Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ’Hüseyin Üzmez’i tartıştı

"Zampara", "Puşt"... Meclis Başkanı Ahmed Rıza Efendi, mebusları her ne kadar edeb-i lisanla konuşmaya davet etse de genel kurulun tansiyonu hiç düşmedi.

Milletvekillerinin birbirlerini sözlerle taciz ettiği genel kurulun gündeminde "zina yasası" vardı! Hepsi zinanın suç olduğunu kabul ediyordu. Tek farkları, erkeğin
Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ’Hüseyin Üzmez’i tartıştı
zinası mı daha ağır suçtu, kadının mı? Gelin 100 yıl önceye gidelim; bakalım bugünle farkı var mı görelim?..

1908 Temmuz Devrimi (II. Meşrutiyet) sonucu yapılan seçimlerin ardından Meclis-i Mebusan, 27 Aralık 1908’de açıldı.

Üç yıl görev yapacak Meclis-i Mebusan, hukuk alanında da devrim niteliğinde düzenlemeler yapmak için çalışmalara başladı.

Ceza Kanunu’nun bazı maddelerini değiştiren yasa tasarısı, Meclis Adliye Encümeni’nden geçip Meclis Genel Kurulu’na geldi.

Değiştirilmesi istenen maddelerden biri de zinaya ilişkin olan 201’inci maddeydi. Zina maddesi, dört fıkradan ibaretti.

Zina maddeleri

Zina yapan kadın hakkında soruşturma açılması; eğer evliyse eşi; evli değilse velisinin şikáyetine bağlıydı. Zina sabit görülürse kadın 3 aydan 2 yıla kadar hapsedilecekti.

Şikáyetçi olan koca veya veli davadan vazgeçer ya da mahkeme sırasında vefat ederse dava düşecekti. Kocası kadınla evlenirse dava yine düşerdi.

Kadının zina yaptığı erkek evliyse, 3 aydan 2 yıla kadar; evli değilse 1 aydan 1 seneye kadar hapis cezasına çaptırılacaktı. Ayrıca her iki durumda da 5 Osmanlı altınından 100 Osmanlı altınına kadar para cezası verecekti. Ancak bu durumun kanıtlanması için suçüstü veya bir Müslüman’ın evinde yakalanması ya da erkeğin kendi tarafından yazılmış mektuplarının bulunması şart koşuluyordu.

Erkek, karısıyla birlikte oturduğu evde zina yapmayı alışkanlık edinmişse 3 aydan 2 yıla kadar hapis ve 5 Osmanlı altınından 100 Osmanlı altınına kadar para cezası öngörülüyordu.

’Allah göstermesin’

Zina yasa tasarısının görüşülmesine 18 Nisan 1911 günü, Ahmed Rıza Bey’in başkanlığında Meclis-i Mebusan’da başlandı.

İlk sözü alan Halep Mebusu Artin Boşgezenyan, Hüseyin Üzmez vakasında da ortaya çıkan bir gerçeğin altını çizdi: Bu ceza erkekleri koruyor!

Sözleri sürekli laf atmalarla kesilen Artin Efendi şöyle konuştu:

"Kanun aslında erkeğe diyor ki, ’Ey birader, biz senin kıymetini biliyoruz. Her ne kadar biz sana ceza verir gibi gözüksek de sen bundan korkma. Ama dikkatli ol sakın kendi evinde yapma. Ama ola ki bir kere yaptın ziyanı yok, fakat bunu ádet edinme. Yani metres tutma, çiçekten çiçeğe kon’."

Artin Efendi’nin, erkeğin kollandığını belirttikten sonra, "Farz ediniz ki Meclis-i Mebusan, kadınlardan teşekkül etse" demesiyle salondan bir kahkaha yükseldi. Kütahya Mebusu Cemal Bey, "Allah o günleri göstermesin" diye laf attı.

Artin Bey yine sözlerini sürdürdü:

"Bu gök kubbenin altında her şey olur efendim. Kadınlar Meclis’e gelseler ve bu yasadaki kadınların yerlerine erkekleri, erkeklerin yerlerine kadınları yazsalar; siz buna ne dersiniz? Zannederim ki ’Bu gayet haksızdır’ dersiniz. Bu nedenle kadınların hukukunu korumalıyız efendim."

Daha sonra kürsüye gelen Şebinkarahisar Mebusu Mustafa Hayri Efendi, kadınların ve erkeklerin eşit ceza almalarına karşı çıktı, "Kadınlar daha ağır ceza almalıdır" dedi. Ayrıca, zina kovuşturmasının sadece eş ve veli şikáyetine bağlı olmasının, kocasız ve velisiz kadınları yasa kapsamı dışına bırakacağını söyledi.

Bingazi Mebusu Mansur Paşa, ayetlerden alıntılar yaparak başladığı konuşmasında, iffetin korunmasının sorumluluğunun erkekten çok kadında olduğunu belirterek, "Bu nedenle kadınlara daha çok ceza verilmesi gerekir" dedi.

İpek mebusu Hafız İbrahim’in kadınlardan yana çıkan konuşması yine genel kurulu karıştırdı.

"Kadınları baştan çıkaran erkeklerdir. Bugün bir kadının aklı başında bir erkeği olursa, hiçbir vakitte fenalığa bulaşmaz. Fakat namussuz, alçak bir erkek, kendi zevcesini evinden bırakıp Beyoğlu’nda sabaha kadar sürterse, kadıncağız da bir zamparayı evine almaya mecbur kalabilir. Bir erkek bütün gün Beyoğlu’nda zamparalıkta bulunursa ona ceza yok. O kadın ne yapsın?"

Bu sözü duyan mebusların büyük çoğunluğu hep bir ağızdan bağırıp çağırarak itiraz ettiler. Kimi mebuslar kürsüye yürümek istedi.

Meclis Başkanı Ahmed Rıza Bey, mebusları sakin olmaya çağırdı. Hafız İbrahim Efendi’yi de daha dikkatli konuşması için uyardı: "Lütfen edeb-i lisanla konuşunuz. Bu kürsüye, Meclis’e yakışmayacak sözler sarf etmeyiniz."

Konya Mebusu Mehmed Vehbi Efendi, Artin Efendi ve İbrahim Efendi’nin sözlerini eleştirerek, kadınların dışarıda erkeklerini kontrol etmesi gibi bir durumun asla mümkün olamayacağını söyledi.

Erkek iktidarı

İstanbul Mebusu Kirkor Zohrab da genel kurulu hareketlendiren bir konuşma yaptı. "Bu cürümde en büyük kabahat erkeklerindir" deyince salon yine ayaklandı. Sataşmalar üzerine Kirkor Zohrab, "Bu tahammülsüzlüğünüzün nedeni, erkeklerin zorla kadınlar üzerinde egemenliğini muhafaza etmesinden kaynaklanıyor" dedi.

En çok laf atan Kengiri Mebusu Mehmed Tevfik söz alarak kürsüye çıktı. Hiçbir Osmanlı ferdinin Zohrab Efendi’nin bakış açısına ve düşüncelerine iştirak etmeyeceğini söyleyerek, konuyu "dinsel farklılıklar" meselesine getirmek istedi. Müslümanların Ermeni ve Rum gibi Hıristiyanlarla bu konuda ayrı olduğunu belirtti. "Müslüman erkekler mümtaz bir mevkidedir ve bu mevkii hiçbir vakit terk etmeyeceklerdir."

Serfice Mebusu Yorgo Boşo Efendi, soruşturma açılması hakkının sadece erkeklere tanınmasını eleştirdi. Ayrıca, erkeklerin rezil olmamak için şikáyette bulunamayacağını da belirtti.

Son olarak söz alan Sinop Mebusu Hasan Fehmi Efendi, konuşmasına zinanın İslam şeriatındaki yeri hakkında geniş açıklamalar yaparak başladı. Bırakın kadının zina hakkındaki şikáyetçi olup olmamasını, kadının böyle bir davada tanık olarak bile dinlenmemesi gerektiğini söyledi.

Tartışmalar uzayınca Meclis Başkanı yeterlilik önergesini oylamaya sundu. Kabul edildi. Yasa tasarısı da yapılan oylamada hiçbir fıkrası değiştirilmeden kabul edildi.

Sonuçta; aradan 100 yıl geçse de, yasaları erkekler yaptığı sürece, adına ister zina davası, ister taciz, ister tecavüz davası deyin korunan hep "Hüseyin Üzmezler" olacaktır!

Halkın elindeki tüfek, Osmanlı padişahlarının korkulu rüyasıydı

Başbakan Erdoğan’ın, gösteri yapan DTP’lilere elindeki tüfekle karşı koymaya çalışan bir vatandaş için, "Vatandaşlarıma sabır tavsiye ederim. Fakat bu sabır nereye kadar olacak. Bunun endişesi içindeyim" demesi geçen haftanın en önemli gündem maddesiydi. Peki, Osmanlı sultanları, vatandaşın elindeki tüfek için ne yaptı, sabır mı diledi?

OSMANLI Ordusu tüfekle ne zaman tanıştı; tam bilenemiyor.

Prof. Halil İnalcık’a göre, Osmanlılar tüfeği (tüfenk) ilk kez II. Murad döneminde 1440’ta Belgrad kuşatmasında kullandı. Şans getirmemiş olacak ki bu kuşatmada Belgrad alınamadı!

Sonra 1453’te İstanbul’un kuşatmasında bir grup yeniçerinin elinde tüfek görüldü. Fakat yeniçeriler tüfeği pek sevemediler; oktan vazgeçemediler.

Öyle ki Zigetvar kuşatmasında ölü ele geçirilen Kont Zerini’nin vücudunda iki kurşun, bir ok vardı!

16’ncı yüzyılda Osmanlı Ordusu’nda tüfek hákim olmaya başladı. Örneğin; III. Murad hemen hemen tüm yeniçerileri tüfekle donattı.

Tüfekler Ayasofya Camii’nin arkasında Darphane’nin karşısında bulunan Cebehane’de üretiliyordu. Bunlar genellikle sekiz köşeli veya kaval namlulu ağır fitilli tüfeklerdi.

"Metris Tüfeği" olarak da bilinen bu siper tüfeklerinin namlu uzunluğu 130160 cm, namlu çapı ise 2029 mm idi.

Bu tüfeklerin kalitesiyle ilgili çelişkili bilgiler vardır. Genellikle Venedik ve İspanyol tüfeklerinin kopya edildiği de rivayet edilir.

Tüfeğin yaygınlaşması, Osmanlı padişahları için bir tehlikeye de işaretti: "Ya halkın da eline geçerse?"

Ve başlangıçtan itibaren reayanın eline geçmemesi için sıkı önlemler aldırdılar. Vilayet ve sancak beyliklerine gönderilen fermanlarla, halkın elinde, evinde tüfek bulundurması kesinlikle yasaklandı.

Eh tabii halk ferman filan dinlemedi. Bu kez sıkı kontroller yapılmaya başlandı. Hangi askerde hangi tüfeğin olduğu itinayla kayıtlara geçirildi; tamir işlerinin bile dışarıda yapılması yasaklandı.

Ne yapılsa önlenemedi. Hatta Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Bayezid’in isyanında eli silahlı halk ayaklanmaya destek verdi. Tüfekli bu ilk isyan, Şehzade’ye pek uğurlu gelmedi. Kanuni de eli tüfeklilere hiç öyle sabır filan dilemedi!

Osmanlı yönetimi, "kürek cezası" gibi sert önlemler alsa da halkın "tüfek aşkı" hiç bitmedi. Balkan topraklarından Anadolu’ya ilk silah kaçakçılığı da bu aşkla başladı! Üstelik fiyatları da ucuzdu; 300 ile 600 akçe arasında değişiyordu. Yani normal bir atın fiyatının yarısından ucuzdu.

Vezirler bile halkın elindeki tüfeğin peşine düşseler de halkın silahlanmasının önüne kimse geçemedi.

Diyeceksiniz ki, Osmanlı yönetimi neden bu kadar tüfekten çekiniyordu?

Eli tüfekli isyancılar karşısında kim çekinmez? Haklı olarak asayişi temin edemeyeceklerinden çekiniyorlardı. Zaten küçük de olsa bazı eşkıyalar tüfek edinmeye başlamışlardı bile.

Bütün önlemlerine rağmen Osmanlı yine de halkın tüfek edinmesinin önüne geçemedi. Öyle ki 17’nci yüzyılın ortalarında yapılan baskınlar sonucu ele geçirilen tüfek adedi herkesi şaşırttı: 80 bin!

İlginçtir; Osmanlı’nın devlet otoritesi ne zaman güçlü ise halkın elindeki tüfek adedi azalıyor; otorite ne zaman zayıflarsa halkın elindeki tüfek sayısı artıyordu!

Ve sonuçta Osmanlı, halkın tüfek sahibi olmasının önüne geçemediği için Balkanlar’da başlayan ayaklanmaları önleyemedi.

Osmanlı padişahları, halkın elindeki tüfekten hep korktular; biliyorlardı ki o namlu bir gün kendilerine dönebilirdi!..

Vahideddin’e göre Atatürk hangi millete mensuptu

Mustafa Kemal’i Anadolu’ya Sultan Vahideddin’in gönderdiği tezi yine medyada yer almaya başladı. Bu sözleri sadece saltanat ve hilafet özlemi çeken medya dile getirmiyor. Peki, gerçek böyle mi? Gerçeği bulmanın tek yolu var; belgeler! Gelin İngiltere Dışişleri Bakanlığı Arşivleri’ndeki bir belgeye göz atalım. Bakalım Vahideddin, ulusal mücadele için ne diyor; Atatürk’ün hangi milletten olduğunu söylüyor?

PUBLIC Record Office, Foreign Office Archives (Devlet Arşiv İdaresi, İngiltere Dışişleri Bakanlığı Arşivleri) 406/45’te kayıtlı; İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’dan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord George Curzon’a gönderilen; 23 Mart 1921 tarih ve 300 numaralı belge:

"Efendim,

22 Mart tarih ve 199 numaralı telgrafıma atfen, 21 Mart’ta, Fransız ve İtalyan meslektaşım ve bendenizin, Sultan Vahideddin tarafından sırayla huzura kabul edildiğimizi bildirme şerefine nailim.

Sultan’ın benimle, daha ayrıntılı olarak görüşmeyi arzuladığını anladım. Ayağıma kadar gelen bu fırsatı, Londra Konferansı’nın sonucunu meslektaşlarımıza arz etmek suretiyle değerlendirdim ki; teklif edilen antlaşmanın (Sevr) Türkiye tarafından kabulü, bizim almamız için beklememiz gereken Sultan’ın desteğine bağlıdır.

Sultan beni iki saat on beş dakika tuttu. Mr. Ryan bana eşlik ediyordu. Sultan yine, bir başka kişinin huzurda hazır bulunmamasını tercih etti. Maiyetinde çalışan memura kabulden önce yol verdi ve Mr. Ryan’dan tercümanlık yapmasını rica etti.

Sultan başlıca fikirlerini açıklarken umumiyetle olduğundan bile daha açık ve kesin ifadeliydi. Fakat söylediklerini tekrar ediyor ve sık sık duraksıyordu. Bu yüzden elinizdeki belge, görüşmenin tam sırasını gayretinde bulunmadan, konuşulanları her boyutuyla izlemenizi sağlayacaktır.

Sultan kendisine ve mevkiine gösterilen hürmetten ötürü minnettarlığını ifade etti. Mamafih, Anadolu’da durumun malum olduğunu söyledi: ’Bir avuç çeteci tam bir nüfuz kurmuşlar. Sayıları azdır fakat genellikle boynu bükük, mahcup ve fakir oluşlarından istifade ederek, bu zavallı millet üzerinde hákimiyet kurmuşlardır. Bunların gücü, sayıları 16 bine varan asker ve gelecekteki kişisel çıkarları için onlara omuz veren subaylardan ibarettir.’

Sultan, Bekir Sami Bey gibi bir adamın makul olduğunu ancak onu Londra’ya gönderenlerin büsbütün aşırı milliyetçi olduklarını belirtti.

Ben Londra görüşmelerinin ülkedeki iyi niyetli tüm unsurları, Sultan’ın rehberliği altında birleştirip canlandırılabilecek yeni bir yapı oluşturduğu ümidimi ifade ettim.

Sultan temelde aynı fikirde olduğunu, ancak ayrıntılar konusunda hemfikir olmadığını söyledi: Ankara liderleri, bu memlekette hiçbir dikili kazığı olmayan adamlardır; bu memleketle ne kan ne de bir başka bağları vardır. Mustafa Kemal, kökeni belli olmayan Makedonyalı bir devrimcidir. Kanı herhangi bir şey, örneğin, Bulgar, Yunan veya Sırp olabilir. O daha çok bir Sırp’a benziyor.

Bekir Sami Çerkez’dir. Onların hepsi aynı; Arnavutlar, Çerkezler, Türk hariç her şey. Aralarında gerçek Türk yoktur. Gerçek Türkler özüne sadıktır ancak, kendi esirliğinin hikáyesi gibi hayali yalanlarla Türkler sindirildi, aldatıldı..."
Yazarın Tüm Yazıları