Geriye ne kalmışsa, o senindir

KENDİMİ gazeteciliğin ağır ikliminden kurtardığım, kendimle baş başa kalabildiğim anlarda herkes gibi ben de bir insan muhasebesi yaparım.

Dostlarım kimdir?

Haberin Devamı

O atasözünde dendiği gibi, her şeyi bıraktığım zaman bana kalan nedir?

Kimlerdir, kimlerin nesidir?

Böyle anlarda gündelik hayatın, abur cubur siyasetin dumura uğrattığı kafamı alır başka yerlere giderim.

Gazete yöneticiliği derin bir yalnızlıktır.

O sıradanlaşmış, sığlaşmış yalnızlığı; yaşamayı hak etmiş bir ruh haline hangi simya çevirebilir diye düşünürsünüz?

Okumak...

Evet, okumak öyle bir şeydir.

Dinlemek...

O da öyle bir şeydir...

Seyretmek.../images/100/0x0/55eb5381f018fbb8f8ba1259

Güzeli seyretmek, olağanüstü bir hazdır.

Allah’ın hem seyredene, hem seyredilene lütfudur.

* * *

Bir de sohbet etmek var.

Bazı insanlarla sohbet etmek.

Haberin Devamı

Mesela, Jacques Attali.

Mehmet Ergüven.

Edgar Morin.

Başka birçok insan.

En çok sohbet etmek istediğim insanlardan biri Dan Brown’dı.

Onun, dinlerin bize empoze ettiği “resmi tarihi” yeniden yazma teşebbüsünü, cüretkâr bir meydan okuma olarak görüyordum.

Yazdıklarını alelade birer komplo teorisi olmaktan çıkarıp heyecan verici bir oyun haline getirmesine hayrandım.

Bir de yazma kabiliyetine.

Kısa cümlelerle, her bölümü hayranlık verici bir sürprizle bitirmesini kıskançlıkla izliyordum.

Hakkında epeyce şey okumuştum.

“Da Vinci Şifresi”nde geçen mekânların bir bölümünü gidip gezmiş, yazmıştım.

Kitaplarını çok iyi biliyordum, ama kişiliği hakkında pek bilgim yoktu.

Fotoğraflarından ve çok meydana çıkmamasından, kafamda içine kapanık, yalnız, iletişim kurulması zor bir insan portresi kalmıştı.

Swissotel’in tarihi yarımadaya bakan geniş salonunda ilk karşılaştığımızda bu fotoğraf yırtılıp gitti.

Karşımda, son derece sempatik, konuşkan, sorulan her soruya özgüvenle cevap veren bir insan vardı.

* * *

Bir de kıyafeti.

Fotoğraflarda, onu hep taşra üniversitelerinin klasik öğretim üyesi haliyle görmüştüm. Kadife bir pantolon, üzerinde ‘V’ yaka bir kazak, tweet ceket.

Karşımdaki insan ise, koyu renk takım elbise, beyaz gömlek ve ince kravatlıydı.

Haberin Devamı

Atatürk Havaalanı’nda çekilmiş fotoğrafında daha kilolu görünüyordu.

Karşımdaki insan ise ince, hatta zayıf denilebilecek bir siluete sahipti.

Her gün koşu bandına çıkıyormuş.

Yemek yemeyi çok seviyormuş.

Aslında onunla mülakattan çok, karşılıklı sohbet ettik.

Yani onun kadar olmasa bile ben de epey konuştum.

Gazetedeki yer sınırlı olduğu için konuşmayı, bir mülakat formatında yayınladık.

Mesela, kitaplarında çok geri planda gibi duran, cinsellikten söz ettik.

İsa’nın son yemeğinde şarap içtiği iddia edilen “kutsal kâse”nin, bir kadınlık organı olarak tasarlanması, aslında kitapta ağır ama gizli bir cinsellik motifinin de olduğunu anlatıyordu.

Bunu sorduğumda verdiği cevap
şu oldu:

Haberin Devamı

“Kitaplarda romantizm, aşk ve cinsellik de var. Hepsini dengelemeye çalıştım. Öne çıkan olsun istemedim.”

Küçükken ağaçların dallarına ayağını takıp, baş aşağı sarkarmış.

“Böylece dünyayı farklı açıdan görürdük. Olayları farklı görmek için hâlâ bunu yapmaya devam ediyorum” diyor.

* * *

“Kayıp Sembol” şu cümleyle başlıyor:

“İşin sırrı ölümün nasıl olduğu...”

Şu cümleyle kapanıyor:

“Yakında değer verdiğin her şeyi kaybedeceksin.”

* * *

Hayat bazen insanı zor bir imtihandan geçirir.

Öyle anlarda, en değer verdiğiniz şeyleri bile bırakırsınız.

Bırakırsınız, geriye kalan sizindir.

Ne kalmışsa...

İşte onunla hayata devam edersiniz.

Yazarın Tüm Yazıları