Üzülme, sen çok güzel bir film yaptın! Ama battı!!! Güldüğüme bakma... Sinirimden gülüyorum

Devrim Arabaları beni çok etkiledi. Ama itiraf ediyorum, öyle bir zamanlamaya denk geldi ki, film arada kaynadı gitti. Çok beğenerek izlememe rağmen yazı bile yazamadım. Olmadı, denk düşmedi.

Sonra geçenlerde bir gün, kendi kendime, "Sen ne yapıyorsun ya?" dedim, "Haksızlık değil mi bu? İnanılmaz emek verilerek yapılmış bir iş var orada, bir tek kelam yazmadın hakkında!" Kuru kuru izlenim yazmak da istemedim, Hititler, Nemrut, Gelibolu filmlerinin yönetmeni Tolga Örnek’le buluştuk, filmi ve hayatı konuştuk. Aslında biz Örnek’in en başarılı filmlerinden biri olan Devrim Arabaları’nın nasıl battığını konuştuk! Evet bu, öyle bir röportaj. Bir hayal kırıklığı röportajı. Gerçi Devrim Arabaları, 2 hafta daha vizyonda, ama "Gidip izleyin" demiyorum, bu saate kadar izlemediyseniz, bu saatten sonra da gidecek haliniz yok. Çok şey kaybediyorsunuz o ayrı...
/images/100/0x0/55ea6995f018fbb8f87e3add
Devrim Arabaları beklenen ilgiyi görmedi galiba. Neler hissediyorsunuz?

- Çok güneşli bir ruh halinde değilim! Sırf kendim için değil, emeği geçen herkes için üzüldüm. "300 binin altına katiyen düşmez!" diyordum. O lafları nasıl yuttum bir bilsen. "Seyirci sahiplenecek, alacak, götürecek!" demiştim. Halt etmişim. Olmadı, olmadı. "Bir boşluğu dolduruyor" diye ukalalıklar da ettim, gerçekten de bir sanat filmleri var, bir de içeriği olmayan ticari filmler. Devrim Arabaları tam ortada bir yerlerde duruyordu, ikisinden de parça alabilecekti. Sanki. Öyle sanmıştım. Yanılmışım.

Ne çarptı size?

- Çok şey, ekonomik kriz, Can Dündar’ın Mustafa’sı, art arda gelen diğer filmler...

"Bir sürü film aynı zamana denk geliyor, biz iki ay sonra çıkalım, filmi ileri çekelim" olamıyor mu?

- Hayır, çekebileceğimiz tarih yoktu. Ayrıca artık bir sürü Türk filmi vizyona giriyor, art arda. Mustafa, Issız Adam, Osmanlı Cumhuriyeti, gelecek hafta da Cem Yılmaz’ın filmi Arog başlıyor. Artık salonlarda yer bulmak çok zor. Valla olmadı, olamadı. E var tabii ufak bir hayal kırıklığımız.

Bir yönetmen efkarlanıp, içmek filan mı ister bu durumda?

- Hem de nasıl. Şöyle kafayı iyice dağıtmak istiyorum.

Ne kadar uğraştınız?

- Ne sen sor, ne ben anlatayım! Bir sene boyunca bundan başka hiçbir şey yoktu hayatımda. Film işi öyle bir iş zaten, hayatın merkezine oturuyor, sadece ona odaklanıyorsun.

Bir sene boyunca karınıza, annenize, arkadaşlarınıza, önünüze gelen herkese bu filmi mi anlattınız?

- Aynen! Devrim Arabaları dışında neredeyse hiç konuşmuyordum bile. Varsa yoksa film. Düşündüğün her şey onu daha da güzelleştirmek için. Uyuyorsun, uyanıyorsun "Acaba o sahneyi böyle mi çeksem? Sona şöyle mi montajlasam?" diyorsun. İşin kötüsü, insanlar da beğendi. Keşke beğenmeselerdi de batsaydı! Ama öyle olmadı, hálá mailler geliyor, telefonumu buluyorlar, yolda "Hayatımızda gördüğümüz en iyi film, Türkiye için ne büyük hizmet!" deyip duruyorlar. O zaman niye gitmediniz? Niye battı film! Neyse, ölecek halimiz yok, bir yerlerde okumuştum, "Film işinde olan her insan, hayatında en az bir kez batarmış!"

Tuhaf bir çelişki tabii. Devrim Arabaları gerçekten de en iyi filmlerinizden biri. Ben de bayıldım. Hatta öldüm, bittim!

- Teşekkür ederim. Ama bu acı gerçeği değiştirmiyor: Film battı.

TÜRKİYE’DE HİÇBİR BAŞARI CEZASIZ KALMAZ

Peki çok daha fazla izlenseydi, ama siz lime lime edilseydiniz, hatta linç edilecek hale gelseydiniz...


- Tabii ki tercih etmezdim. Biz niye film çekiyoruz? İnsanlara bir şeyler sunmak ve onları etkilemek için. Doğruya doğru, ben bu filmle bir yönetmenin almak isteyeceği en iyi tepkileri aldım. "Hayatımda gördüğüm en iyi film diyenler!" oldu, bunun bedeli yok. Yine de tabii buruk bir mutluluk benimki, daha çok insan görsün isterdim.

Devrim Arabaları’nın varlığından siz nasıl haberdar oldunuz?

- Dört sene evvel Aydın Engin’in Cumhuriyet için hazırladığı makalesini okudum ve acayip etkilendim. Daha doğrusu, bir sürü duyguyu aynı anda hissettim. Hüzünlenmek, gururlanmak, şaşırmak. "Evet ya!" oldum, "Bu ülkede böyle insanlar vardı ama engellendiler!" Kendime de kızdım "Güya belgeselcisin ama bu projenin varlığını bugüne kadar bilmiyorsun!" Sonra filmini yapmaya karar verdim.

Neden?

- Çünkü bu hikayenin içinde Türkiye’ye has her şey vardı. Don Kişot’lar, idealist zihniyet, her gün kendi aramızda muhabbet ederken şikayet ettiğimiz o şeyler: "Bu ülkede iyi bir şeyi hayatta yaptırmazlar!" nakaratları. Sanki biri Türkiye’nin prototip bir hikayesini oluşturmuştu. Hepimiz biliyoruz ki biz "keşke"lerle yaşayan bir ülkeyiz. Bizim keşkelerimizi yüzde 30 indirsen şahlanacağız. Ben Gana’da doğmuş olsam, diyeceğim ki "Tamam, Afrika’nın ortasındayım, hiçbir şeyim yok!" Ama benim ülkem öyle değil ki, tarihi, kültür değerleri, genç nüfusu, doğal kaynakları, stratejik konumu. Ben Türkiye’nin olması gerektiği noktaya ulaşamamasına isyan ediyorum. Oralara ulaşamamasının sebebi de Devrim Arabaları’nda da izlediğimiz "keşke"ler. Sen 1961’de kendi mühendislerine bir proje veriyorsun, "Araba üretin" diyorsun, adamlar 130 günde üretiyorlar, düşün otomotiv sektörü olmamasına rağmen, gerçekten büyük iş başarıyorlar, çok büyük iş ama sen projeyi iptal ediyorsun. Ve iptal ettiğini bile söylemiyorsun, hatta canla başla uğraşan o insanlar hakkında soruşturma açmayı düşünüyorsun! İşin ekonomik boyutunu bir yana bırakalım, sen o iyi şeyler yapan insanların bir kere ruhunu kırıyorsun. Aynı proje iki sene sonra gelse, aynı şevkle sarılırlar mı? Tabii ki hayır! "Başımıza bu sefer ne gelecek!" diye düşünürler.

Siz bu öyküden nasıl bir sonuç çıkardınız?

- Biz "olumlu"yu hatırlayabilen bir toplum değiliz. Gerçekten böyle düşünüyorum. Vefalı bir toplum değiliz. Bir ülke kendi değerlerini bu kadar rahat harcayabildiği müddetçe, o ülke istediği istikrara kavuşamaz. Bu projede çalışanların hepsi Türk. Sen bu insanları eğitmişsin ve onlara bir proje vermişsin. Başarmışlar. Ama sen onlara değer meğer vermiyorsun. Alacakaranlık kuşağı gibi. Ya da Kafka romanları gibi. Anlaşılmaz bir durum. Öte yandan basının durumu daha da acayip, o yılların bütün gazetelerini taradık. Köşe yazılarına bir bakıyorsunuz sanki söz konusu araba hiç yapılmamış, bitirilememiş, ya da çalışamamış. Zaten arabanın yürümüş olması değil, 3 dakika durmuş olması haber. Manşet o. Tamam at o manşeti, ama arabanın 3 dakika sonra devam ettiğini de anlat, "İlk Türk arabası!" de, "Halk bu arabayı görünce ağladı" de, "Üstüne kapaklandı" de. Bir satır bile yok. Neden mi? Ben söyleyeyim neden, Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmaz da ondan! Bu şunun gibi; Oscar kazanıyorsun, ödülü almak için sahneye giderken, ayağın takılıyor, kafan podyuma çarpıyor. 50 sene sonra kimse senin Oscar aldığını hatırlamıyor, ama kafanı podyuma çarpıp yardığını hatırlıyor. Böyle bir toplumuz işte...

Baban, ileride Kuvvet Komutanı olacak, ona göre davran!

Film tutkunuz ne zaman başladı?

- Kendimle ilgili hatırladığım ilk anılar bir sinema salonunda. Karamürsel’de askeri lojmanlarda yaşıyorduk. Cumartesi 2’deydi film, ben sabah 10’da gider merdivenlerde otururdum. Sonra beni işe aldılar, orada bilet kesmeye başladım, salonu filan temizliyordum. Cinema Paradiso’yu izleyince "Aaa benim hayatımı film yapmışlar!" dedim.

Asker çocuğu olmak nasıl bir psikoloji? İnanılmaz beyefendi, edepli ve düzgünsünüz. Hep böyle mi olur asker çocukları? Sizin hiç asi olma, yoldan çıkma şansınız yok muydu?

- İlkokul 1’den itibaren babamın komutanlarının hepsi bana "Senin baban ilerde Kuvvet Komutanı olacak, ona göre davran!" dedi.

Yani?

- "Çok uçma, çok radikal olma!" Zaten benim öyle bir niyetim yoktu. Ben karakter olarak uçuk kaçık bir tip değilim.

Mesela bu yaptığınız belgeseller yerine, kadın erkek ilişkilerini konu alan belgeseller yapabilir misiniz? Ya da seksle ilgili? Travestiler, transseksüellerle ilgili?

- Geçenlerde ben de kendimi sorguladım, "Acaba çekebilir miyim?" diye. Karar veremedim. Zor herhalde. Ama babam hiçbir zaman baskıcı olmadı. Entelektüel bir adamdır, çok zekidir, çok okur. Onun okuduğunu görünce, sen de okuyorsun, Türk tarihi ve kültürüyle çok ilgiliydi, sen de haliyle oluyorsun. Karamürsel’den sonra Rhode Island’a, sonra da Napoli’ye tayin oldu. İtalya’ya gidince mesela, bize hemen bir seyahat programı çıkardı. Nereler mutlaka görülecek? Pompei’ye gidilecek, Sicilya’daki manastırlar ve kiliseler gezilecek, eski Roma atlanmayacak, işte şurada şu tablo görülecek. Babam, daha çok okul dışındaki eğitimimizle, annem de okul içi eğitimimizle ilgilenirdi. Annemdir mesela benim Robert Kolej’e girmemi sağlayan.

Bizzat çalıştırdı mı sizi?

- İkisi de yaptı aslında. Annem her şeyi organize eden, evrakları toplayan, oradan oraya koşturan kişiydi, ama babam da müthiş karakterdir, onun onda biri kadar baba olsam çok takdir ederim kendimi.

Gerçekten mi?

- Tabii tabii. Gecenin 2’sinde seyirden gelirdi. Benim de ertesi gün matematik imtihanım var, beni 5’te kaldırır, imtihana çalıştırır, okula gönderir, sonra da kendi işine giderdi.

O saatte çalışınca işe yarıyor mu!

- Tabii, kontrol ediyor. Sonra ödevler verirdi, "Ben akşam iş yemeğindeyim, sen şu İngilizce kelimeleri ezberle, onları bir cümlede kullan" derdi ve eklerdi: "Matemetik ödevini de yap, aynaya as, ben gelince kontrol ederim." İki sene boyunca yaptı, gece kaçta gelirse gelsin.

Babanız Özden Örnek hakkında, darbe günlükleri tuttuğuna dair iddialar yer aldı basında?

- Evet, çok üzüldüm.

Hiç şüphelendiniz mi doğruluk payı olabilir mi diye?

- Yok canım asla. Tam da bu yüzden üzüldüm. Herkese dokunabileceklerini göstermek istediler. Bunu kanıtladılar da. Amaç zaten bu hissi vermekti, başardılar. Babamı savunacak halim yok, savunulması gereken bir durumu da yok. İnsanların atladığı şu: Benim babam Türkiye Cumhuriyeti’nin Deniz Kuvvetleri Komutanı’ydı. Bu ülke tarafından bu ülkeye hizmet etmek için eğitilmiş ve bu ülkeye gerçekten hizmet etmiş biri. Babamın hizmetlerine bir baksalar anlarlar.

Bir sonraki proje?

- Daha güncel şeyler çekmek istiyorum. Kendimi tarihten biraz sıyıracağım. Siyasi bir gerilim düşünüyorum.

Ne kadar takıntılı bir yönetmensiniz?

- Çok. Ben sinemanın hamallık olduğuna inanıyorum. Özellikle de ön hazırlığın. Takıntı derecesinde ön hazırlığı uzun tutuyorum. Defalarca senaryonun, story board’ların üzerinden geçiyorum. Ve herkesi hasta ediyorum. En çok da kendimi. Bir sahne mi çektim mesela. Acaba doğru yaptım mı? Bir şeyi atladım mı? Işık iyi miydi? Performans iyi miydi? Bitmez benim endişelerim. Ama film dediğin de böyle bir şey, aşırı kaygı ve endişe hali.

Nasıl anılmak istersiniz? "En iyi öyküleri anlatan adam" mı, "Bu ülkeyi en iyi tanıtan adam" mı? Ne?

- "İşine aşıktı, kendi kapasitesi ölçüsünde de en iyisini yapmaya çalıştı." Böyle anılmak isterim. Bir de şöyle: "İşinden çalmadı, şişirmedi!" Türkiye’yi olumlu göstererek de Türkiye hakkında filmler yapılabilir ve dışarıya açılınabilir. Böyle bir derdim de var.

İlla boklamak gerekmiyor yani belli ödülleri almak için!

- Evet gerekmiyor. Biz karamsarlıklar içinde boğulan bir ülke gibi gösteriliyoruz. Oysa, "Vay be bunlar da olabiliyor, Türkiye’de bu insanlar da var, helal olsun!" dedirtecek şeyler de var. Bunların filmleri de çekilebilir. Olumlu kahramanlar, olumlu hikayeler. Ben olağan insanların olağanüstü hikayelerini çekmek istiyorum. Belki de onların varlığına inanmak istiyorum. Bir insan ülkesinin geleceğine, iyi niyetine, potansiyeline inanmazsa, o ülkede neden yaşasın? Ben Amerika’da Ford’un hikayesini yapmak istemiyorum. Beni bizle ilgili şeyler heyecanlandırıyor. Filmleri sayesinde Amerikan kültürünün her bir şeyini biliyoruz, ben bunun Türkiye’yle ilgili de yapılabileceğine inanıyorum.
Yazarın Tüm Yazıları