Okuma bayramı

Bayramın ilk günüyle birlikte İstanbul boşaldı. Hemen hemen bütün arkadaşlarım tatili fırsat bilip bir yerlere gittiler.

Kalanlar da benim gibi evlerinden çıkmayanlar. Oysa yollar bomboş. Yeniköy’den Kuzguncuk’a yirmi dakikada gidiliyor ki, bu da insana fırsat bu fırsat duygusunu veriyor. Yolların çağrısına kapılmıyorum ama. Evde oturup önceden karar verdiğim gibi dersimi çalışıyorum. Masamın üstü bayram süresince okuyup bitirmeyi düşündüğüm kitaplarla dolu. Kimi ruhsuz bir dille yazılmış tuğla kalınlığında araştırma kitabı, kimi serçe parmak inceliğinde küçümen bir cilt. Hepsinin ortak özelliği ise bir dönemi anlatıyor olmaları. Acılı, uğursuz bir yazı... Ya da o yazdan arta kalanları.../images/100/0x0/55eb0e6af018fbb8f8a830c9

Bundan yıllar önce, gene böyle uzun bir bayram tatilini bahane edip o günlerde bütün şiddetiyle esen Asmalı Konak fırtınasında boğulmasına ramak kaldığını düşündüğümüz Meral Okay’ı ziyaret etmek için Göreme’ye gitmiştik. Aziz ve Yaso ile birlikte.

Bir gece, bu dünyaya ait değilmiş duygusu uyandıran o tuhaf coğrafyanın mı yoksa o coğrafyada sanki olduğundan daha büyük ve daha yakın gibi duran dolunayın etkisiyle mi bilmem, geç saatlere kadar oturup yarenlik ettiğimiz verandada tuhaf bir oyun oynarcasına, birbirimize bugüne dek duyduğumuz ya da tanık olduğumuz en çarpıcı hikayeleri anlatmaya başladık.

Hiç birimiz fena sayılmazdık ama anlattığı hikaye ile Aziz geceyi açık ara önde bitirdi.

1962 yılında babasının Kapıkule gümrük kapısında tanıştığı bir Fransız ailenin öyküsüydü bu. Makedonya’nın ücra bir kasabasından başlayıp İstanbul’dan geçen, bir ucu da Marsilya’ya giden çarpıcı bir hayat hikayesi. Tüylerimizi diken diken eden bir hikaye.

Anadolu toprağının böyle acılı ne çok hikaye barındırdığını düşündüğümü hatırlıyorum.

Sonra gece bitti, sayılı gün geçti, evli evine köylü köyüne döndü. Dinlediğimiz hikaye de yavaş yavaş soldu gitti.

Ben hikayelerin gelip insanları bulduğuna inanırım. Nitekim bir süre önce belleğin çekmecesine atılmış o hikaye gene Aziz eliyle gelip beni buldu.

Bu uzun tatilde hiçbir yere gitmeyip evde çalışmayı istemem onun yüzden. Bildiğimi sandığım şeyleri bilmediğimi anlamam onun yüzünden. İçimin kah buza kesip kah ısınması gene onun yüzünden.

BİR TUĞLAYA KARŞI BİR SERÇE PARMAĞI

Bayramda hemen hiç evden çıkmadım. Oturduğum masadan kalkmadığım bile söylenebilir. Boğaz yağmurlu havalarda olduğu üzere beyaza çalan o uçucu rengine bürünmüş. Çalışma masasının üstü okunmayı bekleyen kitaplarla dolu. Yirmi küsur kitap. İkiye ayırarak önüme yığmışım. Elimin erişmediği bir yere de panzehir niyetine iki şiir kitabı koymuşum. Şiir, söz ettiği acı ne kadar yoğun olursa olsun insanın içini buza kestirmez çünkü. Bir tuğlaya karşı bir serçe parmağı hesabıyla okumaya başlıyorum.

Tuğlalar genellikle ’bilimsel’ bir dille yazıldıklarından insanın içini kanırtmıyorlar. Tarihler, rakamlar, belgeler ve yazarın tarafsız olduğunu göstermek adına kullandığı soğuk bir dil.

Okuyor, not alıyor ama yağmurluğun üstünden akıp giden damlalar misali o sağanaktan içim dışım ıslanmadan kupkuru çıkıyorum.

Ama o serçeler yok mu o serçeler? İnsanı mahvediyorlar. Bazen hiçbir kelimenin anlatmaya yetmeyeceği bir fotoğraf, bazen yarım kalmış kırık bir cümle içinize çörekleniyor. Ve yüreğiniz buza kesiyor.

Serçe dediklerim genellikle anılar. Felaketten sağ çıkanların, ona değip geçenlerin Türkünün, Ermenisinin, İngilizinin, Amerikalısının tanıklıkları.

Dördüncü günün sonunda bir tuğlayı daha devirince ara veriyor, serçeler arasında Urfa’da Bir Yetimhane’yi seçiyorum. Ertesi gün o da ben de bitiyoruz.

Güneş de açtı mı sana. Yollar hala bomboş. Ev ödevi de bir yere kadar diyerek çıkıyorum.

Ama gide gide İstinye Park’ta gün geçtikçe kitapçıdan başka bir şeye dönüşen D&R’a gidiyor ve geçen yüzyıl başı İstanbul’un gündelik hayatını anlatan yazarların kitaplarını aramaya başlıyorum. Hikayenin kayıp halkasını tamamlamanın başka çaresi yok.

Bitip tükensem de, Osmanlı’nın son dönemine, Bulgar Savaşı ve Ermeniler’in Medz Yeğen dedikleri büyük felakete ilişkin yazılanları ve dönemin İstanbul’unu anlatan kitapları okumam lazım.

Raflardan üç kitap çekiyorum. Biri Yerasimos’un Birinci Dünya Savaşı’nın İstanbul’unu anlattığı kitabı, ikincisi Ece Temelkuran’ın Ağrı’nın Derinliği, üçüncüsü ise Hagop Mintzuri’nin İstanbul Anıları.

Ece Temelkuran’ın kitabı kalın olmasına kalın, ama diğer tuğlalara benzerliği sadece sayfa sayısı. Müthiş lirik bir dille yazılmış, herkesin bir ucundan tutup çekiştirdiği Ermeni meselesinin öbür yanına da bakmaya çalışan, farklı çevrelerden bulup konuştuğu kişilerin söylediklerine virgül eklemese de tarafsızlık iddiasında olmayan bir kitap.

Taraflı çünkü bitsin istiyor. Taraflı çünkü dinsin istiyor. Taraflı çünkü doğacak çocuklar ölüm hikayeleriyle büyümesin istiyor.

BİR ANADOLU ERMENİSİNİN İSTANBUL ANILARI

Hagop Mintzuri’nin İstanbul Anıları’nı açıyorum. Daha ilk sayfada içimin buzu eriyor.

Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan çıkan İstanbul Anıları İstanbul’un 1897-1940 yıllarını kapsıyor. Mintzuri, Armudanlı bir Anadolu Ermenisi. Yüz yıla yaklaşan ömrünün altmış yılını İstanbul’da geçirmiş, baba mesleği fırıncılıktan Üsküdar’da yem satıcılığına, Tokatlıyan Oteli’nde muhasiplikten Surp Harutyun Kilisesi’ndeki görevine kadar çeşitli işlerde çalışmış bir yazar.

Müthiş bir gözlemci. Müthiş bir anlatıcı. Ve müthiş bir avare. Dere tepe düz giden, İstanbul’un sokaklarını adım adım gezen bir avare.

Avareden kastım aylak aylak dolaşan biri değil. Tam tersine o işi gereği Galata Köprüsü’nün bu yanında kalan hemen hemen bütün semtlerini sokak sokak, ev ev dolaşmış ve gideceğe her yere yürüyerek gitmiş biri.

Buna da mecbur zira Hagop Efendi ekmekçi.

O yıllarda ekmeğin ne fırınlarda ne bakkallarda satılmadığını, atlara yükleneip ev ev dağıtıldığını, hesabın çetele ile tutulup ödemelerin aydan aya yapıldığını da ondan öğreniyoruz.

Bu gün yerinde yeller esen Sinan Paşa Camii yanındaki Beşiktaş Çarşısı’nın çalışanlarını, oraya yolu düşen saraylıları, Yedi Sekiz Hasanpaşa karakolunda çalışan inzibatları, her biri farklı iş yapan, her biri alameti farika gibi farklı giysileriyle ortada dolanan kırmızı saltalı Arnavutları, şahrem yüzlü Kürtleri, Şamdan gelen renkli giysileri ile diğerlerinden ayrılan Halep çıbanlı Arapları, uyanık Rum bakkalları, Karaköy’ü mesken tutan Tibetli doktorları, Yüksek Kaldırım’ın külyutmaz Yahudileri’ni, Galata’daki Getronogan Lisesi’ne devam eden yoksul Ermeni çocukları, genelev sokağında cilveyle bekleşen Odesalı, Leh, Rumen hayat kadınlarını, dağıttığı ekmeği azıcık aralanan kapı arasından alan elleri kınalı Cezayirliler’i, Sultan Hamid’in Yıldız’dan dört atlı gümüş arabasıyla çıkıp katıldığı cuma namazlarını, Müslüman Üsküdar ile gavur Pera’yı yani o dönem İstanbul’unda yaşanan gündelik hayatı da...

Mintzuri’nin kahramanları sıradan insanlar. Anadolu’nun dört bir köşesinden İstanbul’a gelip ekmek derdine düşen yoksul insanlar.

Kitapta bir bayram tasviri var ki okunmaya değer. Bayramlar gerçekten de bütün bu farklı insanları bir araya getiren bayramlarmış o zamanlar. Yıllardır bıkmadan usanmadan bir mozaikten söz eder dururuz ya, o mozaik nerede sahi? Mozaik dediğimiz kaba bir sıva değil mi şimdi?

Kitabı bitirdiğimde içim şenleniyor. Bayramı evde geçirdiğime değiyor.
Yazarın Tüm Yazıları