2020’den 2021’e dış politika(2) - Türkiye’nin ‘sert güç’ kimliği ön plana çıkıyor

Yakın zamana kadar ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi ve IŞİD’le Mücadele Koordinatörü olarak görev yapan, eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, geçenlerde Al Monitor’a verdiği kapsamlı mülakatta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı değerlendirirken onun “güç” faktörüne bakışına ilişkin bir dizi tespitte bulunuyor.

Haberin Devamı

Jeffrey, Erdoğan’ı gücün dilini çok iyi okuyan bir aktör olarak görüyor, “Nerede boşluk görürse hemen hamle yapıyor” diye konuşuyor.

Ardından “Son sekiz ayda İdlib’de, Libya ve Yukarı Karabağ’da yaptıklarına bir bakın. Rusya ya da Rusya’nın müttefikleri her üçünde de kaybeden taraf oldular” diye ekliyor.

Buna karşılık, ABD’nin eski Bakü büyükelçilerinden Matthew Bryza ise Kafkasya bağlamında Rusya faktörünü Jeffrey’den biraz farklı değerlendiriyor, en azından Rusya’nın da bu bölgede kazanan taraf olduğunu söylüyor.

Bryza, geçen salı günü Azerbaycan Dışişleri Bakanlığı’nın akademik merkezi olan ADA Üniversitesi’nin düzenlediği toplantıya hitabında “Güney Kafkasya’daki jeopolitiğin değiştiğinibelirttikten sonra, buradaki boşluğu “Türkiye ve Rusya’nın doldurduklarını” söylüyor.

Haberin Devamı

‘TÜRKİYE’YE BOŞLUK BIRAKMAYALIM’ TEMASI

Türkiye’nin jeopolitik boşluklardan yararlandığı teması bir süredir Batılı çevrelerde sıkça karşımıza çıkıyor. Örneğin, Almanya’nın Dışişleri Bakanı Heiko Maas, bu ayın başında ülkesinde yayımlanan “Der Spiegel” dergisine verdiği demeçte, Avrupa ve ABD’nin stratejik olarak yeniden daha yakın çalışması gerektiğini kaydederek şöyle diyor:

Libya ya da Suriye’de olduğu gibi, Rusya ya da Türkiye tarafından doldurulan bir boşluk bırakmamalıyız...”

İlginçtir ki, Rusya cephesindeki bazı kesimlerde de benzer çıkışlara rastlamak mümkün. Rusya’da yayımlanan ve daha çok iş çevrelerine seslenen “Kommerstant” gazetesinde 11 Kasım tarihinde çıkan Maxim Yusin imzalı bir makale bu bakışı ifade etmesi bakımından bir hayli fikir verici.

Rus yazar, Erdoğan’a dönük eleştirel bir bakışı yansıtan yazısında Erdoğan ve benzer çizgideki liderler için “Jeopolitik bir boşluğa tahammülleri yok. Mümkünse hemen dolduruyorlar, buranın başkalarının özel ilgi alanı olduğuna bakmaksızın... diye konuşuyor.

Rus yazarın Türkiye’den şikâyeti, kendisinin Rusya’nın doğal nüfuz alanı olarak gördüğü ve “Sovyetler sonrası alan” diye adlandırdığı bir coğrafyaya müdahil olmasıdır.

JEOPOLİTİK REKABET SERTLEŞİNCE

Haberin Devamı

 Jeopolitik boşlukların doldurulması tartışmasından, muhtelif coğrafyalarda patlak veren krizlerde bölgesel ve bölge dışı aktörlerin askeri ve siyasi yöntemlerle soruna müdahil olup, sahadaki durumu kendi çıkarları lehine şekillendirip güç kazanmalarını anlamamız gerekiyor.

Bir kriz bölgesini kendi etki alanı içinde görmek isteyen birden çok ülkenin bulunması kaçınılmaz olarak sert bir jeopolitik rekabeti de beraberinde getiriyor. Son dönemde Türkiye ile Fransa arasında yaşanan gerginliğin gerisinde başka faktörlerin yanı sıra Kafkasya’dan Doğu Akdeniz’e kadar uzanan geniş bir alanda böyle bir rekabetin etkisini de görmeliyiz.

Karabağ sorununda Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) bünyesindeki Minsk Grubu’nun Rusya ile birlikte eşbaşkanları olarak neredeyse 30 yıla yakın bir süre ipleri ellerinde tutan ABD ve Fransa’nın geçen sonbaharda Kafkasya’daki gelişmelerin seyrinde kendilerini birden denklemin dışında bulmaları, bu ülkeler açısından ciddi bir jeopolitik zemin kaybıdır.

Haberin Devamı

Bu yönüyle Türkiye’nin de son zamanlarda birçok coğrafyada birbiri ardına yaptığı hamleler nedeniyle artan ölçüde eleştiri oklarını üzerine çekmeye başladığına tanık oluyoruz. Türkiye, bu nedenle bir yandan bazı Batılı ülkelerin itirazlarıyla karşılaşırken, diğer yandan Libya’da Mısır gibi bölgesel aktörlerle de karşı karşıya geliyor.

ASKERİ AKTİVİZM ALANI GENİŞLİYOR

 Her yıl sonunda bu köşede yaptığımız dış politikayla ilgili genel değerlendirmelerde son iki yıldır Türkiye’nin bulunduğu bölgede askeri güç kullanmaktan kaçınmayan yeni yönelişini özel bir vurguyla işledik. Örneğin, bir yıl önce 3 Ocak’ta çıkan değerlendirmemiz “Bölgesel askeri aktivizm iyice yerleşiyor, sırada Libya var” başlığını taşıyordu. Libya, Irak ve Suriye’den sonra Türkiye’nin askeri aktivizmini sergilediği yeni bir adresi gösteriyordu.

Haberin Devamı

Oysa 2020’yi geride bırakmaya hazırlandığımız bugünlerde, listeye Libya’nın yanı sıra Güney Kafkasya’daki Dağlık Karabağ’ı da eklememiz gerekiyor. Azerbaycan toprakları üzerinde 1990’lı yılların başlarından bu yana sürmekte olan Ermenistan işgaline son verilmesi tam bir yıl önce 2020’ye adım attığımız günlerde kimsenin aklından geçen bir ihtimal değildi. Ancak neredeyse 30 yıl sonra sahada yaşanan sıcak çatışmaların ardından Ermenistan işgali sonlandırılmış bulunuyor. Burada da Türkiye’nin kısmen açıktan, kısmen perde arkasından etkin bir rol oynadığı bir olgudur.

Türkiye’nin askeri aktivizminin genişlemesi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de Suriye’den Libya’ya, Somali’den Azerbaycan’a kadar geniş bir coğrafyaya yayılmasını beraberinde getiriyor. Bu arada 2020’ye baktığımızda, Doğu Akdeniz’in özellikle yılın ikinci yarısında “sert güç” kullanımı anlamında Türkiye’nin en önemli önceliklerinden biri haline geldiğini görüyoruz.

Haberin Devamı

BİR DUAYENİN GÖZÜNDEN 2020: ‘YAYILMA YILI’

 Türkiye’nin dış politika alanındaki en kıdemli ve tecrübeli yazarı olan Sami Kohen, 2020’de Türk dış politikasının seyrini değerlendirdiği “Milliyet”teki dünkü yazısında, geride bıraktığımız yıl için “Yayılma Yılı” sıfatının uygun düşeceğini belirtiyordu.

Türkiye’nin dış politikada 2020’de faaliyet ve nüfuz alanını bölgesel ve küresel çapta genişlettiğini yazan Kohen, bu dönemde Türk dış politikasının en belirgin ve kalıcı özelliğini “etkinlik alanının yayılması olayı” olarak nitelendiriyor.

 ‘SERT GÜÇ’ ALGISI YERLEŞİRSE

 Bununla birlikte şahsi gözlemimiz olarak, bu süreç içinde “sert güç” faktörüne sıkça başvurulması ve bunun kuvvetli bir söylemle dış politika diline yansımasının beraberinde getirdiği önemli bir meseleye de dikkat çekmemiz gerekiyor. Bu mesele, Türkiye’nin uluslararası alandaki algısının artan ölçüde “sert güç” kimliği üzerinden tanımlanmaya başlanmış olmasıdır. Kuşkusuz, jeopolitik rekabette Türkiye’nin hamlelerinden rahatsız olan ülkelerin de bu algıyı yerleştirmeye çalıştıkları bir sır değildir.

Böyle de olsa, değindiğimiz bu algının kökleşmesi ihtimali Türkiye’nin elindeki diplomasi imkânlarının ve bu çerçevede “yumuşak gücü”nün ikinci plana düşmesi gibi bir risk doğuracaktır. Oysa Türkiye, AB’ye tüm üyelik perspektifi içinde demokratik reformlarını gerçekleştirdiği dönemde “yumuşak gücü” ile de çok geniş bir coğrafya üzerinde etkili bir cazibe merkezi haline gelerek azımsanmayacak bir etki icra edebilmişti.

Türkiye, “sert gücü” ile “yumuşak gücü”nün makul bir dengesini bulmak zorundadır.

Yazarın Tüm Yazıları