TARİH 20 Ağustos 1951
Hergün gazetesi haberi:
“Türkiye’ye sızan kızıl casuslar: Bunların arasında Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kâtibi Kamçılı Kız da var.
Bulgaristan’dan tehcir edilen Türklerle birlikte yurdumuza sokulan kızıl casuslar hakkındaki tahkikat devam etmektedir. Türkiye’ye giren ve bilhassa İstanbul Üniversitesi’ne kaydedilen kızıl ajanlar üzerinde ehemmiyetle durulmaktadır.
Bundan 3 ay kadar önce Tıp Fakültesi’nde 4’üncü sınıfa yazılan ve Bulgaristan’daki Türk kızları arasında Kamçılı Kız namıyla maruf olan Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kızı hususi tespit edilen kızıl ajanlar meyanındadır.
Türk ırkından olmasına rağmen sistemli bir Bulgar kızıl propagandası altında yetiştirilen mülteci Kamçılı Kız bilhassa Sofya’da ikamet eden ve zaman zaman Bulgar Emniyet Genel Müdürlüğü’ne çağrılan Türk kadın ve kızlarını kamçı ile dövdüğünden dolayı bu namı almış bulunmaktadır. Kamçılı kız Bulgar Dahiliye Nazırı’nın emriyle Türkiye’ye sızdırılmış, kendisi gibi mülteci kisvesi altına giren diğer ajanlara şef tayin edilmiştir. Bu surette Türkiye dahilinde gençlerden müteşekkil bir kızıl şebeke kurmaya vazifelendirilen Kamçılı Kız ve arkadaşları hakkında takibata geçilmiştir.”
DURUŞMALAR GİZLİ YAPILACAK22 Ağustos 1951, Zaman gazetesi “Kamçılı Kız” haberine devam etti. Bir de eylemini yazdı:
Üç gün önce yargılanmadan tutuklanan Namık Kemal ve dört arkadaşı sürgüne gönderilmektedir. Gizlilik içinde ‘Mısır’ adlı gemiye bindirildiler. Namık Kemal güverteden son kez İstanbul’a bakar. Sanır ki, bu adaletsizliğin önüne geçmek için tüm şehir ayağa kalkmıştır. Limanda kimseler yoktur. Oysa daha bir hafta önce, halk İstanbul’da ‘Fedai Kemal, Fedai Kemal’ diye sevinç gösterileri yapmıştır...
“HÜRRİYET” (Hurriet) Gazetesi’nin isim babası.
Bir dizi ifade ve kavramı Türkçeye kazandırdı:
Vatan, millet, vicdan, inkılap, ihtilal, siyasiyat, matbuat, hükümet, hayal, heyecan ve niceleri.
21 Aralık 1840’ta doğdu.
19 yaşında Tasvir-i Efkâr’da gazeteciliğe başladı.
25 yaşında Tazminat ve Islahat Fermanı’nı yetersiz bulan ilk gizli siyasi örgüt “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”nin kuruluşuna katıldı. Anayasa’yı ilan etmezse Sultan Abdulaziz’i tahtından indireceklerdi. Aralarındaki bir muhbirin ele vermesiyle, Ziya Bey ile yurtdışına kaçtı. “Hurriet”i Londra’da çıkardılar.
ÜTOPYA, insanın yeryüzünde bir cennet hayatı oluşturma çabasıdır. Düşseldir. Daha iyiye, güzele ulaşma isteğidir. Platon’un “Devlet”i belki Batı edebiyatında ütopya türüne ilk örnek sayılabilir. Ancak Yeniçağ Avrupa’sında ütopyalara daha çok tanık oluruz.
Türkiye’nin “ütopya” kavramıyla tanışması 19’uncu yüzyılın ortalarına denk geldi. 150 yıllık bir geçmişe sahip Türk ütopyası genel anlamda “siyasi rüya”yla başlar. Bu süreç aynı zamanda Türkiye toplumunun çağdaşlaşma ve modernleşmesinin başlangıcıdır.
Kavramın felsefi, siyasi ve edebi
açıdan incelenmesi 50 yıl önceye, yoğun olarak işlenmesi ise 1980 darbesinden sonrasına aitti.
HEP KORKUTTU İnsanın insan üzerindeki baskısı arttıkça hep yeni/alternatif bir toplum projesi/ütopya anlayışı doğdu.
Ütopyalar, aslında toplumsal çelişkilere dikkat çeken ilk eleştirel metinlerdi. Manifestolardı.
Ütopyanın (Utopia) yazarı Thomas More bir politikacıydı. Başbakanlık yaptı. İngiltere Başbakanı olmasına rağmen, bu eseriyle ezilenlerin ve özellikle de köylülerin içinde bulunduğu yoksulluğa dikkat çekti.
MODERN Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!
Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.
Bunlardan biri de Mehmed Ali adında bir askerdi.
Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.
Zekâsı ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.
Bu aslında “ulus-devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro) milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.
Fransa nasıl krallığa son verip ulus-devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus-devlet kuracaktı.
ŞAİR Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi...”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşamöyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir...
Bu tartışma yeni değil; on yıllardır yanıtını arayan bir soru. Bırakın bağdaşıp bağdaşmadığını bundan 100 yıl önce Melamiler, “Balkan Sosyalist Melami Federasyonu” kurmak için çok çaba harcadı. Melamiler’in sosyalizmle ilişkileri konusunda ne yazık ki hiç araştırma yapılmadı. Bu da Sol’un bu topraklara ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor aslında...
Önce bir tespit:
Bir aydın düşünün ki; 50 yıllık yazı yaşamı boyunca hep müstear ad kullanmak zorunda kalsın. Marksizmle ilgili onca kitaba ve çeviriye imza atmış bir
entelektüelin hayatı aslında bu topraklarda solun ne derece baskı altında olduğunun bir delilidir.
“Kerim Sadi” ve “A.Cerrahoğlu” (1900-1977) adını sol literatürü birazcık bilenler hemen tanır. Asıl adı neydi: “Nevzat Cerrahlar” mı yoksa “Ahmet Nevzat Cerrahoğlu” mu? Bir önemi var mı; bu benzersiz, sessiz, ünsüz, “İnsaniyet kütüphanesi”nin kurucusu, adam gibi adamın yazdıklarını anlamak için. Hayır!
Peşinen görüşümü yazayım:
Kim kendini hangi etnik gruba ait görüyorsa o kimliktedir. Yani “Ben Kürt’üm” diyorsa Kürt’tür.
Dil konusunda istediğiniz bilimsel çalışmayı yapabilirsiniz, ama biri “Bu benim dilimdir ve Kürtçedir” diyorsa, öyledir.
Ve ben hâlâ, kendi kaderini tayin hakkına inanırım...
Tamam. Şimdi istediğimi yazabilirim.
Gündemde, Kürtlerin iki dil ve özerklik talebi var.
Meselenin iki dil ve özerklikle biteceğine inanıyorsanız, yanılırsınız. Bu sadece başlangıçtır.
GÜNDEMDE Kürtçe var.
Kürtçe moda, Türkçe demode!
Bugün: “Türk” ya da “Türkçe” sözcüğünü dile getirenler ırkçılıkla, faşistlikle itham ediliyor.
Dün: Türk Dil Kurumu’nu kapatan 12 Eylül 1980 darbecilerine göre ise Türkçe ile ilgilenenler komünistlerdi!
“Güneş Dil Teorisi” dün de bugün de hep safsata olarak değerlendirildi.
Bütün dillerin kaynağının “Türk kökenli” olduğunu savunan “Güneş Dil Teorisi” Kemalist çevreleri bile artık sadece gülümsetiyor.
“Kemalist aşırılık” olarak değerlendiriliyor teori.
TEVFİKA Hanım’ın babası Hacı Ali, Kırım Tatarı bir göçmendi. Tire’de büyük bir çiftlikte kâhyalık yaptı; çiftliğin dul hanımıyla evlenerek “ağa” oldu.
Dört çocuğu oldu: Sadık, Şükrü, Refik ve Tevfika.
Tevfika genç yaşında gönlünü Halepçizade İbrahim Edhem’e kaptırdı. İbrahim Edhem İstanbul’da hukuk öğrenimi görüyor ve yazları Aydın’daki Kızılseki çiftliğinde kalıyordu. Bu çiftlik Tevfika’nın ailesiyle oturduğu konağın tam karşısındaydı.
Yaz aşkı mektup yazmakla başladı. Sonra gizli buluşmalarla sürdü.
Araya öğrenim yılı girse de birbirlerini unutmadılar. İbrahim Edhem, Aydın Vilayeti Tahriratı Umumiye Müdürlüğü’nde kâtip olarak çalışmaya başlayınca evlenmeye karar verdiler.
İbrahim Edhem’in babası İsmail Efendi bu birlikteliği karşı çıktı; çünkü Tevfika veremdi. Ama oğlunun ısrarlarına dayanamadı ve Tevfika’yı istemek için Hacı Ali Ağa’yı ziyaret etti.
Bekledikleri yanıtı alamadılar; Hacı Ali Ağa kızını vermedi.
ARKADAŞIM dert yandı:
“Oğluma yatarken hikâye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
WIKILEAKS belgeleri sayesinde ABD’nin Ankara büyükelçileri Eric Edelman, Ross Wilson ve James Jeffrey isimlerini ezberledik...
Peki Sir Percy Loraine (1880-1961) adını anımsıyor musunuz?
1933-39 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’ydi.
1938’de gizlilik kaydıyla Londra’ya gönderdiği, “Notes On Leading Turkish Person Alities” adlı raporunda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin toplam 96 yönetici, gazeteci ve aydını hakkında ne yazdığını biliyor musunuz?
WikiLeaks tartışmalarına ışık tutması için bu rapordan -daha önce de bu sayfada özet vermiştim- örnekler sunayım.
Bakın Sir Loraine, tanınmış Türkleri Londra’ya tanıtırken nasıl bir üslup kullandı ve haklarında neler yazdı:
“Yunus Nadi Abalıoğlu: Gazeteci. Kısa boylu, şişmandır. Kelebek gözlük takar. Herhangi bir rüzgâra kapılmaya meyillidir. Vicdansız, alçak adamın tekidir.
Ahlak, aklın polisidir.
Hayatın içinde ne var ya da ne yoksa; hepsi edebiyatın/sanatın konusudur.
Siz sanata; otoriteye dayalı kendi ahlakınızı dayatırsanız bunun adı tüm dillerde aynıdır: Faşizm!
Aşağıda ironik bir yazı kaleme aldım.
İstedim ki, gerçekten neyi tartıştığımızın farkında olalım.
Ya da nereye gittiğimizin!..
Umarım bu şaka (ki bazıları ne yazık ki, akıl tutulması sonucu artık neyin şaka olduğunun bile farkında değil) gerçek sayılmaz!
28 EKİM 1957’de Malatya’da doğdu.
Babası Mahmut Kaya işçiydi. Kürt’tü. Annesi Zekiye ev hanımıydı, Erzurumlu Türk’tü. Mustafa, Nurcan, Emine, Songül’den sonra doğmuştu.
Çocukken lakabı dudaklarının iriliğinden dolayı “Loş Dudak” idi.
Dayısı Muzaffer Genç cümbüş, amcası Yusuf Kaya tambur çalıyordu. Kulağı müziğe yatkındı. İlk sazı/curayı babası 6 yaşında aldı. 15 günde çalmayı öğrendi. Yetenekliydi.
Sahneye ilk kez 9 yaşında, -1 Mayıs yerine o dönemde kutlanan- 24 Temmuz 1966’da Çalışanlar Bayramı’nda çıktı.
1972’de Mahmut Kaya Sümerbank’tan emekli olunca, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak için ailesini İstanbul’a taşıdı.
Almanya’da yaşadı
Ve suikast için gizlice buluştuklarında kimin neyi savunduğunu da not almıştı. “Şairler Hücresi” tarihin seyrini değiştirecek suikastı
nasıl tartışmıştı...
TAKSİM ’de canlı bomba terörü gerçekleştiğini öğrendiğimde elimde “Son Jön Türk Kalesi: Ahmet Kemal Akünal” adlı biyografi kitabı vardı. (Derleyen M. Kayahan Özgül, Kitabevi) Bu kadar tesadüf olmaz; tam da şair Ahmet Kemal’in, Sultan II. Abdulhamid’e düzenleyeceği suikast planıyla ilgili bölümü okuyordum.
Servet-i Fünun yazarı Ahmet Kemal defterine bakın suikastla ilgili neler yazdı:
“Benim Tartaksiyon Cemal Paşa adında bir eniştem vardı. Halamın kocasıydı. Eşi diyemiyorum, çünkü eşi değil, kocasıydı. Sultan Abdulaziz’in mabeyincilerinden Ahmet Bey’in oğlu idi. Harbiye Mektebi’nden çıkınca babasının iltimasıyla Avrupa’ya ataşe militer yolladılar. Oralarda yirmi-otuz sene oturdu. Nüzul isabet etti, ancak bu suretle İstanbul’a döndü.(...)
Kimseye zarar vermeden Abdulhamid’in teveccühünü ve atıfetini kazanmaya çalışırdı. Mesela kötürüm olduğu halde, her cuma selamlığına koşar ve efendisine görünür idi. Abdulhamid buna bir nefer tahsis etmişti. İnişte, yokuşta, kalkışta, oturuşta Paşa’yı bu nefer sırtında taşırdı. Hulasa eniştem Abdulhamid’in emniyet ettiği bir adamdı.”
Hücre toplantısı
Osmanlı’nın Anıtkabir’i Abide-i Hürriyet’ti
Çağdaşlığın, demokrasinin ve laikliğin sembolü Ankara-Anıtkabir, son günlerde başta 14 Nisan mitingi olmak üzere binlerce insanın ziyaretine tanıklık ediyor.
TARİH, 13 Nisan (Rumi 31 Mart) 1909. Yer, İstanbul Ayasofya’daki Meclis-i Mebusan binası önü.
İstanbul bir gerici isyana daha tanıklık ediyordu.
Derviş Vahdeti ve İttihad-ı Muhammedi örgütünün yönlendirdiği binlerce insan, ellerinde silahlar, sopalar ve yeşil
"Gávur meclis istemiyoruz!"
Niye "gávur meclis"ti?
Çünkü:
23 Ağustos 1909’da İstanbul’da çıkan ve 2500 evin yanmasına neden olan büyük yangını, Allah, Meşrutiyet ilanı üzerine Osmanlı’yı cezalandırmak için çıkarmıştı!
Bu "gávur meclis"i kapatılmadan bu tür afetlerden kurtuluş yoktu!
Üstelik:
1876 Anayasası’nın 35. maddesi, meclisi feshetme yetkisini padişaha tanımıştı. Hükümetteki İttihat ve Terakki Cemiyeti, bu maddeyi Anayasa’dan çıkarmak istiyordu. Protestocular bu Anayasa değişikliğini, masum Müslüman halka şöyle anlatıyordu:
"35. madde ne demek; 30 Ramazan 5 de beş vakit namaz demek. İttihatçılar dinsiz oldukları için ramazanı ve namazı kaldırmak istiyor!"
"Gávurluk istemeyiz, şeriat isteriz" diye bağırıyorlardı. Din, bir kez daha siyasete alet ediliyordu. Tarih boyunca din istismarcıları tarafından kullanılanlar, o gün de, meclisin önünde Adliye Nazırı Nazım Paşa ve Lazikiye Mebusu Emir Arslan Bey’i linç ederek öldürdü.
Bahriye Nazırı Rıza Paşa ise öldü sanılarak bırakıldı.
SUBAYLAR LİNÇ EDİLİYOR
Sadece milletvekillerine düşman değillerdi. Askerlere de kin duyuyorlardı. Gávurluğu Osmanlı’ya askerlerin getirdiğini düşünüyorlardı. Medrese öğrencilerinin askere çağrılmasını; 23 Ocak 1909’da irticacı 60 Harp Okulu öğrencisinin okuldan atılmasını protesto ediyorlardı.
Onları en çok kızdıran ise orduda Harp Okulu mezunu olmayan alaylı subayların emekli edilmek istenmesiydi.
"Mektepli zabit istemeyiz" diye bağırıyorlardı.
Ve...
İsyancılar yolda karşılaştıkları subaylara soruyorlardı:
"Alaylı mısın, mektepli misin?"
Mektepli olanları öldürüyorlardı.
Binbaşı Ali Kabuli, Yüzbaşı Nail, Yüzbaşı Selahaddin, Yüzbaşı Sparati, Mülazım Muhiddin, Mülazım Selim ilk öldürülenler arasındaydı.
Katil sürüsü, Yüzbaşı Selahaddin’in yanındaki küçük kardeşi Nureddin’e bile acımamışlar, onu da katletmişlerdi.
Binbaşı Ali Kabuli’nin kesilen başı, bir sopaya geçirilmiş sokaklarda dolaştırılıyordu.
"TÜRKÇEYE HAYIR!"
Gerici isyana ilk tepki Harp Okulu öğrencilerinden geldi. Silah kuşanıp sokağa çıkmak istiyorlardı. Komutanları güç bela durdurdu.
Komutanların gözü kulağı Yıldız Sarayı’ndan gelecek haberdeydi. Sultan II. Abdülhamid’in tepkisini bekliyorlardı.
Aynı şekilde, alaylı subayların çoğunluğunu oluşturduğu İstanbul’daki 1. Ordu da, Yıldız Sarayı’ndan gelecek emri bekliyordu. Hangi safta yer alacaklarını bilemiyorlardı!
Yıldız Sarayı ise suskundu. Sultan II. Abdülhamid renk vermiyordu. Gerici isyancıların sayısı her saat artıyordu.
Talepleri de çoğalıyordu:
Okullarda derslerin Türkçe yapılmasına karşıydılar. Yeni okul istemiyorlardı; medreseler yeterliydi. Kızlar okula gitmeyecekti, şeriata aykırıydı. Yazışmalar Türkçe yapılmayacaktı. Yoksa...
Yoksa din elden giderdi!..
Gerici isyancılar, İstanbul sokaklarını esir almışlardı. Akıllarına gelen her talebi bağırıyorlardı. Yıldız Sarayı hálá suskundu. Ama hareketli olan bir yer vardı; Selanik.
HÜRRİYET ŞEHİTLERİ
"Temmuz Devrimi" II. Meşrutiyet’in filizlendiği Selanik’teki 3. Ordu Komutanlığı, İstanbul’a müdahale kararı aldı, silah kuşanıp yola çıktı..
"Hareket Ordusu" adı verilen bu kuvvet içinde kimler yoktu ki:
Yüzbaşı Mustafa Kemal, Hareket Ordusu’nun kurmay başkanıydı. Meşrutiyet ilanı için dağa çıkan subaylar, Resneli Niyazi’ler, Eyüp Sabri’ler, bu kez Meşrutiyet’i korumak için yola düşmüşlerdi. Hareket Ordusu’na Celal (Bayar) gibi gönüllü siviller de katılmıştı. Bu askeri kuvvetin neredeyse yarısı sivillerden oluşuyordu.
Edirne’deki 2. Ordu da Hareket Ordusu’na katılma kararı aldı. Bu ordunun genç subaylarından biri de Yüzbaşı İsmet (İnönü) idi.
24 Nisan’da İstanbul’da büyük çatışmalar yaşandı. İki gün sonra gerici ayaklanma bastırıldı. 3’ü subay 71 asker şehit olmuştu.
26 Nisan’da İstanbul’da büyük bir cenaze töreni yapıldı. Şehitler toprağa verildi. Ancak tören yeterli görülmedi. Hürriyet şehitleri için bir anıtın yapılmasına karar verildi. Anıt için yarışma düzenlendi.
Kiryadiki Efendi, Vedat (Tek), Kemaleddin Bey, Alexandre Vallury gibi devrin önde gelen mimarları, yarışmaya proje gönderdi. Yarışmayı Mimar Muzaffer Bey (1881-1920) kazandı.
İki yıl sonra:
23 Temmuz 1911.
"Temmuz Devrimi"nin üçüncü yılında "Abide-i Hürriyet Anıtı", büyük bir halk katılımıyla açıldı. 31 Mart şehitlerinin isimleri tek tek anıta işlenmişti
Mezar odasına giren kapının üzerinde ise, "Makber-i Şuhedá-i Hürriyet" yazılı bir kitabe bulunmaktaydı. Anıt artık Osmanlı’daki özgürlük hareketlerinin sembolüydü.
Hürriyet ne zaman tehlikeye düşse, Osmanlı aydınları, subaylar ve Harp Okulu öğrencileri, tepkilerini Abide-i Hürriyet Anıtı’na çıkarak gösterdi.
ABİde-İ
Hürrİyet
AnItI’na kİm DüŞman?
Hürriyet Tepesi’nin mezbelelik haline gelmesi üzerine, TV’ler program yaptı; gazeteler yazdı; yetkililer nihayet harekete geçti. Geçti de ne oldu:
07.07.2005’te anıtın rölövesi çıkarıldı.
26.05.2005’te Koruma Kurulu’na gönderildi. Ve hálá orada tozlu raflarda bekletiliyor.
İhmalkárlık olduğunu mu sanıyorsunuz? O kadar saf olmayın!
ÖNERİ:
Askerler anıtı "sivil yönetimin" elinden kurtarmazsa "Hürriyet Tepesi" yok olacaktır.
Gasp edilen fidanlık bölümü hemen "Aydınlanma Müzesi" haline getirilmelidir. Harbiye Askeri Müzesi’ndeki Mahmud Şevket Paşa suikastındaki otomobil, tabancalar, kanlı gömlekler, ilk Kanuni Esasi kitabı gibi döneme ilişkin tüm tarihi eşyalar bu müzede toplanmalıdır.
Tarihimizi yok ediyorlar, görmüyor musunuz?
"Hürriyet Tepesi"nde yatanların büyük çoğunluğu şehittir. Askerler şehitlerine sahip çıkmalıdır.
Hürrİyet-İ Ebedİye’de mezarI bulunanlar
Abide-i Hürriyet Anıtı bahçesine zamanla tarihimizin önemli isimleri de defnedildi. Ve anıt zamanla "Hürriyet-i Ebediye Tepesi" adını aldı. İşte "sonsuz hürriyet tepesi"nde mezarı bulunan tarihi şahsiyetler:
Sadrazam Mahmud Şevket Paşa ve iki koruması
Tarih, 11 Haziran 1913. Yer, İstanbul.
Sadrazam Mahmud Şevket Paşa, Babıáli’ye gitmek için Beyazıt’taki Harbiye Nezareti’nden çıkıp otomobiline bindi.
Otomobil, Beyazıt Meydanı’na geldi. Çarşıkapı’ya sapacağı sırada, karşıdan ellerinde tabut taşıyan bir cenaze alayıyla karşılaştı. Cenaze alayına yol vermek için durdu.
Ve tam o sırada tabutu yere atanlar, ellerindeki silahlarla otomobile ateş açtılar.
Sadrazam Mahmud Şevket Paşa, koruması Kazım Ağa ve Bahriye Yaveri İbrahim şehit oldular.
Suikastı, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni iktidardan indirmek isteyen bir grup yapmıştı.
Sadrazam Mahmud Şevket Paşa, İstanbul’daki gerici ayaklanmayı bastıran Hareket Ordusu’nun komutanlığını yapmıştı.
Mahmud Şevket Paşa, iki korumasıyla birlikte, Abide-i Hürriyet Anıtı’nın 20 metre soluna yapılan bir anıta defnedildi.
Sadrazam Midhat Paşa
Tarih, 8 Mayıs 1884. Yer, Taif.
Osmanlı’nın ilk anayasasının ve I. Meşrutiyet’in mimarı reformist Sadrazam Midhat Paşa, Sultan II. Abdülhamid’in kurdurduğu uyduruk bir mahkeme tarafından, Sultan Abdülaziz’i öldürttüğü gerekçesiyle verilen idam kararı gereği cezaevinde boğularak öldürüldü.
II. Abdülhamid, Midhat Paşa’nın öldüğünden emin olmak için başını kestirip Yıldız Sarayı’na getirtti. Zavallı Midhat Paşa’nın gövdesi, Taif’e gömüldü.
Midhat Paşa’nın kemikleri, 24 Haziran 1951’de Türkiye’ye getirildi. Tabutu, idam cezası aldığı mahkemenin bulunduğu Çadır Köşkü’nde katafalka konuldu.
İki gün sonra Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın da katıldığı bir törenle Abide-i Hürriyet Anıtı’nın tam karşısına defnedildi.
Midhat Paşa’nın mezarı üzerine, anayasa kitapçığı şeklinde büyük bir anıt yapıldı.
Harbiye Nazırı Enver Paşa
Tarih, 4 Ağustos 1922. Yer, Belçivan. Birinci Dünya Savaşı sonrası yurtdışına çıkan İttihatçılardan biri de Enver Paşa’ydı.
Avrupa’da birkaç ülkede kaldıktan sonra son durağı Rusya oldu. Bolşeviklerle anlaşamadı.
4 Ağustos 1922’de Belçivan yakınlarında Kızılordu’yla çarpışırken, mitralyözlerin üzerine elinde kılıç atıyla yürüdü. Aslında yaptığının intihar olduğunu o da biliyordu.
Yıllar sonra ölüm yıldönümünde 4 Ağustos 1996 tarihinde naaşı Tacikistan/Çeğen Köyü’ndeki mezarından alınıp İstanbul’a getirildi. Devlet töreniyle Talat Paşa’nın mezarının yanına defnedildi.
Sadrazam Talat Paşa
Tarih, 15 Mart 1921. Yer, Berlin.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’ya gitmek zorunda kalan İttihatçı lider Talat Paşa, tütün almak için sabah saatlerinde evinden çıktı.
Hardenberg Caddesi’nde 100 metre yürümüştü ki, İran’dan gelen 24 yaşındaki Ermeni terörist Sogomon Tayleryan tarafından vurularak öldürüldü. Üzerinden "Mehmed Sai" adına düzenlenmiş sahte kimlik çıktı. Talat Paşa’nın cenazesi uzun yıllar Türkiye’ye getirilemedi.
Yıllarca bir kilise mezarlığında sahipsiz kaldı.
Adolf Hitler, Türk-Alman ilişkilerini kuvvetlendirmek için özel bir jest yapıp Talat Paşa’nın naaşını 25 Şubat 1943 tarihinde Türkiye’ye gönderdi. Talat Paşa’nın cenazesi askeri törenle, Abide-i Hürriyet Anıtı’nın sağ yanındaki 50 metre uzaklığa defnedildi.
Sivil komitacı Midhat Şükrü
İttihatçıların ilk gizli toplantıları Selanik Yalılar’da Mülkiye mezunu Midhat Bey’in evinde yapıldı. Yıllarca İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin genel sekreterliğini yaptı.
Osmanlı Meclisi Mebusan’da üç dönem milletvekili olarak bulundu. İngilizler tarafından Malta’ya sürüldü.
TBMM’de 1935-50 yılları arasında Burdur ve Sivas milletvekilli olarak görev yaptı. Midhat Şükrü Bleda, 1956 yılında vefat edince, İttihatçı arkadaşlarının yanına Abide-i Hürriyet’e defnedildi.
Silahşor Mülazım Atıf
Tarih, 7 Temmuz 1908. Yer, Manastır.
Meşrutiyet’in ilanı için dağa çıkan mektepli subayları cezalandırmak için Manastır’a gelen Müşir Şemsi Paşa, Yıldız Sarayı’na geldiğini haber vermek için postaneden telgraf çekmiş çıkıyordu.
Müşir ve yanındaki yaverleri (ki biri Fevzi Çakmak Paşa’dır) ne olduğunu anlamadan, bir genç, Şemsi Paşa’ya kurşun yağdırdı.
Ve kargaşadan yararlanıp kayıplara karıştı.
Bu kişi Teğmen Atıf (Kamçıl) idi.
Atıf Kamçıl, Cumhuriyet’ten sonra 6. ve 7. dönem Çanakkale milletvekili olarak TBMM’de bulundu.
Vefat edince, İttihat ve Terakki’nin kurucularından biri olarak cenazesi Abide-i Hürriyet’e getirildi. Anıtın 50 metre arkasındaki ağaçlıklı bölüme defnedildi.
Dağa çıkan subay Eyüp Sabri
Tarih, 3 Temmuz 1908. Yer, Ohri.
300 kişilik Ohri Milli Taburu’nun başında bulunan Binbaşı Eyüp Sabri, Meşrutiyet’i ilan için dağa çıktı.
Meşrutiyet ilan edilince Enver ve Resneli Niyazi gibi kahraman oldu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen isimlerinden biriydi.
Eyüp Sabri Akgöl, Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Birinci Meclis’te Eskişehir milletvekili olarak bulundu.
1953 yılında vefat edince Abide-i Hürriyet Anıtı’nın arkasındaki Atıf Kamçıl’ın mezarının yanına defnedildi.