Orhan Pamuk ve Hrant Dink’le Amsterdam’da...

Amsterdam, sanki dünyada değişmemeye ahdetmiş bir şehir varsa, tam da orası gibi.

Haberin Devamı

Bu şehirde yaklaşık bir yıl yaşamıştım. 33 yıl olmuş. İlk buluştuğumuz 33 yıl önce de, gözüme bir “oyuncak şehir”, sahici olmayan, bu yeryüzüne ait bulunmayan bir mekan gibi gözükmüştü.

Kendisine ilişkin ilk şaşkınlığım, Paris’in kuzey garına vardığımda başlamıştı. Sapsarı renkte bir Hollanda treni Paris-Amsterdam seferi için peronda bekliyordu. “Kara tren” imgesi ile büyümüş, kara trenli türküler kulağımızı doldurmuş bir kültürden gelip, sapsarı renkte bir trenle karşılaşınca, tren gözüme oyuncak tren gibi gözüküvermişti. Amsterdam’a ayak bastığımda ise, kanallar üzerinde yüzüyormuş gibisinden, küçücük odalarıyla birbirinin üzerine yaslanmış birkaç yüzyıllık tarihi olan ve daha önce hiç görmediğim binalarıyla bezenmiş Amsterdam’ın tümü bana oyuncaktan bir şehir duygusunu vermişti.

Haberin Devamı

İnsanları da, giyim kuşamlarıyla, pasaklılığa varacak derbeder halleriyle, “oyuncak insanlar”mış gibisinden bir duyguyu zihnimde uyandırmıştı.

33 yıl içinde topu topu, o da uzun aralıklarla üç kez gittim Amsterdam’a. İlk karşılaştığım ve bıraktığım gibi buldum. Bu dördüncü ve son seferde de, esas itibarıyla, değişen bir şey yoktu. Gözüme hiçbir vakit “gerçek”miş gibi gözükmeyen bir mekanda, “gerçek değillermiş” gibi karşıma çıkan insanlarla, Türkiye konuştuk.

Ülkenin en eski mazisi 200 yıl kadar geriye uzandığına bakılırsa-, belki de dünyanın en eski edebiyat dergisi De Gids, bir Türkiye özel sayısı çıkartmış. Çoğunluğu Hollanda vatandaşı olan Türk yazarların katkılarıyla, o artık ezberlediğimiz “klişe”nin, Türkiye, Avrupa ve İslam Dünyası arasında bir “köprü” olur mu, olmaz mı sorunsalının irdelendiği bir konferans.

De Gids, özel sayısını “Türkiye’ye!” kapağıyla Türkçe de yayınlamış ve Amsterdam’da başlattığı bu tartışmayı Türkiye’ye taşıma eğiliminde.

Hollanda’nın, AB Anayasası’na Fransa ile “hayır” diyen bir ülke olması, bu arada ünlü sinema adamı Theo Van Gogh’un bir Faslı Müslüman tarafından siyasi-kültürel bir cinayete kurban gitmesi, “Türkiye dosyası”nın önemini birden bire arttırmış. Bu yüzden, dünyanın en eski edebiyat dergisi, özel bir “Türkiye dosyası” hazırlamak gereği duymuş.

Haberin Devamı

Derginin söz konusu özel sayısının yazarlarından biri tanıdık bir isim. Joost Lagendijk. Onun yazısının başlığı “Ankara’da korku ve kuşku: Katı Laiklerin ve Modernleşen İslam’ın Hikayesi”. Benden tartışmacı olarak yapmam istenen katkı, Joost Lagendijk’in yazısını yorumlamak ve onunla birlikte soru-cevap bölümünde yer almak idi.

Bence, De Gids’te yer alan ve hepsi bir ölçüde “dışarıdan” Türkiye’ye bakan ve inceleyen yazıların içinde en ilginci Christiaan Snouck Hurgronje imzasını taşıyordu. Hafta sonunda doğumunun 150. yıldönümü kutlanacak olan Hollanda’nın en büyük “oryantalist”i Hurgronje. Onun yazısının başlığı “Yeni Türkiye” idi. Bir de alt başlığı var: “İstanbul Hatıraları, 25 Temmuz  23 Eylül 1908”...

Haberin Devamı

Bizim ve herkes için, neredeyse tam bir yüzyıl önceki Türkiye. Onun kaleme aldığı anılar, Meşrutiyet’in ilan edildiği günlere ilişkin; Yeni Türkiye...

İşin en ilginç tarafı, yüzyıl öncesinin İstanbul’una ilişkin anıları ve gözlemlerinin, bugünün Türkiye’si ve İstanbul’u ile bir hayli örtüştüğü. Bir anlamda, bugün için isim, tarih, yer değişiklikleri yapılarak yazılsa, sanki aynı başlığı koruyabilir: Yeni Türkiye...

Türkiye kadar, adeta hayvani bir enerji ile değişen, bir yandan da 100 yıl geçtikten sonra bile değişmemiş gibi duran, dünyada bir başka örnek yok gibi. Dünyanın muhtemelen en “sui generis” şehrinde, dünyanın belki de en “sui generis” ülkesini, kendi ülkemi düşünüyorum...

***

Haberin Devamı

Her ne kadar 33 yıl önce yaşamış ve şehre doğal olarak aşina olmam gerekirken, Amsterdam’da kendimi çok yalnız hissettim. Yalnız ve yabancı. 33 yıl önce olduğum gibi. Kendime itiraf edemediğim bir hüzün ile yaşamıştım bu şehirde. Yıllar önce bir başıma iken yaptıklarımı yaptım. Küçük ritüellerime geri döndüm. Sokak arabalarında Kuzey Denizi’nin balığı Haring’i, ekmek arası yapıp, soğan ve tatlılaşmış turşu ile yemek, ya da sokak duvarlarına asılı camlı dolaplara bozuk para atıp, sanki uygarlığa intibak etmeyi becerebilmenin muzafferiyet duygusuyla, bir cins köfte olan frikadeli, 1.20 euro atarak camlı bölmesinden çıkartmak gibisinden. Bunları yine yaptım. Ve, yine yabancılık ve yalnızlığın tuhaf hüznünü edindim.

Haberin Devamı

Aynı duyguyu İstanbul’a ilişkin, hem de şimdilerde Orhan Pamuk’un edinmiş olduğunu aklıma getirmemiştim. Hiç düşünmedim bile. Ama, Nobel ödüllü yazarımızın Almanya’da yapmayı düşünüp de, seyahatini iptal ettiği için yapılamayan konuşmasının metnini İtalyan La Repubblica gazetesi yayınladığında ve okuduğumda, sarı renkli Hollanda trenlerini ilk kez gördüğümdeki gibi  şaşırdım ve hüznüm katlandı sanki.

Orhan Pamuk, “Benim İstanbul’um” başlığıyla kaleme almış konuşma metnini ve kendisinin Conrad, Nabokov ve Naipaul gibi şehir ve ülke değiştirmeyi adet edinmiş bir yazar olmadığını belirterek, İstanbul’a “derin bağlar”la ve “candan bir arkadaş gibi bağlanmış durumdayım”diyor. Buraya kadar bir tuhaflık yok. “İstanbul zaman zaman bende, çoğunluk içinde yalnızlık durumunu çağrıştırıyor” saptaması önemli.

“İstanbul’da herkes yabancı, herkes yalnız. Türkler, daha doğrusu Osmanlılar (İstanbul’u fetheden orduda Hristiyanlar da vardı) İstanbul’da yabancıydılar. Güzel ve hazır vaziyetteki bir kente gelmişlerdi. Müteakip 500 yılda İstanbul’da hüküm sürmüş Osmanlı eliti de yabancıydı, çünkü tümüyle farklı bir kültürden gelmişlerdi.

Günümüzde de demografik yapının hızla değiştiği İstanbul’da halkın yüzde 90’ı, neticede yine yabancılardan oluşmakta. Çocukluğumdan beri otobüslerde ve kafetaryalarda karşılaştığım insanların, havadan yakınmalarının ardından, bana nereli olduğumu sormalarının nedeni de bu. Birilerinin, benim gibi adeta ürkerek İstanbullu olduklarını söyledikleri durumlarda ise bu kez kuşkulu bir edayla ebeveynlerinin nereli oldukları sorusu yöneltiliyor.” Böyle yazmış.

Ve, bunları yazan kişi hakkında bilgi veren La Repubblica gazetesi, Pamuk’un “milliyetçi kesimin tehditleri yüzünden” Türkiye’yi terk ederek, ABD’ye gittiğini ileri sürüyor ve ekliyor, “Burada yayınladığımız konuşma da, yazarın sevdiği kente adeta buruk bir veda niteliğinde”...

***

Bütün bunları okuduğumda, niye hüzünlendiğimi anlamaya çalıştım. Nobel töreninde, “Joyce ve Dublin, Dostoyevski ve St.Petersburg, Kafka ve Prag isimleri nasıl buluşmuşsa Orhan Pamuk ve İstanbul da öyle” denilerek tanıtılmış İstanbul yazarının, kentimizde bizi ve her birimizi “yabancı ve yalnız” diye tanımlamış olmasının ruhumda şekillenmesinden ötürü mü? Amsterdam’da “yalnız ve yabancı” iken, geri dönmeye can attığım İstanbul’da da aslında “yalnız ve yabancı” olduğum, olduğumuz yüzümüze vurularak, zihnimize sokulduğu için mi?

Ya da Orhan Pamuk’un ismini dünyada yücelttiği, sevdalısı olduğu şehri terk etmek zorunda bırakılmış olmasından dolayı mı? “Milliyetçi tehdit” yıllardır bir sloganı bayrak etmişti: “Ya sev, ya terk et”!

Seven terk etmek zorunda ise, ortada akıl almaz derecede garip var. O “milliyetçi tehdit”, ya sev ya terk et diyordu. Seviyorsan terk et demiyordu. Ama seven terk ediyorsa, terk ettirenin sevdiği kuşkulu olmalı. Zaten sevse, Fetih’ten yaklaşık 555 yıl sonra, sanki İstanbul başka birine aitmiş, bir başkasına ait olma tehlikesi varmış gibi, şehrin her yerini devasa bayrakların dalgalandığı bir bayrak direkleri ormanına çevirir miydi?

Milliyetçiler, Türkiye’ye seviyorlar mı? İstanbul’a sevdalılar mı? Yoksa, onlar da, bu şehrin, üstelik, hoyrat yabancıları mı?

Aradan geçen 33 yılda, o değişmeden ve ben de değişmediğimi fark ederek,  bir “yalnız ve yabancı” Türk olarak, Amsterdam’da Orhan Pamuk’u okuyunca, bir başka İstanbul sevdalısı Hrant Dink’in arkadan vurulmasının ve kanlar içinde İstanbul kaldırımlarına serilmesinin üç hafta sonrasında, bunları düşündüm...

Yazarın Tüm Yazıları