Hem adını hem de tadını öylesine sevmişiz ki; yaşadığımız topraklar, Anadolu “Köfte diyarı” bizler de yine Farsça’dan alıntıladığımız ve “Köfte yiyici” manasında sevimli bir azarlama sözü olan “Köftehor”a dönüşmüşüz. Evet, abartısı yok! Evde her annenin çocuklarına, Anadolu’da her şehrin ve hatta neredeyse her kasabanın eskiden çoğunlukla seyyarda, şimdilerde lokantada ekmek arası veya porsiyon servisi yaptığı kendine has köftesi mutlaka vardır. Ankara’da onlarca köfte dükkânı arasından en leziz 5 köfteyi bulmak hiç de kolay olmadı.
KEBAPÇI EMİN USTA (ANKARA KALESİ)
EN LEZİZ RAKAM ‘111’
Kale Mahallesi, Koyunpazarı Sokak’taki Beypazarılı Kebapçı Emin Usta’nın serüveni; babası Durmuş Güven’in 1958 yılında mahalle esnafına pişirdiği köfte, kuzu şiş, kuru fasulye ve pilavla başlıyor. Babasından sonra aynı menüyü babasının yöntemiyle pişirmeyi sürdüren Emin Usta’nın elinin lezzeti Ankara’nın da sınırlarını aşmış. Çevredeki şehir ve ilçelerden gelenler Emin Usta’da “111 yani az köfte, az kuru, az pilav” yemeden memleketlerine dönmüyorlarmış. Şimdilerde kenara çekilen Emin Usta’nın oğlu Bülent geleneksel pişirme yöntemini ızgarada sürdürürken torunu Berkay salonu yönetiyor.
TARİHİ LEZZETLİ 1976 (HOŞDERE CADDESİ)
‘TARİHİ BABA, LEZZETLİ OĞUL’
Çok kirlendik çoook... Evet evet bayağı kirliyiz ve her şeyi de kirlettik haliyle... Bildiğiniz anlamıyla değil bu kirlilik... Yıkanmadığınızdan, hamama gitmediğinizden ya da evde duş almadığınızdan bahsetmiyorum... Bedenleriniz kirli olmayabilir ancak bu sizin steril olduğunuz anlamına da gelmiyor... Nazar veya göz değmesi kirliliği de değil... Sirkeli suyla durulansanız bile temizleyemeyeceğiniz bir kirlilik bu... Ne demek istediğimi anlamış olmalısınız... Anlamazlıktan gelmeyin lütfen... Açıkça ve yüksek sesle söylesem anlar mısınız? Zihnen kirliyiz, fikren kirli ve hatta benliğimiz yani ruhumuz da kirli... Hiçbirimiz kendimizi bu kirlenmenin dışında tutmamalıyız... Zira aynı havayı soluyor, aynı sokaklarda yürüyor ve ne yazık ki aynı gökyüzünün altında yaşıyoruz... Meşhur halk deyimi ‘cuk’ diye oturuyor; ‘Körle yatıp şaşı kalkıyoruz...’ Aynaya bakıp vicdan muhasebesini samimice yapmadığımızdan olsa gerek kendimize toz kondurmuyoruz... Girişte alıntıladığım yazar ‘Jack London’ cümlesine katılmayan olur mu bilemedim... Eğer bu bir duaysa; sonsuz sayıda ‘amin’ diyorum... Bir temenniyse bütün kalbimle katılıyorum... Bir arzu, bir istek yahut bir özlemse; olabilmesi için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım... Buna rağmen halen anlamazdan gelmeye devam edip saydığınızı duyuyorum... Çevreyi kirletmediğinizi, evde düzenli ve hatta obsesif bile sayılabileceğinizi... Gürültü yapmadığınızı... Kimseyi rahatsız etmediğinizi falan sayıyorsunuz... Madem bu kadar temiz ve sevgi dolu olduğunuzu düşünüyorsunuz... ‘Gökkuşağındaki renkleri de sayabilir misiniz?’
SANATIN KOKUSU HER YERDE ‘DEPPO 29’
Beyaz Zambaklar Sokak’ın, yemek ve sanatla harmanlanarak hazırlanmış keyifli mekânı ‘Deppo29.’ İlk açıldığı dönemde nefis yemeklerinin yanı sıra sanata verdiği önemle birlikte yazmıştım. Geçenlerde Ankara Kahve Festivali’ndeki standı ve işletmecisi sevgili ‘Çağatay Doğan’la karşılaşınca bu güzel mekânı hatırlatma gereği duydum. Yeni neler var diye gittiğimde; girişteki tahtada üst kattaki sergi salonunda yeni başlayan ‘İkiz Gündemler’ isimli ‘Ceren Ay’ sergisi ilan edilmiş. Sessizlik, dinginlik ve sanatın kokusu ile birlikte, vitrindeki bateri ve piyano da yerinde duruyordu. Sabunlar, el yapımı kupon ürünler, farklı sanatçıların eserleri yine teşhirdeydi. En çok ilgimi çeken ise, Ilgaz Dağı’nda ‘Beetolia’ isminde doğal ve organik çiçek balı üretmişler ve hem de kendi elleriyle şahane bir şişeye koymuşlar. Düşük şeker oranı anlamında da Londra’dan ödül almış. Kupon sayılabilecek miktarda az üretilmesi çok değerli olduğunun da bir kanıtı. Sevgili şef Oğuzhan şahane bir kurabiye pişirmiş, taze taze, kahveyle birlikte ikram etti, bayıldım. Margeritha pizza ile tavuk salatasının en beğenilenlerin arasında olduğunu söyleyince sipariş verdim. Fotoğraflarını çektikten sonra yorumlamaları için benim evdeki yeni nesil ergenlere de tattırdım. İkiz kızlarım Asya ve May ikisine de bayıldılar... Kısa zamanda ailece yemeğe ve sanat solumaya gideceğiz, sizi de bekleriz.
YARATICILIK STÜDYOSU ‘RİNG’
Başlığa koyduğum ‘Gaziantep Yolunda’ türküsünden alıntıladığım ilk mısrayı mırıldanırken ‘Cem Adrian’ kalitesine ulaşamıyorum elbette, onun çok etkileyici bir tonu var... Bu türküyü özellikle ondan dinlemenizi tavsiye ederim. Geçen hafta Hürriyet Gazetesi olarak açılışına gittiğimiz ‘gastroANTEP Kültür Yolu’ festivalinde çok etkileyici bir versiyonunu daha duydum. Ekip olarak ziyaret ettiğimiz ‘Engelsiz Yaşam Merkezi’nde biz kapıdan girer girmez türküyü çalmaya başlayan özel insanların oluşturduğu orkestra ve solistin şahane yorumu hepimizin soluğunu kesti. Türkü bitene kadar nefes almak istemedim... Ermeni bir kıza vurulan ve kavuşamayan bir gencin aşkından verem olmasının hikâyesini anlatan anonim türküye kapılmamak mümkün değildi; her kelimesinin anlamı yüreğimizi dağladı... İmkânsız aşkı da hastalığı da solistin sesindeki hüzün gibi yaşadık desem abartmış olmam...
GASTROANTEP
Antep yemeklerinin lezzeti mi türkülerini yoksa tam tersi türküleri mi yemeklerini lezzetlendirmiş emin değilim; ancak Anteplilerin lezzetinin hem türkülerine hem de yemeklerine yansıdığını söyleyebilirim. Başta ‘Bakan Hanım, Fatma Şahin’ olmak üzere tüm Gazianteplilerin şehirlerine olan tutkuları ve hatta aşklarının sorgulanamayacağına bir kez daha şahit oldum. Türkiye’nin gastronomi alanında söz sahibi otoritelerinin katılımıyla 14 Eylül’de başlayıp 22 Eylül’de son bulacak festivalde ben de gazetem aracılığıyla bulunmaktan mutluluk duydum. İki gün kaldığımız şehrin gastronomi alanında kültür mirası olarak kabul görmesi ve uluslararası bilinirliği ülkemizin tanıtımı adına çok önemli.
TARLADAN SOFRAYA
Çiftçinin, komisyoncu veya aracı olmadan kendi üretimini tüketiciye ulaştırabilmesi hem fiyat hem de kalite açısından daha sürdürülebilir bir yöntem. Gaziantep bu işin farkında... ‘Kuzeyşehir’ ismiyle oluşturduğu yeni yerleşim yerinde kurulan pazarda, çiftçi sabah erkenden hasat ettiği ürünlerini, yaptığı salçasını, reçelini, kuruttuğu sebzesini ve baharatını her gün doğrudan tüketiciyle buluşturuyor.
ANTEP PEYNİRLİ EKMEK
Her Türk boyunun kendine has mantısı olduğu düşünülürse çok zengin bir mantı kültürü ile yaşadığımızın altını çizmeliyim. Orta Anadolu şehirlerinin revaçta hamur işi mantının en iyisini yemek isteyenler hiç düşünmeden Ankara’ya gelmeli...
MEŞHUR TEPSİ MANTICISI
(MUSTAFA KEMAL MAHALLESİ)
Tepsi mantısı ile gül baklavası sadece Ankara’nın değil, kanımca Türkiye’nin de en iyisi. Nigar Hanım’ın mutfak aşkı ile Ali Bey’in leziz mantı tutkusu bir araya gelmiş, birbirlerine olan sevgileri de eklenince ‘şaheser’ diyebileceğimiz lezzetler çıkmış ortaya. Şebit yağlaması, etli sarma, nevzine, sucuk içi ve tabii ki Kayseri mantısının da tadına doyamayacağınızı garanti edebilirim.
MAHARET MANTI
Bugünlerde en çok kullanılan, revaçta olan kelimelerin başında ‘keşfet’ kelimesi geliyor olsa gerek… ‘Keşif etmek’ten türeyen bir tanım veya kısaltma denebilir. İngilizce’de ‘Discover’ kelimesinin tam karşılığı sayılıyor. Çok sık duyuyordum... Sık duymak beni rahatsız etmedi... Ve hatta yeni neslin sıkça kullandığı ‘Aynen aynen, Yaniii, Zateeen, Günoo’ ve benzeri abuk sabuk vurgulu kelimelerin yerine; bir anlam ve sorgulama ifade eden ‘keşfet’ kelimesini işitmek rahatlatıyordu bile... ‘Keşfet’ anlamı ve çağrıştırdığı duygular açısından meraklı ve öğrenmeye meyilli insanların başvurduğu, duyana gizem hissi veren de bir kelime aslında. Geçenlerde yeni nesil gençlerin sohbetiyle, keşfet kelimesinin günümüzdeki önemini ben de keşfettim desem abes kaçmaz sanırım. ‘Yaaa inanamıyorum... Videom keşfet’e düşmüş...’ cümlesini duyduğumda sizin de tahmin ettiğiniz gibi sosyal medya ile alakalı bir durum olduğunu anladım haliyle... Sosyal medya uygulamalarının neredeyse hepsinde ‘keşfet’ diye videoların yayınlandığı herkese açık kamusal alan varmış... Sosyal medyaya yüklenen herhangi bir video, keşfet alanına girdiğinde sizi takip etmeyen kullanıcılar da video veya gönderinizi görebildiğinden, video izlenme rekorları kırıyormuş... Bu durumda sosyal medya uygulamalarının keşfet bölümlerine bakan biz kullanıcılar da ‘kaşif’ olma şerefine mi erişiyoruz? Bu da ayrı bir soru ya da sorun diyelim… Keşif kelimesini tarih dersinde ‘Kristof Kolomb Amerika’yı keşfetti’ cümlesiyle birlikte öğrendiğimi hatırlıyorum. ‘Keşfetmek’ çok güzel bir duygu… İki parmak hareketiyle ulaşabildiğiniz sanal bir uygulamaya sığdırılamayacak kadar gerçek bir eylem... Heba etmeyiniz... Önce aklınızı keşfedin! Gerisi gelir...
‘ÖZGÜN VE DOĞAL’ DANDELION... LUUM… KÜBRA...
“İşte bu benim için gerçek bir keşif...” dersem lütfen abarttığımı düşünmeyin. ‘Kübra Azer’e sosyal medyanın keşfet bölümünde rastlamadım... Tamamen doğal yollarla elde edilmiş bir keşif diyebilirim... Sevgili Kübra ile ilk tanıştığımda dışarıdan gayet sıradan bir kadın ve anne izlenimi oluşmuştu. Konuştukça dışarıdan gözüken normal kadının, içindeki kişiyle aynı olmadığının farkına varmak şaşırtmadı, çünkü yaptığı işler sıradan işler değildi. Sohbet ilerledikçe Kübra’nın içinden beklediğim gibi bambaşka bir kadın çıkıyordu... Cesur, özgüvenli, yaratıcı ve kendine has bu mimar kadının her yaptığı hayranlık uyandıran cinsten şeylerdi ve etkilenmemek mümkün değildi. Kübra’nın ilk markası, gelinlik ve gelin saçları için kendi elleriyle işlediği tasarım tokalarla, taçlar hazırladığı ‘Dandelion’u neredeyse tüm kadınlar ve gelin adayları biliyor. Bu alanda fenomen hale gelmiş Kübra ve markası ‘Dandelion’un Türkçesi ‘Karahindiba’yı, Egeliler ‘radika otu’ diye bilirler. Çocukluğunuzda kırlarda top şeklindeki çiçeklerine üfürdüğünüzde dağılan pamukçukları hatırlarlarsınız... İşte o kadar hassas bir Kübra…
LUUM VE LUUMONATA
Kübra Azer’in Meksika’daki ormanlarda sadece yürüyerek ulaşılabilen yoga ve meditasyon çadırı ‘Luum Tapınağı’ndan esinlenerek hazırladığı ‘Luum’u keşfedişim ve etkilenişim en az kafenin tarzı kadar doğaldı... Rutin yürüyüşlerimden birinde Nene Hatun Caddesi’nden aşağı salınırken sol tarafta saklanmamış ama saklı gibi duran bahçeye girmenin dayanılmaz isteği kapladı içimi. Yoldan aşağı inen tahta merdivenin başında durup küçücük bahçenin büyük hisler veren görüntüsüne bakarken büyülenmemek elde değildi. Cennet bahçelerine açılan Reyyan kapısındaydım adeta... Çok beklemedim ve indim tabii ki... Bahçede büyülenmiştim, içeriye girdiğimde de aynı duygunun sürmesine çok sevindim zira bahçe ve içerisinin birbirlerine uyumlu tarzları ferahlık vermeye devam ediyordu. Mekân şahaneydi... Çalışanlar, Dicle ile Hasan’ın güler yüzü iştah verici ve davetkârdı... Kahvesi en iyilerden ‘Spada ve Null’un kavurduğu çekirdeklerden yapılıyordu. “Tek porsiyonluk cheesecake’leri bir ablamız yapıyor” dediler; ‘elleri dert görmesin’ demekten başka çare yoktu zira nefisti. En beğendiğim ise yoğunlaştırılmış sütle hazırlanan Brezilya usulü ‘Luumonata’ oldu. Ankara’da başka yerde bulamayacağınız limonatanın içinde Kübra’nın hem sevgisi hem de yaratıcılığı var.
Sizce de bayağılaşıyor muyuz? Hayatımızda zarafet, incelik ve anlamdan yoksun ‘bayağı’ davranış biçimi ciddi ciddi yer kaplamaya başladı desem katılır mısınız? Ne manaya geldiğini biliyor olduğunuzu düşünüyorum. Kitap okumayı sevenler mutlaka, konuştuğu dili bayağılaştırmadan özenle konuşmaya çabalayanlar elbette ki bilmeliler… Cümle içinde çoğunlukla ‘sıradanlık ve normallik’ ifade eden manada kullansak da; ‘Bayağı’ kelimesiyle benzer anlamları taşıyan ‘Pespaye, amiyane, banal, adi’ gibi aynı hissi veren diğer kelimeler de var. Bunları ‘bayağılaşma’nın anlamını pekiştirsin diye yazdım. Genel olarak sıradanlaşan hayata bakışımızı canlandırmak, belki de farklı bir perspektiften göz atmanın titreşim yaratmasıyla daldığımız derin uykudan uyandırmasını umuyorum. Yazının başında sorduğum ‘Bayağılaşıyor muyuz?’ sorusuna dönersek; etik, ahlâk, dürüstlük, samimiyet gibi toplumsal yaşam ve insani değerleri yok saymak, onuru değil de çamuru seçmek nasıl bir davranış biçimi olabilir, fikriniz var mı? Kendini toplumsal etik değerlere bağlıymış gibi gösterip tam tersini sinsice yaparak zafer kazandığını düşünenlere ne demeli? Kendini değerli kılmak adına başkalarını görmezden gelmek, karalayarak değersizleştirme çabası bayağılık değil de nedir? Aslına bakarsanız, neredeyse toplumsal ve milli davranış biçimimiz haline gelmek üzere olan bayağılaşmak ve anlamını işimize geldiği gibi kullanıyoruz demek daha doğru olur. Sıfat olarak kullanıldığında ‘adi, aşağılık, kötü’ gibi anlamlar taşırken; zarf olarak kullanıldığında ‘aşırı fazla, oldukça fazla, çok’ manasına kavuşuyor. Aslında bildiğiniz bayağılaşıyoruz ve bu durum hoşumuza gidiyor, ‘bayağı güçlü, bayağı zengin’ şeklinde bayağılaşmak için can atıyoruz.
SANA DÜN BİR KULEDEN BAKTIM AZİZ ANKARA… ‘FABIEN BISTRONOMY’
Yahya Kemal Beyatlı’nın İstanbul, Kocamustafapaşa tepesinden bakarken gelen ilhamı kâğıda döktüğü ‘Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul…’ şiirine ve duygusuna özendiğimi belirtmeliyim. Atakule restore edildikten sonra yukarısına yani tepesine birkaç gün önce ilk kez çıktım. Botanik katındaki pizzacı ‘Alla Torre’nin de işletmecilerinden olan sevgili Kıvanç söylemese yukarıdaki restoranların açıldığını da bilmeyecektim. Fabien Bistronomy’e davet edince ikiletmeyip gittim… Gittiğimde ilk tepkim ‘ben kahvemi neden aşağıda içiyorum ki?’ dedim kendime… Aşağıdaki manzaralar da güzel ancak kulenin tepesine çıktıkça daha da güzelleştiği aşikâr. Şahane manzara ve bu şahaneliğin verdiği huzurla, hafiflik duygusu rahatlamanıza yetiyor. Kuş olup fiziki olarak uçacak halimiz yok elbette ancak bakış açısının değişmesi ruhunuzu olumlu yönde etkiliyor, yükünüz hafifliyor hayattan tat almak gerektiğini anımsıyorsunuz.
KAYA LEVREĞİ İLE BELUGA MERCİMEĞİNİN GÖKYÜZÜNDEKİ DANSI…
Başlığa bir anlam veremediğinizi biliyorum ancak bunun bir yemeğin içeriği olduğunu anlamışsınızdır. Tepedeki Fabien’de kahve ve içeceklerin yanı sıra şayet isterseniz karnınızı da doyurabiliyorsunuz. İşletme müdürü sevgili Barış Kaya, beni Fabien Bistronomy’nin genç ve maharetli şefi Uğurcan Üçler’le tanıştırdı. Uğurcan şahane bir menü hazırlamış… ‘İskandinav Açık Sandviç’le başladım… Reçetesi tamamen kendine ait ‘Sous Vide Usulü Kaya Levreği’ ile devam ettim, (Sous Vide, vakumda pişirme tekniği olarak biliniyor. Bu yöntemle pişen yiyecekler lezzet kaybına uğramıyor) Kaya Levreği bu teknikle pişirilmiş, tereyağı ile sotelenen beluga (siyah) mercimeğin üzerine yatırılmış. ‘Beurre Blanc’ denilen tereyağı ile hazırlanan nefis sos üzerine döküldükten sonra tahrik edici görüntüsüne kavuşuyor, yanında kereviz ve soğan turşusuyla gökyüzünde dans başlıyor. Finalde tatlı olarak, beyaz çikolata, süzme yoğurt, krema, karadut sorbe ve limon şekerleme ile hazırlanan ‘Cremonese’ muhteşemdi. Ben yemeğe, tatlıya ve genç şefin maharetine bayıldım. Gitmeden önce rezervasyon yaptırın. Sevgilinizle giderseniz her şeyin lezzeti katlanıyor… Aşkınızın da…
Amerikalı gazeteci ve yazar Leo Huberman’ın ‘Sosyalizmin Alfabesi’ isimli kitabından alıntıladığım giriş cümlesine bir noktada katılmadığımı belirtmek isterim... Katılmıyorsan o halde niye alıntılıyorsun be şaşkın! Çıkışınızda haklı olabilirsiniz... Bana göre Huberman’ın benzetmesi çok zarif ve yumuşak bir etki yaratıyor. İnsanı silkeleyecek cinsten sert, hatta kaba, sarsıcı ve üzücü etkisini göstermeli, onurunu zedelemeli belki de... Ve insanı kendine geri getirmeli. O yüzden çoğumuzun kendimiz için kullanılmasından hazzetmediği bir benzetmeyi katmalı. ‘İhtiyaçların pençesinde kıvranan insan, zavallıdır’ deyimi bana göre daha uygun. ‘Zavallı’ biz insanlara her zaman ağır gelen bir kelime olmuştur. Arapça’da ‘tükenmek’ manasındaki ‘zeval’ kelimesinden türemiş ve çoğunlukla ‘çaresizlik, güçsüzlük’ nitelemelerinde kullandığımızı acizlik ifade eden acıma sözcüğü. Özgürlüğün ne demek olduğuna gelecek olursak... Gerçek anlamda cevabını verebilir misiniz emin değilim... Ancak, çoğunuzun özgürlüğün eş anlamlısı yani bağımlı olmama durumunun karşılığı olan ‘bağımsızlık’ kelimesini kullanacağınızı biliyorum. Peki, hakikatten öyle misiniz? Siyasal anlamda sormuyorum elbette... Toplumsal yaşam kurallarının sizi kısıtlayıp kısıtlamadığından da bahsetmiyorum... Aile içi disiplinden ya da eş, dost akraba arasındaki iletişiminizin niteliği ile de ilgilenmiyorum... Kendi içinizde özgür müsünüz? Kendi kendinize kurguladığınız serbest yaşamınızdaki durumunuz nedir? Eve giriş çıkış saatlerindeki özgürlüğünüz de değil kastettiğim... Yeme, içme, giyinme, barınma gibi gerçek anlamdaki ihtiyaçlarınızı da sorgulamıyorum? Çok da ihtiyaç olmayan ihtiyaçlarınız...Sizi özgürlükten alıkoyan ‘zavallı’ bağımlılıklarınız hangileri onları merak ediyorum... Konfor, güç, makam ya da para?
DİNAMİK VE YEPYENİ NESİL ‘BENTO GRİ’
Bilkent ve civarında epeydir beğendiğim bir mekân olmamıştı. Bilkent 2 olarak bilinen Park Sitesi’nin eski ve küçücük çarşısında hem yepyeni nesil hem de dinamik mi dinamik bir yer keşfettim. Hoop Burger Hüseyin önerdi, gittiğimde bu kadar etkileneceğimi düşünmüyordum ancak önce dükkânın tasarımı ve tarzına, sonra sevgili şefler Yiğit Demirbüken ile Cem Barış Temel’in alçak gönüllülüğü ile ellerinin lezzetine ve son olarak da tattığım yemeklere ayrı ayrı tutuldum diyebilirim. Pırıl pırıl üç genç vardı tezgâhın arkasında. İkisini yazdım, üçüncüsü ise sevgili Cem’in İstanbul’dan ziyarete gelen güzel kız arkadaşı Ezgi. Hepsi de o kadar içten ve samimiydi ki pişirdikleri yemeklerin içeriğini merak etme gereği bile duymadım zira onların insani içerikleri beni fazlasıyla tatmin etmişti.
YİYECEKLER ŞAHANE
Bento’nun kelime anlamını Japon mutfağı tutkunları mutlaka bilirler. ‘Sefer tası’ olarak çevrilse de birkaç çeşit yemeğin bir arada bulunduğu kap gibi düşünebilirsiniz. Sevgili Yiğit önerdi ve Cem’le birlikte ‘Klasik Bento’ ile ‘Junk Bento’ pişirdiler... Toplam 7 dakika sürdü... Klasik olan Bento’da ‘el yapımı noodle, Togarashi (baharat karışımı) teriyaki sos, coleslaw (lahana salatası), nefis turp turşusu ve Çin böreği vardı. Daha çok ergenlerin hoşuna gidecek ‘Junk (abur cubur) Bento’da ise ‘Udon (Japon Eriştesi)’, çedarlı beşamel sos, salamurada bekletilmiş ve derin yağda kızarmış tavuk parçaları, kapari, limon kabuğu rendesi... Paslanmaz çelik bentolarda ve yine paslanmaz çubuklarla yedim... Mutlaka gitmelisiniz... Genç şeflere ve nefis bentolara bayılacaksınız...
VEGAN ESNAF LOKANTASI ‘GABO KITCHEN’
Köşemde epeydir ara verdiğim 40 senesini deviren esnafla yaptığım sohbetleri yazdığım ‘Hatırası Var’ söyleşilerinin ilkinde kebap düşkünlerinin yakından tanıdığı Halit Dağlı ve ‘Adana Sofrası’nı işlemiştim. İkincisinde, bu sefer döner kebap tutkunlarının müptelası olduğu, Ankara’ya has ‘Yaprak Döner’in en lezzetlisinin yapıldığı Aydınlıkevler’deki ‘Kebapçı Canbolat’ ve kurucusu Sebahattin Canbolat var.
EFLATUN, MONTAIGNE, FLAUBERT VE ‘KEBAPÇI CANBOLAT’
Şaşırdınız mı? Edebiyatla döner kebabın ilişkisi olamaz mı yani? Aslına bakarsanız benim de aklımda böyle bir başlık atmak yoktu ama dahası da var… Aklımda kalanlardan, Socrates var, Moliere var… Bizden Necip Fazıl var… Halit Ziya… Favorisi Peyami Safa’nın 9. Hariciye Koğuşu ve başkaları da var. Var da var… Ne çok kitap ismi saydı. O saydıkça ben kendimden geçiyordum… İşin aslı şu… Sebahattin Usta’yla söyleşmek için daha önce de döner yemek için defalarca gittiğim Aydınlıkevler’de üst geçidin hemen arkasına gizlenen 40 yıllık küçücük dükkânına girdiğimde birazdan müptelası olduğum nefis dönerden yiyecek olmanın verdiği huzur vardı. Sohbete başlamak için ‘40 yıldır aynı leziz döner… Nasıl olur?’ İlk sorum oldu. Sebahattin Usta, “Montaigne’in denemelerini okudum, Madam Bovary ve Eflatun okudum…” dedi. Yanlış mı sordum, soruyu tekrarlasam mı dedim kendime ama vazgeçtim. Edebiyatla döner kebabın ilişkisini kurmaya çalışırken huzurum kaçmadı desem yalan olur. Sonra fark ettim ki o anlattıkça içimdeki huzursuzluk yerini derin bir aydınlanmaya bırakıyordu.