Darwin sergisi İstanbul’a gelsin!

Natural Science Museum’un merdivenlerinden heyecanla çıktım. Zaten geç kaldım.

Haberin Devamı

Saat 4 oldu. Danışmadaki adam, üzgünüm dedi. Bugünkü tüm biletler ve neredeyse yarınkiler çoktan tükendi! Demek insanlar Darwin’e akın etmiş. Çoluk çocuk. Yağmur çamur dememişler. Nasıl açlar öğrenmeye, çocuklarını bilgiyle doyurmaya. Kulaklarından, gözlerinden bilim ve sanat sokmaya. Hayranım evet. Neyse dedim, yarının biletini alalım. Ve o kocaman dinozor iskeletinin yanından geçerek, çıkış kapısına yürüdüm. Bilimin de, spirituellik kadar beni cilaladığını, kaba yerlerimi yonttuğunu hatırlattı bana o koca iskelet. Beni yanında küçük hissettiren şeylere, hep sığınmak istemişimdir. Mesela Darwin amcama.
Bazı insanlar, sayıları hep az, büyük bir merakla doğuyor. Sanki, içlerine Wall-e filmindeki Eva gibi, bir misyon yüklenmiş geliyorlar. Hiç vakit kaybetmeden işe koyuluyorlar. Pek rahatsız edemez ve asla engel olamazsınız bunlara. Bunlar yemez içmez, dünyanın bin bir hayaline dalmaz, dişlerini ve tırnaklarını odaklandıkları şeye geçirirler. Küçük Darwin, işte bu yüzden böcekler toplamaya başlamıştı. Onu büyüleyen şey tabiatın, hayvanların kendisi ve çeşitliliğiydi. Yani aramızdan biri, üstünde koşturmak yerine, eğilip çimlerin içindeki canlı dünyaya kapıldı. Ve tabi ki, orada büyük bir hakikat bulacaktı: ‘Doğal seçim yoluyla evrim’i.
Darwin, doğaya o kadar dikkatle baktı ki, Galapagos adalarında şunu gözlemledi: Aynı tür serçeler, adadan adaya küçük farklılıklar gösteriyordu. Üstelik bu kadar yan yana adalarda. Gagaları arasında miniminnacık farklar vardı. Bunun sebebinin yedikleri şeylerden kaynaklandığını buldu. Solucan yiyenin gagası, topraktan çekip almak için uzun, diğerininki böcek tuttuğu için daha kısaydı. Demek ki, tüm türler, oldukları yere ayak uydurarak şekil alıyordu.

Zamanla bu farklardan, işe yarayanlar yavrulara geçiyor ve o türün doğayla olan mücadelesinde avantaj sağlıyordu. Karada ve denizde yaşayan ilk iguanalar gibi. Karadaki tehdide karşı, suya; sudaki tehditlere karşı karada yaşayabilir hale gelmişlerdi. Bu iguanaya duyduğum yakınlık, onunla olan akrabalık bağımdan mıdır bilmiyorum. Ama onu anladım. Herkes anlar. Bu gezegende en sevilen şarkının hâlâ “I will survive” (ayakta kalacağım) olması, tesadüf değil. Evrim marşı o zaten.

Aslında işin sırrı çeşitlilikte. Doğan yavrular birbirlerinden farklı ya, tüm tantana orada başlıyor. Bu farklı yavrulardan bazıları, bulundukları ortama dair bir hata ya da avantaj sahibi olduklarından, hayatta kalıyorlar. Doğal olarak, bu işe yarar avantaj, onların yavrularına da geçiyor.

Tabi yine aynı çeşitlilikte yavrular... Derken türler değişiyor, evriliyor. Örnekle daha kolay: Yeşil yaprağa konmuş, sarısı fazla olan böcek göründüğü için kuşlara yem olurken, kardeşi olan yeşili fazla böcek kamufle olup yem olmamayı başarıyor. Yeşili fazlanın çocukları da, yeşili fazla doğuyor. Doğaya karşı 1–0 olmak için. Maç böyle sürüp gidiyor.

Her şeyin, bir şeyden olması zaten benim içimdeki gizli bilgilerdendi. Bunun, büyüleyici güzellikteki tabiat örneklerini görmek çok etkileyici. Doğada kendimizi iyi hissetmemiz ve bazı arkadaşlarımızı kunduza, kuşa kediye benzetmemiz belki de bu hafızanın tatlı yoklamaları.
Kafadaki pergelleri açalım derim, yoksa küçük bir dairede mi yaşamak isterdiniz?

 

Yazarın Tüm Yazıları