Antidepresanlaştıramadıklarımızdan mısınız?

Fransa’nın şarabı, İtalya’nın peyniri gibi meşhur ‘İsviçreli Bilim Adamları’ 50’li yıllarda şizofreni tedavisini araştırırken fark ediyorlar ki, buldukları ilacı depresyon belirtileri gösteren sıradan insanlar kullanınca bir neşe hali, sosyalleşme, kendini daha iyi hissetme gibi sonuçlar elde ediliyor.

Haberin Devamı

İşte o an, bir altın madeninin üstünde olduklarını algılıyorlar. Tamamen duygusal(!) nedenlerle bu mucizevi tedaviyi az sayıdaki şizofreni hastaları yerine tüm dünyayla paylaşmaya karar veriyorlar. Zaten buldukları ilaç şizofreni hastalığını daha kötü hale getiriyor!

 

*

 

1987 yılındaysa bir devrim gerçekleşiyor. Prozak adlı yeni ilaç sadece Amerika’da ayda 650bin kişiye reçete edilerek bir rekor kırıyor. İlaç endüstrisinin o tarihlerde bile milyar dolar gördüğü ilk satış rekorları yakalanıyor. Adına filmler çekiliyor, dünya genelinde düzenli kullanım, anında 10 milyon kişiye ulaşıyor.

 

Bu satışların, bu yayılmanın çok erken olduğu ve ilacın gerçek sonuçlarının beklenmeden yaygınlaşmasının hala tartışıldığı da bir gerçek.

 

Haberin Devamı

‘Eğer seni iyi hissettiriyorsa neden kullanmayasın?’ sorusuyla yaygınlaşan antidepresan kullanımına ‘kozmetik psikofarmoloji’ diyenler de oldukça fazla.

 

*

 

Artık bir çoğumuz kalabalık şehirlerde yaşıyoruz. Ferrari’sini satan bilgelerle, tam buğday ekmeğimi evde kendim yaparımcı bir kesim alıp başını huzurlu deniz kıyılarına yerleşebilir. Bu herkesin alabileceği bir karar değil tabi. Oluşması gereken şartlardan başka, bir de problem var, ‘Gittiğin yere kafanı da götürüyorsun!’

 

*

 

Gümüşlük’te bir koyda bile asabiyet varsa ruhta; ‘sabah kalktığımda temiz deniz havasını içime çekerim, bir avuç ekşimuşmula atarım ağzıma, en kötü iki çarkıfelek yaprağı çiğnerim’ diyebilirsiniz.

 

Çok canınız sıkılırsa Kalkan’daki verandanızda; ‘kedinanesiyle papatyayı karıştırır içerim, hem idrar da söktürür ne güzel!’ diye hayatınızı sürdürebilirsiniz.

 

*

 

Haberin Devamı

Ama İstanbul’un keşmekeşine, rüzgarının sertliğine, insanının tahammülsüzlüğüne, krize, dolara, iş dünyasının hızına, trafiğine, hayatın pahalılığına; nanedir, papatyadır, kayısıdır yetmez. Türlü ot iyi gelecek diye, kaynata kaynata hayat geçmez.

 

*

 

Bol bol, avuç avuç, yemek gibi antidepresan gerek bize. Sinemada popcorn yerine yiyebilmeliyiz, rondodan geçirip  Sezar salatamıza serpiştirebilmeliyiz öğlen yemeklerinde. ‘Balzamik sos alır mısınız?’ gibi teklif edilebilir olmalı restoranlarda!

 

*

 

Durun hemen eleştirmeyin! Neredeyse bu durumdayız diyorum.

 

İkinci jenerasyon antidepresanların da yaygınlaşmasıyla, son on yıldaki kullanım iki kat artmış durumda! Hem de tüm dünyada. Yani, ya kendini kötü hissedenler iki kat çoğaldı, ya da birazcık kafası bozulan antidepresana dayanıyor.

 

*

 

Haberin Devamı

Büyük şehrin getirdiği stresi şöyle nitelendiriyorum ben; her an, her kararımızda birileriyle rekabetteyiz. İş yerinde teklif verirken de, arabayla park yeri ararken de. Çocukları hafta sonu kurstan kursa koşuştururken de rekabetteyiz, indirimden kıyafet seçerken de.

 

Bu bitmeyen yarış, dinmeyen koşuşturma alışkanlık yaratıyor. Bir yerden sonra bizlere huzur batıyor. Ama farkında olmadan eskiyoruz, kabul edin. Haftada üç gün pilatesle, Bebek Sahili’nde yürüyüşle vücutlar fit olabilir ama beyinler haşlama kıvamında...

 

*

 

Sadece büyük şehir değil tabi yorgunluğun sebebi. Herhalde bir günde önümüze gelen haberler silsilesi, bilgi akışı, enformasyon ve hatta dezenformasyon; yirmi, otuz yıl önce ülkelerin gizli servislerine gelen aylık bilgiden fazladır sanırım.

 

Haberin Devamı

Her şeyi biliyoruz, her şeyi görüyoruz. Daha da önemlisi bilmek, görmek istiyoruz!

 

Hangimiz sabahın kör karanlığında gözlerimizi açar açmaz sosyal medyaya, internet haber sitelerine bakmıyor ilk?

 

Hangimiz yatmadan hemen önce tüm haberleri taramıyor? Kim gecenin bir yarısı uyanınca güzel düşüncelere dalarak, tekrar uyumaya çalışmak yerine, bütün dünyada olan biteni didiklemiyor yatakta parlayan küçük ekranlarımızda?

 

*

 

Doğal olarak; düzenli kaygı, korku, endişe, gerilim halinde olan tiplere dönüşüyoruz.

 

Etrafımızda olan biteni değiştirebilecekmiş gibi, zamana hakim olabilecekmiş gibi, şans ve tesadüf faktörlerini elemiş ve her şey sanki bize bağlıymış gibi yaşıyor, anksiyete sarmalına dolanıyoruz.

 

*

 

Haberin Devamı

Yanlış anlaşılma olmasın. Bütün bunları düzenli antidepresan kullanan biri olarak yazıyorum. Modern tıbbın psikiyatri dalını azımsayan biri değilim. Küçücük bir hap alıyorum, bütün ruh halim, olaylara yaklaşımım, çözüm biçimlerim değişiyor. Bu halimden de epey memnunum.

 

Ama altını çizmek istediğim, artık antidepresansız yaşayamaz hale gelmiş toplumlara dönüşmüş olmamız. Sokaklar mayın gibi gezen insanlarla dolu. Hem de bu sadece bizim ülkemize has bir durum değil. Bütün dünyada, özellikle gelişmiş toplumlarda çok daha yaygın bir kullanım söz konusu.

 

*

 

Daha iyiye gittiğimiz de söylenemez.

 

Kendi refahı için yarattığı yeni toplum düzeninde, kendi yarattığı kaosla mücadele eden varlıklarız biz.

 

Ne kadar şikayet etsek de; kalabalığı, koşuşturmayı, rekabeti, huzursuzluğu severiz.

 

Gerektiğinde ilaç kullanmak, akut durumları atlatmak için tabi ki ve özellikle doktor kontrolünde ilaç kullanılabilir. Ama bunu hayata yaymak, ‘bu şekilde daha iyiyim’ diye devam etmek, kafaya göre antidepresan almak, ‘benim halamın kızına da oldu aynı şey, şu ilacı kullanmıştı’ önerilerine itibar etmekten kaçınmak gerekiyor. Her ilaç bir yeri düzeltirken, uzun vadede başka bir yeri bozuyor malum...

 

*

 

Şöyle bir şey öneriyorum aslında hepimize, önce kendime.

 

Hayatı sevgiyle çözmeye çalışsak, çevremizdekilere karşı daha toleranslı olsak, kaybettiğimiz iç huzurunu kendi içimizde aramaya çalışsak, bütün değişkenleri kontrol edemeyeceğimizin farkına varıp biraz salsak, biraz savsaklasak, biraz rahatlasak...

 

Belki o zaman, düzenin antidepresanlaştıramadıklarından olabiliriz!

 

*

 

Not: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @anlatanadam

Yazarın Tüm Yazıları