Merkez Bankası nereye taşınsın?

MERKEZ Bankası’nın Ankara’daki merkez ofislerinin İstanbul’a taşınmasıyla ilgili ilginç tartışmayı dün Hürriyet’te okudunuz.

Devlet Bakanı Ali Babacan, "Merkez Bankası’nın idare merkezini İstanbul’a taşıyacağız" deyince bankadan yapılan basın açıklamasında, "Bankanın merkezi kuruluş kanununa göre Ankara’dır" denildi.

Bu açıklama, "Merkez Bankası, bağımsızlığının altını çizdi" diye yorumlandı ancak Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz verdiği bir demeçle bu "yanlış anlamanın" önüne geçmekte gecikmedi!

Burada durup sormak gerek: Böyle bir taşınmaya neden gerek duyuluyor?

Günümüzde bankacılıkla ilgili tüm işlemler artık elektronik ortamda yapılıyor. Kimse, kimsenin yüzünü görmüyor bile. Dolayısıyla "iş merkezi İstanbul" diye bir gerekçe pek de inandırıcı değil; çünkü Merkez Bankası’nın iş çevreleri ve bankalarla olduğu kadar hükümet ile de önemli işleri var.

Merkez Bankası gibi büyük kuruluşların şehir değiştirmesi, ayrıldığı kent için bir kayıp, geldiği kent için de bir kazançtır.

İstanbul gibi on milyon nüfusu çok gerilerde bırakmış bir kente, böyle bir taşınmanın yapacağı katkı, önemsenmeyecek kadar küçük olur.

Ancak Ankara’nın böyle bir taşınma nedeniyle çok şeyler kaybedeceği kesin.

Öte yandan İstanbul gibi pahalı bir kente taşınmak, hepsi sonuç itibarıyla devlet memuru maaşıyla geçinip, çoluk çocuk okutacak Merkez Bankası görevlileri için gerçek bir yıkım olur.

İşe gidip gelmek için trafikte kaybedecekleri zaman da bütün bu zorlukların üzerine tüy diker.

Eğer Merkez Bankası yönetimi "Ankara’dan sıkıldıysa" önerim Kayseri, Konya, Gaziantep, Denizli ve hatta İzmir gibi bir kente taşınmalarıdır.

Böyle bir taşınma işlemi, o kentlerin ekonomik yaşamına canlılık getireceği gibi, sosyal yaşamına da hareketlilik getirir. Böylece kamu dairelerinin yer değiştirmesi, sadece bir masraf kapısı olmaktan çıkar, toplumsal bir gelişim projesinin bir parçası olur.

Tabii amaç "Başkent Ankara’yı" ufaktan ufaktan İstanbul’a taşımak değilse!

Dış politikamızda ’İranlaşma’ tehlikesi

TÜRKİYE Büyük Millet Meclisi’ndeki İsrail Dostluk Grubu’nun CHP’li üyelerinden sonra AKP’li üyeleri de istifa ettiler.

Bunun Lübnan’da sürdürülmekte olan savaşı nasıl etkileyeceğini tahmin etmek zor değil: Savaş durmayacak!

Şunu tahmin etmek de çok kolay: Türkiye ile İsrail ilişkileri, bu istifa nedeniyle önemli bir yara alacak.

Milletvekillerinin istifası ilk bakışta haklı görülebilir. Lübnan’da öldürülen sivillerin acılarını paylaşmaktan, haksız savaşı protesto etmeye varana kadar birçok geçerli neden de söylenebilir.

Ama bu gerekçeler, bu istifaların özünde "popülist" ve "içi boş" istifalar olması gerçeğini değiştirmez.

Bu istifalar, bize Türkiye’nin, İsrail konusunda, giderek İran ile aynı çizgiye düşmekte olduğunu gösteriyor. AKP’li bazı milletvekillerinin bu heveste olmasını anlamak zor değil belki. Ama CHP’nin de bu değirmene su taşıması, bu partinin rüzgárın önüne kapılıp politika yaptığını gösteren bir başka örnek.

Ahmedinejad, "İsrail yıkılana kadar savaş" isteyebilir; ama Türkiye’nin devlet politikasının bu olmadığını da herkes biliyor.

Ortadoğu’da gerçekten adil bir çözüm istiyorsak, yapmamız gereken şey İsrail’e küsmek değil, onunla diyaloğu kesmeden yaptığının yanlış olduğunu anlatmaktır.

Hatırla maziyi mesudu sen de benim gibi yan

ZAMAN zaman müzikten anlayan arkadaşlarıma bu soruyu soruyorum: Türk Sanat Müziği artık öldü mü?

Aldığım yanıtlar beni hiç tatmin etmiyor; ama yine de sormaya devam ediyorum.

Çünkü ben yeni çıkan bir bestenin radyoda üst üste çalındığı, hiçbir zaman "detone" olmayan büyük yorumcuların fotoğraflarının dergilerde, gazetelerde yayımlandığı, sessiz ve hep gölgede kalmaya çalışan bestekárların isimlerinin herkesçe bilindiği bir dönemde yetiştim.

Kulağım o güzel şarkılara, o kadife sesli yorumculara alıştı.

Şimdi popüler olan müzik türlerine de bir itirazım yok; ama ikisinin bir arada neden aynı şekilde ilerlemediğini anlamakta zorlanıyorum.

Dün yazımı yazarken bilgisayarımın CD sürücüsünde Emel Sayın’ı dinliyordum. Yukarıda sorduğum sorunun yeniden aklıma gelmesinin nedeni bu.

Dinlediğim CD, "Emel Sayın, Münir Nurettin Selçuk söylüyor" ismini taşıyor.

Bir konser kaydı. DVD’si de varmış; ama ben izleyemedim.

Münir Nurettin’in o ölümsüz eserlerine, Emel Sayın’ın verdiği ruhu hissetmeye çalışırken "Timur Selçuk, babasının bestelerini kimseye vermiyor" iddialarının da ne kadar temelsiz olduğunu görüyorum.

Doğru dürüst söyleyecek biri çıkınca neden vermesin? İşte Emel Sayın’ın konseri bunu kanıtlamıyor mu?

Eğer siz de benim gibi Türk Sanat Müziği’ni seven ve hep yaşamasını isteyenlerdenseniz, bu CD’de duygularınızı harekete geçirecek çok şarkı bulacaksınız.
Yazarın Tüm Yazıları