Çook yorgunuz...

“İnsanları yorgun kılan hayat değil, taşıdığı maskelerdir.” (William Shakespeare)

Haberin Devamı

Kaldırımlarda yürürken yoruluyorum... Bir parkta, bir kafede otururken de öyle oluyor. Arkadaşlarla sohbetteyken, kütüphanedeyken elimde kitap da olsa yoruluyorum. AVM ya da çarşıda, vitrinlere baktığımda birden anlam kayboluyor, bir anlamsızlık hücum ediyor, yorgunluk basıyor. Issız bir sokağın durağında beklerken de yoruluyorum, durağa yanaşan boş otobüsün sessizliğinden de... Trafikte seyreden konforlu bir arabanın içindeyken de geliyor yorgunluk, inip koşmak istiyorum. Her ortamda, hatta her yorgunluk bastığında olanca gücümle koşmak istiyorum... Yürüyerek gidecek olsak günler süren mesafeleri uçakla birkaç saatte geçerken öyle bir yoruluyorum ki, inip koşamadığım için yüzümü örtüyorum. Bazen bilmem kaçıncı kattaki eve ya da işe gittiğimde asansörde çıkıyor karşıma, göz göze geliyoruz ne yapacağımı şaşırıyorum. Evde kanepeye uzanıyorum, TV izlerken ayaklarımdan tüm vücuduma yayılan yorgunluk beynime sıçrıyor, bir haller oluyor, düşüncelerim donuklaşıyor, kayboluyorum...
Hayat bizi yoruyor muydu ne? Yoksa biz mi yaşayamıyorduk? Yorgunluğumuzun sebeplerini hayatın içinden çıkarmaya çalışmak, seslerin peşinden giderek sükûneti aramaya benziyordu. Hayat bir şekilde binlerce yıldır aynı ritimde akıyordu zaten. Ya içimiz?.. İçimizdeki, beynimizdeki hayat algısı; ihtiraslarımız, kaygılarımız, korkularımız, bencilliğimiz ve daha yüzlerce duygunun şekillendirdiği içimizdeki dünya nasıldı? Gerçeğinden çok ama çok daha hızlı dönüyordu. Gözlerimizi kısmıştık, göremiyorduk... Açınca başımız dönüyordu çünkü. Kapılmıştık, kapılıyorduk, kaptırıyorduk kendimizi ve yoruluyorduk. Bizi yoran hayat değildi, seçtiğimiz kişiliğimiz, duygularımız ve tabii ki yaşam tarzımızdı. Esasında ne istediğimizi bilemediğimiz, muğlâk dünyamızın içinde cebelleşmekti yorgunluğumuzun sebebi.

Haberin Devamı

Çook yorgunuz...

AHMETÇAYIRI...

Geniş parklar, yüksek ağaçlar, yemyeşil bahçeler vardı şehirde ama yine de boğuyordu. Yüksek binalar, geniş asfalt yollar ve bu yollarda peşi sıra giden araç kalabalığıyla orantılı gürültü patırtı da vardı. Toz, duman, egzoz gazı, klima motor gürültüsü de eksik değildi ve her şeyi kirletiyordu. Hele insan kalabalığının bitmeyen hengâmesi ile kara düzen telaş, beyin yakıyordu. Boğulmak üzereyken gittik ‘Ahmetçayırı’na. Gölbaşı’nı geçene kadar yukarıda bahsettiğim vaziyet sürdü. Bezirhane’ye ulaştığımızda iyice azalmıştı. Köy için sola dönüp yolumuza bir altı kilometre daha devam ederken; ne aynalı gökdelenler, ne araba gürültüsü ne de insan kalabalığı gördük. Önümüzde alabildiğine bozkır ve şahane bir doğanın cazibesi vardı, kapıldık. Köye geldiğimizde gerçek mi diye gözlerimi ovuşturdum. Unutmuştuk... Kerpiç sıvalı, pembe kiremitten çatılı evlerin arasında sessizliğin huzurunu doyasıya içime çekmek için derin nefes alırken bir ‘ohhh’ nidasıyla süslemek gerekiyordu. En seslisinden “Ohhh” dedik; ben, Vakur ve Hasan abi.

Haberin Devamı

Çook yorgunuz...

BALÂ BAHÇE

Birlik Mahallesi’ndeki doğal ürünler dükkânı Grasso’da karşılaşmıştım sevgili Gözde’yle. Elinde kasalarla içeri girmiş ve kendi elleriyle yetiştirdiği sebzeleri yerleştirirken tanışıp sohbet etmiştik, o zaman anlatmıştı. Hem bahçesini hem köyünü merak etmiştim. Endüstri ürünleri tasarımcısı Gözde, İstanbul’daki işini bırakıp annesi Nezahat hanımla Ahmetçayırı’na gelmiş. Laf aramızda ‘köyün delisi’ diyorlar. Onarıcı tarım teknikleriyle tarlasını ıslah etmiş önce, sonra da ata ve yerli tohum araştırmalarına girişmiş. Geçen sene denemeler yapmış, bu sene de bahçesini şekillendirmiş. Halkalı, pembe ve Ayaş domatesleri var şahane ve leziz. Balık, üç burun ve sivri biberin yanında kapya ve jalapeno da yetiştiriyor. Kavun, karpuz, bamya, fasulye, lahana, patlıcan, kabak, salatalık hatta altın çilek bile var. Hepsi doğal hem de güzel yürekli Gözde’nin ellerinden. Bahçeye dalıp kendi ellerimizle toplamak ayrı bir keyif verdi, adeta yenilendik. Sevgili Gözde’nin annesi nefis bir sofra hazırlamış; bazlamalar yan komşudan, tulum peyniri karşı komşudan, karnıyarık böreği, yoğurtlu kabak kavurma ve koyun yoğurdu anne Nezahat hanımın ellerinden, mest olduk. Anlat anlat bitmeyecek, @balabahce instagram adresini tıklayın, yazamadıklarımı gözlerinizle görün. Gözde’ye ve yaptıklarına hayran olacaksınız.

Haberin Devamı

Çook yorgunuz...

‘MANTI-STEAKHOUSE’

Yine şehrin dışına attık kendimizi. Gazeteden sevgili Murat Yılmaz, aile işletmelerini sevdiğimi biliyor, önerirken ‘tam senlik’ dedi. Etler Giresun, Görele’den geliyor. Yüzde yüz ve gerçek anlamda otlağa yayılmış süt danası. Etin çiğ hali bile iştah kabartıyor. Meryem hanım kıymasını, hazırladığı mantının içine koyuyor. Al dente pişirimi seviyorum, mantı öyleydi, çok sevdim. Aynı etten ‘Anne Köftesi’ enne eliyle yoğrulmuştu, bayıldım. Kuşbaşının marinesi yoktu, sadeydi aynı etten hazırlamışlardı, yerken zevkten dört köşeydim. Bu kıvam ve lezzette Ankara’da et yok; bu kesin bilgi. Gölbaşı, Haymana Bulvarı üzerinde yeri çok kolay, sorarsanız gösterirler.

Yazarın Tüm Yazıları