diğer ülkelerden farklı olarak kısa süre içinde din/mezhep/etnik grup temelinde çatışmaya dönüşmesi neredeyse kaçınılmazdır. Bu rejim giderse yerine kimin geleceği de endişe konusudur” uyarısını da yapıyor.

Haberin Devamı

MUHALEFET NEDEN KAZANAMADI?

Büyükelçi Önhon, kitabında Suriye muhalefetinin neden başarısız olduğu sorusuna da yanıt arıyor. Bu bölüm Suriye’deki krizin geçen on yılının muhasebesi olması açısından özellikle önemli. Bir dizi faktörün bileşkesi olarak görüyor bu başarısızlığı.

Bunlardan birincisi, aslında Esad’ın güç paylaşma, hele hele iktidarı devretme niyetini hiçbir zaman taşımamış olmasıdır. Bu nedenle hiçbir zaman ciddi ve kapsamlı bir reform hareketine girişmemiştir.

İkinci neden, krizin başından beri “Esad rejiminin alternatifi nedir, kimdir?” sorusunun yanıtının boşlukta kalması ve rejim giderse devletin çökeceği, kaos ve anarşi ortamının doğacağı yolundaki yoğun kaygılardır. Büyükelçi, bu kaygıların o dönemde hem uluslararası camiada hem de Suriye halkında mevcut olduğunu kaydediyor.

Üçüncü bir neden uluslararası camianın “ikircikli” davranmış olmasıdır. Rejime karşı muhalifleri destekleyen ve teşvik eden ülkeler bir süre sonra geri çekilmiş ya da kendi öncelikleri çerçevesinde hareket etmeye başlamıştır.

Muhalefetin bir araya gelip güçlenmek için çaba gösterip belli bir mesafe almış olsa da “gereken kıvamı tutturamamış olması” dördüncü faktördür. Bu noktada muhalefeti destekleyen ülkeler arasındaki görüş ayrılıkları ve etkili olma mücadelesi de hareketi zayıflatmıştır. Buna karşılık rejimi destekleyen İran ve Rusya, aralarındaki görüş farklılıklarına rağmen daha yeknesak bir tutum izleyebilmişlerdir.

Belirleyici faktörlerden biri de Rusya’nın 2015’te askeri gücünü Suriye’de sahaya indirmiş olmasıdır. Rusya, Suriye sahasında klasik Rus askeri doktrini ve güvenlik kültürünün fevkinde hareket etmiştir.

RADİKAL GRUPLARIN GELİŞİ ORTADA DURANLARI REJİME İTTİ

Bir diğer kritik gelişme Suriye’de ortaya çıkan radikal gruplar olmuştur. Önhon, bu radikal grupların sahneye çıkmalarının “oyun değiştirici” bir etki yaptığını belirtiyor. Büyükelçi, özellikle laik ve ılımlı Sünni çevreler ile diğer mezhep ve din mensuplarının radikal İslamcı gruplara dönük kaygılarını önemli bir faktör olarak vurguluyor. Kitaptaki şu değerlendirme bu bağlamda bir hayli dikkat çekici:

Bu radikal dinci grupların ideolojileri, kinleri ve cinayetleri, rejimi destekleyenleri daha da birbirine kenetledi. Rejime sempati duymayan ama ortada duran kesimleri ehven-i şer olarak rejimin yanına itti. Rejime karşı mücadele eden silahlı gruplardan ve özellikle ordudan ayrılıp muhalif saflara geçen kişilerden bir kısmı da bu radikal gruplar nedeniyle rejim saflarına yeniden döndüler... DEAŞ’ın Avrupa’da çeşitli şehirleri terör saldırılarıyla kana bulaması uluslararası camiada Suriye krizine bakış açısını değiştirdi. DEAŞ bir numaralı tehdit olarak ortaya çıktı.”

Önhon, başlangıç döneminde muhalefete sıcak baktığını gizlemiyor. Ancak muhalefetin sonradan uğradığı değişime de dikkat çekiyor: “İlk başka çoğu gayet halishane ve hatta naif duygularla ve makul taleplerle ortaya çıkan sıradan insanların yerini zaman içinde öldürmeyi tek çıkış yolu olarak gören insanlar aldı. Her iki tarafta da din istismarcıları, ideolojik sapkınlar, savaş vurguncuları kontrolü ele aldılar.”

GÜÇLÜ VE MEŞRU BİR MERKEZİ HÜKÜMET GEREĞİ

Peki Türkiye Suriye’de işlerin bu noktaya gelmesine engel olabilir miydi? Önhon, bu soruya yanıtı herkesin kendisine göre vereceğini söylüyor. Bu muhasebeye kendisi girmiyor. Yine de 16 Haziran 2011 tarihinde dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Ortadoğu ve diğer bazı önde gelen ülkelerdeki büyükelçilerle düzenlediği bölgeyle ilgili değerlendirme toplantısından yaptığı aktarımlar bu açıdan kayda değer görünüyor.

Arap Baharı”nın ilk dönemine rastlayan bu toplantıda çoğu büyükelçinin “Arap ülkelerinin işlerine karışılmasından ve yaşanan olaylara müdahil olunmasından kaçınılmasının uygun olacağı” görüşünü dile getirdiklerini belirtiyor Önhon. “Büyükelçiler bölgede meselelerin içine fazla girersek, sonrasında yarardan ziyade zarar görebileceğimiz uyarısında bulunuyorlardı” diye özetliyor yapılan konuşmaları.

Önhon, bugün gelinen noktada Suriye’nin geleceğine bakarken “toprak bütünlüğü ve siyasi birliğinin korunması için meşru ve güçlü bir merkezi hükümet gerektiğini” vurgulamakla birlikte, -gerçekçi baktığında- bunun çok yakın zamanda gerçekleşmesini pek mümkün görmüyor.

Keza “Kürtler Suriye’nin neresinde yer alacaklar?” sorusuna yanıt ararken, Suriye Demokratik Güçleri’nin DEAŞ’a karşı savaşmanın mükâfatı olarak ABD’nin koruma şemsiyesi altında “yarı devlet” kurduğunu, “Kürtler açısından” otonom yönetim tarzının yer aldığı bir yapının kabul edebileceklerinin asgarisi olarak göründüğünü yazıyor.

Önhon, kitabını Ortadoğu yeniden şekilllendirilirken, bölge sorunlarının çözümünde bölge ülkelerinin inisiyatif almaları ve çözüm çabalarını sahiplenmeleri gerektiği vurgusuyla bitiriyor. Büyükelçi, “Yoksa bölge dışı ülkeler, bir kez daha kendi çözümlerini dayatmaya çalışacaklar ve çözüm üretiyoruz diye yeni sorunlar üreteceklerdir” uyarısında bulunuyor.

Yazarın Tüm Yazıları