Taksim röportajı

Bir travesti geçti. Hazin, sonsuz hazin bir travesti geçti. Gece, pudralı sakallarını uzatmış. Takma memelerini de pörsütmüş. Topuklu iskarpinlerini ise elinde taşıyor ve parke taşlar üzerinde yalınayak
yürüyor.

‘Dişi’ (!) tebdil-i kıyafetinde olduğunu artık unutmuş ki, cigarayı son derece erkeksi tavırlarla içiyor. Yine çok erkeksi bir jestle izmariti tramvay raylarının arasına fırlatıyor.


PİLAVCI da gitmişti.Belli, artık taksi şoförlerinden bile müşteri çıkmayacağına kanaat getirmiş olmalı.Herhalde, en sıcak günde bile camekánı buğulandıran pirinç kümesinin üzerine nohut tanelerini yine itinayla yerleştirip, seyyar arabasını ite ite Tarlabaşı’na doğru inmiştir.

Ama ihtimal dahilindedir ki, tekerleği tam o köhne Rum apartmanının demirine zincirlerken, belki koltukçu meyhanesinden yine tekme tokat kovulmuş bir ihtiyar ayyaş; belki izinli asker postalı boyamak için çok erken kalkmış bir ayakkabı boyacısı; veya belki de, Avrupa’ya nasıl kapak atabileceğinin tasasıyla uyuyamamış bir Nijeryalı zenci kendisine el ederek, son káse pilav istediler.

Mümkündür, yakamozlu gece kuşlarına, bitirim pavyon kabadayılarına, sarhoş varoş gençlerine, egzotika meraklısı turistlere rağmen Sıraselviler’in köşesinde bir türlü bitmeyen kazan orada bitmiş olabilir.

*

ASLINDA, yerinde duruyor olsaydı o káseyi ben de yiyebilirdim.

Farkındayım, hafiften iç yağı karıştıyor ama midemin nezaketi bu kadarını kaldırır.

Üstelik, halis Acem pirinci mi kullanıyor nedir, kepçeden tane tane düşüyorlar.

Fakat açlığımdan değil...

Cigara ve kahve faslından önce kursağıma azıcık bir şey girmiş olmasını tercih ederim.

Ama biliyorum ki, böylesine bir pazar sabahında kolay kolay açık yer bulamayacağım.

Álá bal ve halis kaymakla kahvaltı servisi yapan muhallebici daha kepengini bile aralamamıştır. Poğaçaların ise henüz fırından çıkmış olduğunu sanmıyorum.

Hattá, çok büyük ihtimalle kahve yerine çaya talim etmek zorunda kalacağım.

Fincana espresso dolduran tezgahın makine ısıtmasına dahi daha o kadar çok var ki!

Sıraselviler’den karşıya geçtim ve İstiklál Caddesi’ne döndüm.

*

YANILMAMIŞIM, iki katlı ‘simit evi’ hariç, güzergáh başlangıcında bulunan yerlerden tek bir tanesi bile henüz siftah yapmamıştı.

Çaresiz oraya girdim. Sıcak kaşarlıyla kallávi çayı self tepsiye koyarak yukarı çıktım.

Hem caddeye balıklama bakan ve sol açısı Zambak Sokak’a kadar uzanan; hem de sağ cenahta meydanı iyicene gören masalardan birinde yer varmış, derhal oraya oturdum.

Bir ısırık simit, bir yudum çay ve bin nefes tütün, şimdi ‘Türkiye’nin kalbi’ni dinliyorum.

*

YAZ gününün cömertliğinden dolayı etraf ışıl ışıl olsa bile, aslında saat gecenin çoktan bittiği fakat gündüzün henüz başlamadığı o ‘ara zaman’a tekabül ediyor.

Şafak desem değil, tan desem değil, horoz vakti desem, hiç değil!

Kaldı ki, cumartesinin nihayete erip pazarın geldiği böylesine bir ‘ara zaman’ haftanın diğer hiçbir gün, saat ve dakikasıyla kıyaslanamaz.

Özellikle de, ‘Türkiye’nin kalbi’ olan şehrin tam atardamarında!

İşte şimdi o tekil ‘momentum’u yaşıyorum ve bunu yaşamanın hazzını yaşıyorum.

*

BİR travesti geçti. Hazin, sonsuz hazin bir travesti geçti.

Gece, pudralı sakallarını uzatmış. Takma memelerini de pörsütmüş.

Topuklu iskarpinlerini ise elinde taşıyor ve parke taşlar üzerinde yalınayak yürüyor.

‘Dişi’ (!) tebdil-i kıyafetinde olduğunu artık unutmuş ki, cigarayı son derece erkeksi tavırlarla içiyor. Yine çok erkeksi bir jestle izmariti tramvay raylarının arasına fırlatıyor.

Caddeyi katedenlerden ne laf, ne de göz atan var.

‘Sıradan travesti’ zahir çalıştığı pavyondan, revüden, kerhaneden yorgun argın Cihangir taraflarına dönüyor ve Fransız Konsolosluğu önünde ikinci bir cigara daha yakıyor.

*

ELLERİNDEKİ gitarlarla şen şakrak yürüyen ve kıyafetleri itibariyle ‘hard rock’çı mu, yoksa ‘metal’ci mi olduklarını çıkartamadığım kızlı erkekli genç grubu da dönüyor.

Yok yok, tam benim bulunduğum ‘simit evi’nin önünde durdular ve aralarında uzun uzun bir şeyler konuştuktan sonra içeri girdiler.

Self servis kahvaltılıklarını aldıktan sonra da belki yukarı kata çıkacaklar.

Hemen bir masa arkamda oturan ve bu defa, saçlarından, giyimlerinden ve ‘pearcing’lerinden ‘punk’çı olduklarını kesinkes anladığım çiftin yanına yerleşeceklerini sanmıyorum.

Sosyal müzik dağarcığım, ‘rock’ ve ‘punk’ tarzların birbirleriyle ‘limoni’ ilişki yaşadığını bilecek kadar geniş sayılabilir.

Fakat, orada yer var, biri yine burun deliğinden ve kaş üstünden ‘pearcing’li; diğeri ise siyah ojeli ayak parmaklarına ve göbeği açıkta bırakan şömiziyesine rağmen başı tesettürlü iki genç kızın aralıksız sohbet ettikleri masanın bitişiğine oturabilirler.

*

ONLARA deminden beri kulak veriyorum ve her ikisini çok seviyorum.

Öğrendim ki, sabaha kadar sevgilileriyle beraber Tünel barlarında dolaştıktan sonra o sevgililer ‘Hadi bize gidelim’ dediğinde, kızlar bunu reddetmiştir.

Dolayısıyla da, ayrılma biraz ‘tatsız şekilde’ geçmiştir.

Káh kısık sesle, káh ateşlenerek, aşktan, cinsellikten, sadakatten konuşuyorlar.

Bu arada da, tesettürlü olanın cep telefonuna ikide bir mesaj geliyor.

Arkadaşına gösteriyor ve gülüştükten sonra, genç kız tuşları inanılmaz bir hızla kullanarak cevap yolluyor.

*

İŞTE, ellerinde tepsiler, gitarlı grup da yukarı çıktı ve tahmin ettiğim masaya yerleşti.

Ben, yerimi tutmasını tesettürlü kızdan rica ettikten sonra, tezgahtan çay tazelemek için aşağı iniyorum.

Atardamarda cumartesi gecesini pazar sabahına bağlayan ‘Türkiye’nin kalbi’ni dinlemeyi sürdürüyorum ve devamını gelecek haftaya bırakıyorum.
Yazarın Tüm Yazıları