Murat Bardakçı: Berinciğim, sen çok yanlış zamanda dünyaya gelmişsin

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Kilolarının fazlalığı Ali Karacan'ın göz zevkini bozduğu için işinden olduğu iddia edilen Berin Yavuzlar, dünyaya yanlış zamanda gelmiş. ‘‘Etli-butlu kadın’’ merakının hüküm sürdüğü eski devirlerde doğmuş olsaydı bırakın kovulmayı, erkeklerin gönlünde taht kurar, hatta saraya bile kapılanıp zevk ve safa içinde yaşardı.

Hafta başında gündemi biraz cüsseli genç bir hanımın kiloları yüzünden işinden olması tartışması işgal etti: Discovery kanalının sahibi Ali Karacan, yanında çalışan Berin Yavuzlar ismindeki genç kızı iddiaya göre ‘‘göz zevkini bozduğu’’ gerekçesiyle kapıdışarı etmişti.

Ali Karacan'la Berin Yavuzlar'ın hakkında yazılanları okuyunca hiçbir yoruma kapılmadan ‘‘Kızcağız dünyaya yanlış zamanda gelmiş’’ diye düşündüm.

Zira bugün ince vücutlu kadın modasının revaçta olmasının aksine eski devirlerde okkalı ve etli-butlu hatunlara merak vardı, en cazibeli kadın yanlardan fazla gelip endam aynasına sığmayanıydı ve Berin Yavuzlar o zamanlarda yaşasaydı başına hiç böyle işler açılmazdı. Çok değil, bundan sadece 80-90 sene önce bile dünyaya gelmiş olsa bırakın cüssesi yüzünden işinden olmasını, hemen baştácı edilir; hatta azıcık şansı varsa saraya bile girer, zevk ve safa içinde yaşardı.

Yandaki kutuda atalarımızın işte bu merakının, yani bol etli hanımları tercih etmelerinin asırlar öncesinden kalma bir belgesini veriyorum. Ama önce, gene o devirlere ait vecize gibi bir tekerleme: ‘‘Mazarrat’’ sözünü ‘‘zararlı’’, ‘‘fáidát’’ı da ‘‘faydalı’’ yerine kullanan şair kadının güzelini bakın nasıl anlatmış, nelerle mukayese etmiş:

‘‘Kara karı, kuru karı, keçi eti, durgun at / Mazarratü'l-mazarratü'l-mazarratü'l-mazarrat / Beyaz karı, şişman karı, koyun eti, yörük at / Fáidátü'l-fáidátü'l-fáidátü'l-fáidát’’

Kadının neresi nasıl olmalı?

Násıreddîn-i Tûsî bundan 700 küsur yıl önce, 13. yüzyılda yaşadı ve astronomiyle uğraştı. Rasathaneler kurdu, çok sayıda eser verdi, bilim tarihinin gelmiş geçmiş en büyük astronomlarından sayıldı ve bu arada bir de ‘‘Bahname’’, yani ‘‘cinsel bilgiler kitabı’’ kaleme aldı.

Tûsî'nin kitabı Farsça'ydı ve biz bu ‘‘Bahname’’nin kıymetini yazılmasının üzerinden iki asır geçtikten sonra anlayıp 1400'lü yılların ortalarında Türkçe'ye çevirdik. Eser asırlar boyunca ençok okunan kitaplar listesinin hep ilk sıralarında yer aldı ve aynı konudaki başka eserlere kaynaklık etti. Bugün elyazması kitaplıklarında çok sayıda elyazması nüshası var ve Türkçe tercümesinin bir nüshasına da bendeniz sahip bulunmaktayım.

Aşağıda, Tûsî Bahnamesi'nin bendeki nüshasından ‘‘kadını güzel yapan özellikler’’ başlıklı bölümden kısa bir alıntı veriyorum. Metni günümüz Türkçesi'ne aktarırken sadece bazı kelimeleri değiştirdim ve bugünün okuyucusunda sadece mizahi bir duygu uyandıran üslubuna pek dokunmamaya çalıştım.

Násıreddîn-i Tûsî dedelerimizin, büyük dedelerimizin, nesiller önceki atalarımızın hayalini süsyelen kadınları anlatırken bakın neler yazıyor:

‘‘...Ey oğul! Şimdi sana avratların güzellik alámetlerini anlatacağım. Bu alámetlere sahip olan avrat, avratların en güzeli demektir. Alámetler ne kadar az ve eksik olursa, avrat da o kadar az güzel olur.

Güzellik alámetleri işte bunlardır:

Avradın dört nesnesi kara gerek: Saçı, kaşı, kirpiği ve gözünün karası.

Avradın dört nesnesi kızıl gerek: Dili, dudağı, yanakları ve avurdları.

Avradın dört nesnesi yuvarlak gerek: Yüzü, gözü, topukları ve bilekleri.

Avradın dört nesnesi uzun gerek: Boynu, burnu, kaşı ve parmakları.

Avradın dört nesnesi hoş kokulu gerek: Burnu, ázásı (eli, kolu, ayakları ve bacakları), koltuk altları ve ayakları.

Avradın dört nesnesi geniş gerek: Alnı, gözleri, göğsü ve butları.

Avradın dört nesnesi dar gerek: Burun delikleri, kulak delikleri, göbek deliği ve ağzı.

Avradın dört nesnesi küçük gerek: Ağzı, elleri, ayakları ve kulakları.

Ve dahi avradın başı ne büyük ve ne küçük ola.

Ve boynu ne uzun ve ne kısa ola.

Ve eti dahi değirmi (yuvarlak) ola.

Ve benzi ak ola veyahut kaz benizli veya karayağızın güzeli ola.

Ve teni de pembe ola.

Ve saçı sık ve uzun ola. Zira saç avradların yüzsuyudur.

Ve güldüğü vakit güzel ola. Zira avradın gülüşünün hoşluğu, diğer özellillerinden önce gelir.

Ve gözlerinin karası çok ola, kaşları da çatık ola.

Ve yürüdüğü zaman, kalçasının etleri deprene.

Ve huyu tatlı ola, sözü tatlı ola ve yumuşak ola.

İşte ey oğul! Bu yazdığımız şartlar hangi avratta varsa, o avrat güzelliğinin olgunluğuna ulaşmış demektir...’’

Onların patronları

Ali Karacan gibi değildi

Yekta Kara ve Sema Erdem... Bunlar, mesleklerinde son derece başarılı olmuş ‘‘Osmanlı tipi’’ hanımlardan sadece ikisi. Biri ‘‘Devlet Sanatçısı’’ unvanının, diğeri Mesut Yılmaz'ın ve ANAP'ın sırlarının sahibi.

Soprano Yekta Kara'nın son başarısına Türkiye'yle beraber 60 küsur ülkenin lideri de şahit oldu: İstanbul'da geçen ay yapılan AGİT Zirvesi'nin açılışında dillere destan olan renkli konseri o hazırlamıştı.

Mesut Yılmaz'la ANAP'ın karakutusu olan Sema Erdem ise hep perde arkasında kaldı, basında pek gözükmedi. Mesut Bey'in başbakanlık koltuğuna her oturuşunda Sema Erdem de başbakanlık müşaviri oldu, gerçi ‘‘özel kalem müdiresi’’ zannedildiyse de hükümetin en önemli işleri mutlaka onun masasından geçti.

Türkiye'de Yekta Kara ve Sema Erdem gibi başarılı daha birçok ‘‘Osmanlı’’ hanımı var ve başarılarının sırrı da galiba Ali Karacan gibi bir patrona düşmemiş olmaları...

Sofya'da telefon satan şehzadenin sessiz ölümü

Abdülhamid'in torunu ve Osmanlı tahtının ikinci varisi olan Şehzade Aláeddin Efendi, 1920'lerden buyana yaşadığı Sofya'da hayata veda etti. Son derece maceralı bir hayat süren ve bir ara zindana bile atılan Aláeddin Osmanoğlu, Sofya'da küçük bir telefon ve elektrik dükkánı işletiyordu.

Sofya'da geçenlerde sessiz-sadasız bir cenaze kalktı: Sultan Abdülhamid'in torunlarından olan bir şehzadenin, Aláeddin Efendi'nin cenazesi...

Osmanoğlu ailesinin New York'ta yaşayan ‘‘reisi’’ yani en büyük şehzadesi Osman Ertuğrul Efendi'den sonra gelen ikinci büyüğü ve Osmanlı tahtının ikinci várisiydi. Yani Türkiye'de bugün Cumhuriyet rejimi yerine Osmanlı idaresi olsa, Aláeddin Efendi Dolmabahçe Sarayı'nın şimdi Resim ve Heykel Müzesi olarak kullanılan Veliahd Dairesi'nde oturacak, ‘‘Veliahd-ı saltanat şehzáde-i civán-baht devletlû necábetlû Aláeddin Efendi Hazretleri’’ unvanını kullanacaktı.

1917'de İstanbul'da doğmuştu ve Osmanlı Hanedanı'nın bütün mensuplarıyla beraber sürgüne gönderildiğinde yedi yaşındaydı. Babası Şehzade Abdülkaadir Efendi'yle ve şimdi İstanbul'da yaşayan küçük kardeşi Saffet Neslişah Sultan'la beraber önce Budapeşte'de kaldı, oradan Sofya'ya geçti. Genç şehzade babasını İkinci Dünya Savaşı' sırasında bir Alman bombardımanında kaybetti, savaştan sonra Bulgaristan'da iktidara gelen Komünist Partisi'nin gazabına uğradı: Abdülhamid torunlarının Musul petrollerinden hisse aldığına inanan yeni yönetim Aláeddin Efendi'den hissesini Parti'ye devretmesini istedi, şehzade zaten varolmayan hisseyi veremeyince uzun yıllarını zindanda geçirdi.

Sonra serbest bırakıldı ve Sofya'da telefon malzemeleri ve elektronik eşyalar satan ufak bir dükkán açtı. 1980'li senelerde Todor Jivkof yönetiminin Bulgaristan'da yaşayan Türkler'i Bulgarlaştırma kampanyası sırasında Aláeddin Efendi'ye her nedense ilişilmedi, hatta bizzat Jivkof tarafından ‘‘Türk Prensi'nin ismine dokunulmaması’’ talimatı verildi. Şehzade 65 yıl aradan sonra Türk vatandaşı oldu, ‘‘Osmanoğlu’’ soyadını aldı, gene Sofya'da yaşamaya devam etti ve birkaç hafta öncesine kadar hep dükkánındaydı.

İşte bir Osmanlı şehzadesinin macera filimlerine taş çıkartan hayat hikáyesinden birkaç enstantane...

Yazarın Tüm Yazıları