Fırıncıya iki ekmek yerine iki erkek ısmarlamışım!

Gisele Köseoğlu... Tende Kontluğu’ndan gelen bir Fransız soylusu. Ta ki yönetmen Halit Refiğ’in filmindeki gibi "Bir Türk’e gönül verince"ye kadar! Cannes’dan kalkıp İstanbul Fatih’e yerleşiyor.

Bu cümle de benim onu neden sevdiğimi açıklıyor! 24 yıldır İstanbul’da yaşıyor. O bir Fransız edebiyatı öğretmeni. Binlerce Türk öğrenci yetiştirmiş. Aynı zamanda başarılı, ödüllü bir yazar. "Mahperi Hatun", "İstanbul’da Pencereler" ve "İstanbul’da El Yazması" adlı kitapları Gita Yayınları’ndan çıktı. "İstanbul’da Pencereler" Yunanca’ya ve İtalyanca’ya çevriliyor. Bu röportajda Gisele Köseoğlu bilmediği, görmediği, gitmediği bir ülkede nasıl tamamen yeni /images/100/0x0/55ea789af018fbb8f8821a69bir hayat kurduğunu anlatıyor.

Ne zaman, ne münasebetle Türkiye’ye geldiniz?

- Aşıktım, sevdiğim adamın peşinden geldim. 1980’li yılların başıydı. Birlikteliğimiz olacak şey değildi. Ailem İtalyan asıllı Tende Kontluğu’ndan geliyor. Çocukken babam pantolon giymemi bile istemezdi, o kadar muhafazakar bir aileydi. Bizimkilere "Bir Türk’le çıkıyorum" demek, ailede devrim yapmak gibi bir şeydi. Yaptım! Yaz tatili için İstanbul’a geldim, Saint Michel Lisesi’nde iş buldum. Ve İstanbul’a yerleştim.

İlk çarpıldığınız şey...

- Aşağı yukarı iki yıl Fatih’te oturdum. Tam bir kültür şoku! Cannes sahillerinden Fatih’e. Babaannemin çağına gitmiş gibiydim. Merdaneli çamaşır makinesini ilk defa burada gördüm. Arkadaşlarım Fatih’te nasıl oturduğuma hayret ederdi. Fatih’te bir Fransız! Hem de Cannes’dan gelmiş bir Fransız. Cannes, renkli bir şehirdir. Çiçek bahçesi gibi. İnsanlar rengárenk giyinir. Kadınlarda pembe, kırmızı, yeşil, turuncu mantolar olağandır. İstanbul’da ise gri, siyah, kahverengi giysiler hákimdi. Şaşırdım tabii...

Fatih’e uyum sağlamakta hiç mi zorluk çekmediniz?

- Fatih bana İstanbul’un bir başka yüzünü tanıttı. Daha eve yeni yerleşmiştim. Kapı çaldı. Komşu bir káse aşure getirmiş. Yüzüne bakakalmıştım, niye geldiğini, elinde ne olduğunu bilemeden. Nereden bileyim ben ádetten olduğunu? Ama yine de el kol işaretlerinden tatmam için bana bir şeyler getirdiğini anlamıştım. O zamanlar Türkçe tek bir kelime bile yok bende. Elimde sözlük öyle alışveriş yapıyorum, kasaba koyun budu niyetine "Doyun buzu", manava düzgün lahana yerine "Üzgün lahana", fırıncıya iki ekmek diye "İki erkek" ısmarlıyorum. Tabii her seferinde, gülüşmeler oluyor. Olaylara tam anlamıyla Fransız kalıyordum! Kayınbiraderim bana "Garip" adını takmıştı. Tabii bazen Fransa’dan, arkadaşlarım ve akrabalarım geliyordu. Bir keresinde kuzenim, "Bu şartlarda burada fazla kalamazsın, yakında dönersin" demişti. Ama bak, 24 yıl geçti, hálá buradayım.

En zorlandığınız şeyler...

- En zoru Türkçe’yi öğrenmeye çalışmaktı. Bir de tabii toplum içi kodlar vardı. Nerede nasıl davranılmalı? Kısaca kültür farklılıkları. Bazı durumlarda nasıl davranacağımı kesinlikle bilemezdim. İnsanları kırmamak ve bir hata yapmamak için hep sorup soruştururdum. Gerekli kelimeyi yerinde kullanmak! Doğumda ne denir? Ölümde nasıl davranılır? Hediye ne zaman verilir?

Kolay adapte olduğunuz şeyler...

- Gündelik hayata kolay alıştım. İnsan ilişkileri rahat. Türk mutfağı hiç sorun olmadı. Ama hálá arabaların arasından sıyrılarak karşıdan karşıya geçmeyi başaramıyorum! Bir de Türkiye’de dört dörtlük iş yapan kişi az. Hep bir yerlerde bir şeyler eksik oluyor. Bu da normalmiş gibi kabul ediliyor. Benim buna alışabilmem mümkün değil. Mesela, tarihi güzel bir yapının cephesine plastik, uyumsuz renklerde reklam panosu asılıyor. Tarihi doku bozuluyor. Kimse bundan rahatsızlık duymuyor. Kanunlar da esnek. Bir sürü suç kanunlardaki boşluklardan dolayı cezasız kalıyor. Çocuk sahibi olduktan sonra güvenlik önlemleri eksikliğinden çok çektim. Alçak pencereler, balkonlardaki parmaklık aralıkları. "Bir şey olmaz" mantığına bir türlü alışamadım.

Türkiye’de bunca yıldan sonra ecnebi olmak ne demek?

- Her zaman yabancı kalmak! Bazen TC kimlik kartımı çıkartmak zorunda kalıyorum. Bir müze gezeceğim, beni turist zannediyorlar. Turist muamelesi görmekten hoşlanmıyorum. Ben kendimi yabancı hissetmiyorum ki! Ne kadar Cannes’lıysam o kadar da İstanbulluyum. Ama aksanım yüzünden yabancı kalıyorum. Bir de Türkiye’de nezaket yüzünden insanlar söyleyeceklerini yumuşatıyor veya üstü örtülü söylüyor. Kısacası her şeyi söylemek zor. İnsanlar alıngan. Hemen üzerlerine alınıp saldırıya uğradıklarını zannediyorlar. Bazen, insanları üzmemek için düşündüklerimi söylemiyorum.

1983’te Fatih’te bile türban yoktu

Sizce Türkiye’de kadınlar ne durumda?

- Kadınlar çok değişti. İstanbul sokaklarında sanki daha az mı başı kapalı kadın görüyor muyduk ne? Belki o zamanlar başı kapalı kadınlar ekonomik hayattan daha uzak, evden çıkmadan daha pasif bir hayat yaşıyordu. Bir de kafalarında geleneksel bir başörtüsü olurdu. Şimdi ise bence biraz ayrımcılık kokan "türban" diye bir örtünme şekli türedi.

Türban erkeklerin kadınlar üzerindeki hakimiyetinin simgesi mi?

- Aslında türban meselesini konuşmak beni rahatsız ediyor. 1983’te Fatih’te bile kadınlar türbanlı değildi. Örtünen kadınlar ya yemeni ya da bir tülbent bağlardı. Tartıştığımız konuya bakın. Tamamen gündem saptırma. Asgari ücretle insanlar nasıl geçinir? Kızlar niye okutulmaz? Hálá ortalama eğitim süresi niye bu kadar az? Niye kişi başına gelir hálá açlık seviyesinde? Neden her gün onlarca kişi trafik kazalarında ölüyor?

Siz de tedirgin oldunuz mu bu son olan biten gelişmelerden?

- Geldiğim yıllardaki Türkiye’nin geleceği çok parlak gözüküyordu. Ama bugün gelinen noktada insanları endişeli görüyorum. İki tane genç delikanlı yetiştirmiş bir anne olarak gelecek için kaygılarım var. Okuyacağım haberlerden ürkerek gazeteyi elime alıyorum. 24 yıldır Fransa’ya ne zaman gitsem Türk imajını savunmak için bayağı çaba harcamak zorunda kalıyorum. Türkiye sevgimi onlarla paylaşıyorum. Kitaplarımda Türkiye’yi tanıtmak ve sevdirmek istiyorum. "Türk oldum" dediğimde, "Gazeteci öldürülen ve Nobel ödülü almış yazarına ölüm tehdidi savuranların yaşadığı ülke mi?" diye soruyorlar. Tabii bu durumda savunulacak bir şey kalmıyor. Susup, kalıyorsunuz. Bu da beni çok üzüyor. Şimdi de "Kadınları örtmeye çalışan ülke" diye bahsedecekler. Gazete okurken, televizyon seyrederken bazı haberlere isyan ediyorum. Ve isyanımı yazıya dökmek istiyorum. Türkçe güzel yazabilsem her gün bir şeyler karalayıp gazetelere yollarım...

TÜRKÇE’Yİ ÇOK İYİ ANLIYORUM
AMA AKICI KONUŞMAKTA ZORLUK ÇEKİYORUM

Türkçe’yi çok iyi anlıyorum ama akıcı konuşmakta zorluk çekiyorum. Bu yüzden Fransızca yazıyorum. İstanbul’da yaşamak yazın hayatımı tamamen etkiledi. Daha önce şairlik yanım ağır basıyordu. Ödül bile almıştım. Burada ise Anadolu Selçukluları üzerine bir roman yazdım: "Mahperi Hatun." İki yıldır Kocaeli Üniversitesi’nde yardımcı kitap olarak okutuluyor. Şimdi onun devamı olan "Gürcü Hatun" üzerinde çalışıyorum. Aynı zamanda, İstanbul Üçlemesi’nin üçüncü romanı İstanbul’da Sırlar’ı yazıyorum.

İSTANBUL ADETA BİR ÇELİŞKİLER YUMAĞI

25 yıl önce nasıldı Türkiye? Şimdi nasıl?

- Hayat daha kolay ve ucuzdu. Orta sınıf kendi evini alabiliyordu. Posta kutusunda fatura yerine mektup bulurduk. Yabancı sigara, çocuk bezi yoktu. Ama Beykoz camlar, Çanakkale testiler, eski bakır eşyalar üç paraydı. Apartmanlar arapsabunu kokardı. Fransa’dan alışverişe gelen bir sürü arkadaşım olurdu. Ama şimdi neredeyse her şey aynı fiyat. Küreselleşme gerçekleşti. Burada her şey var ve neredeyse dünyadakiyle aynı fiyat. Tabii eskiden kurallara daha az uyulurdu, kırmızı ışıkta durduğunuzda arkadaki şoför kornaya basarak "Ne duruyorsun? Yürüsene!" diye sizi azarlardı.

İstanbul sizin için ne ifade ediyor? Sevdiğiniz bir şehir mi?

- Hem de nasıl! Ben hem Fransız, hem Türk’üm. Ve bu şehirde yaşadığım için çok gururluyum. Bir yazar için İstanbul çok ilginç. Adeta bir çelişkiler yumağı. En medeni olanla, çağdışı kalmışı yan yana aynı sokakta görebilirsiniz. Fakir bir mahallede, yıkılmaya yüz tutmuş evcikler arasında bile bakımlı, süslü mekánlara rastlarsınız. Bu bir İstanbul büyüsüdür. Sizi alır götürür. Roma, Bizans, Osmanlı, Venedik, Ceneviz, Rus, Rum, Ermeni, Musevi, Levanten ve daha niceleri... Her yerde tarih üst üste binmiş. Komşunuz başka dinden veya kültürden olabilir. Ama o sizin için önce insandır. Zaten bu ilişkiden çok etkilendiğim için "İstanbul’dan Pencereler"de bu konuyu işledim. Gerçeküstü bir şehirdir, İstanbul.

TÜRKLERİN KONUŞMA TUTKUSU

Türklerin sizi şaşırtan özellikleri neler?..


- Türkiye’de yaşadığım 25 yılın bana en büyük öğretisi sahip olmadığımız şeyler için üzülüp kederlenmek yerine, sahip olduğumuz şeylerin kıymetini bilip keyfini çıkarmak. "Allah, bundan beter dert vermesin", "En kötü günümüz böyle olsun!" Huzura ve bilgeliğe davet, elindekilerle yetinip anı yaşama çabası. Bir bardak çayla, hiçbir şey yapmadan saatlerce oturup muhabbet etmeyi Türkiye’de gördüm. Konuşmak Türklerin en büyük tutkusu. Sıkılmıyorlar. Kendilerini anlatmayı ve başkalarını dinlemeyi seviyorlar. Dünyayı yeniden yaratıyorlar. Sonsuz teoriler geliştiriyorlar. Düşünülebilecek en uzun muhabbet seanslarını İstanbul’da yaşadım. Bir de, burada "ölüm" hayatın içinde. Fransa’da insanlar ölümden konuşmaz ve sanki yaşamda ölüm yokmuş gibi davranır. Biraz da onun için Fransa’da daha geç yaşlanılıyor. 60 yaşında bir kadın hálá hayatının aşkını arayabiliyor. Yani beyaz atlı prensi ölene kadar beklemekten vazgeçmiyorlar.

Neleriniz Türkleşti?

- Artık çok daha esneğim. Herhalde kuralları daha az önemsiyorum. Ufak şeyler için strese girmemeye başladım. İlk geldiğim zamanlarda çok sık su ve elektrik kesintisi olurdu. Fransa’da on dakikalık su kesilmesi bir felakettir. Musluktan su akmadığı için suyu çaydanlıkta ısıtıp bebeğini lavaboda yıkayınca daha bir filozof oluyor insan. Bir de değişik bir dinin hüküm sürdüğü başka bir kültürde yaşamak insanı daha dünyalı yapıyor.

BENİ SİNİRLENDİREN CÜMLELER

Beni sinirlendiren cümleler var: "Bir şey olmaz!", "Bakarız", "Boşver, yarın yaparız." Bir de çarşıda, pazarda "Abi", "Abla" olmak. Bu sonra "Teyze", "Amca" oluyor, "Nine" ve "Dede"ye kadar gidiyor. Yabancı gözler sana yaşlandığını söylüyor. Ne korkunç!
Yazarın Tüm Yazıları