100 yıl sonra Han Duvarları

1922’de yazıldığı tahmin edilen “Han Duvarları”, Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Türk Yurdu” dergisinde, 1925 yılı Ocak ayında yayımlanmış bir şiiridir malum... Cumhuriyet döneminin bu klasiği, sonradan “memleket edebiyatı” denilecek bir akımın da başlangıcı kabul edilir. Şiiri severdim ama; dinlediğim bir resitalin, geçen cumartesi günü, beni 100 yıl öncesine, bu öykü ve milada götüreceğinden habersizdim...

Haberin Devamı


Oda müziğini (önceliğim “geleneksel makam müziğimiz” olduğu için değil), başbaşa halinin büyüsü sebebiyle, oldum olası, ayrı bir yere koyarım. “Sınırlı sayıda dinleyici kabul edebiliyoruz” ayrıntısı, daveti, zaten yeterince cazip kılıyordu. Üstelik, 5’inci kattaki 5 numaralı oda hıncahınç doluydu. 25 sandalyesi olan bir yerde 25 dinleyici varsa, başka bir sıfat aramak yersizdi.

ÖLÜM NEDENİYLE İPTAL
Resital ve söyleşinin sonunda, arpist, besteci Şirin Pancaroğlu ile ayaküstü konuşma fırsatı bulduk. Kariyerinde, bir kırılma noktası olduğunu dile getirdiği, (ve kendisini, “uluslararası ölçekte büyük bir yetenek” olarak niteleyen) “Washington Post” makalesini kastederek, “hayatınızı değiştirecek bir yazı yazabileceğime söz veremem...” diye başladım. Söyleşinin bir yerinde; Ankara’daki bir resitalinin, bütün biletler satılmış ve Resim Heykel Müzesi Salonu’nun bütün koltukları doluyken, tam sahneye adımını atacağı sırada (Özal’ın ölümü sebebiyle) iptal edildiğini anlatmıştı. Daldan dala atladığımız için, “...devlet büyükleri öldüğünde, sanat etkinlikleri neden iptal edilir? Hâlâ anlamam” cümlesine, küçük bir nazire ile karşılık veremedim. Oysa, “...Piyanist Prof. Wilhelm Kempff’in, 23 Kasım 1963’te, (Başbakan İnönü’nün, tüm kabinesini götürdüğü Ankara konserinden ve) Başkan John F. Kennedy’nin öldürülmesinden bir gün sonra, İstanbul konserini Kennedy anısına verdiğini, konser başlamadan önce tek başına sahneye çıktığını ve Başkan’ın anısına Beethoven’ın Sonat op. 26’sının 3. bölümü ‘Marcia Funebre’yi seslendirdiğini, sadece seyircilerden, ‘alkışlamamaları’nı istediğini...” fısıldayıverecek ve memleket sanatının, dünü ve bugününe ilişkin küçük bir dedikodu paylaşacaktım.
Kısa bir sörf ile ulaşabileceğiniz satırları, burada fazla vermek istemiyorum. Meraklısı, Pancaroğlu’nun, “...Klasik müzik geleneğinden yetişen Türkiye’nin önde gelen arp sanatçısı olduğunu, aynı zamanda geleneksel Türk müziği, doğaçlama, tango ve avangart türlerindeki çalışmaları ve mizansen içeren performanslarıyla da tanındığını, farklı soluklardan yorumcu ve bestecilerle yaptığı işbirlikleriyle dikkat çektiğini, müzik tarzlarını birbirinden ayıran tanımları neredeyse ortadan kaldırdığını, yeni müzik tarzlarına kapı açan bir duruş sergilediğini, güçlü yorumu ve çok yönlü sanatçı kişiliğiyle öne çıktığını, 2010 yılından bu yana, rengârenk işbirlikleri içeren albüm, proje ve turnelere imza attığını...” zaten biliyor.

DOĞURGANLIK ÖNCELİĞİ
Benim asıl altını çizmek istediğim “ışık”, yine söyleşi bölümünde müzik ve ruhun biribirine gıda olma niteliğindeki “doğurganlık önceliği” hakkında sorulan soruya verdikleri karşılıkta gizli. İçtenlikle sarf edilen, ruhun vazgeçilemezliği, yanıtı... “Yanlış nota çalmak önemsizdir; tutkusuz çalmak ise affedilmez” diyen Beethoven’in içindeki fırtınaya nasıl da benziyordu, bu dinginlik...
Fark ettim ki, bulunduğumuz mekanı, benzersiz ve biricik kılan, “Sanat Diyalogları / Müzik” dinletilerine katkı veren sanatçıların, yanlış nota çalmayacak kadar usta olması değildi... Mart 2022’de kapılarını açan ve bugüne kadar, “rebabi Mehmet Refik Kaya, neyzen Yavuz Akalın, udi Bülent Okan, trompetist Merve Dikerman ve genç tanburi Ahmet Yağmur Kucur ve son olarak da Şirin Pancaroğlu ile beraber bir eser seslendiren genç klarnist Seymen Özdeniz”i izmirlilerle buluşturan “HAN 505”in duvarlarına sinmiş olan tutkuya; icracı veya dinleyici kimliğiyle ruh üfleyen misafirlerin varlığıydı.
Faruk Nafiz, şiirdeki “Ellerim takılırken rüzgârların saçına...” mısrasını, kuşkusuz bir arpist için yazmış olamazdı. Ama, acaba bu bir “tevafuk” muydu? Çünkü, kısacık repertuvarda dinleyiciyi her yere götürecek kadar rüzgâr mevcuttu. Farklı coğrafyaların müziğini dinledik; “Bir nev’i peşrev niyetine...” dedikleri kendi bestesinden, bir Piazzola tangosunun “tango olmayan halleri”ne, sosyal medyada “Bir romans olarak..” diye tarif ettikleri alaturca yorumun renklerine ve nihayet “neveser” bir sirtonun delişmen gölgesine kadar, arp ile “hemhal” olma fırsatını bulduk.
Şiir, “Ey garip çizgilerle dolu han duvarları... / Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları...” diye biter. Yazılışından tam 100 yıl sonra; bu kez İzmir’de, han duvarlarının bana çağrıştırdıklarını anlatmaya çalıştım. “Memleket Sanatı”nın, yeni yüzyılındaki güzel günlerine dair umudunuzu (her şeye rağmen) taze tutun istedim.

Yazarın Tüm Yazıları