Bu hafta sayfamın başlığına siyah bant çekilsin

Bu hafta sayfamın başlığına siyah bant çekilsin.

Gusto sözcüğü silinsin.

Yazacaklarımın gusto ile uzak yakın ilişkisi yok çünkü.

Fotoğraf kalsın.

Dikkatler mümkünse tuttuğum kadehe çevrilsin.

O kadeh yüzünden yemediğim küfür kalmadı.

Hiç böyle bir yazı yazacağım gelmezdi aklıma.

Ne denir?

Yazdıranlar utansın.


Aslında niyetim başkaydı: Gustoluk iki konum vardı.

Biri Adco’nun ithal ettiği Trio şarapları için Tuus’ta verdiği davet, ikincisi Marianne Faithfull konseri öncesi Beyoğlu’nda açılan ve açılır açılmaz adı duyulan La Brise’de yediğim yemek.

İkisini de gelecek haftalara erteleme nedenim, yazdığım her yazı sonrası gelen ve her biri küfür açısından zengin babalanmalara duyduğum öfke ve cevap yetiştirme isteği değil aslında.

Birinci yazının mekanı Tuus, gazetelerde çıkan haberler doğruysa, el değiştirmiş. İzzet Çapa’nın işletmesine geçmiş, o yüzden yeni çehresini görene dek beklemeyi uygun gördüm. La Brise’i ise dar zamana sıkıştırmak istemedim.

Madem elim ve yerim boş o zaman uzun süredir beni rahatsız etmeye çalışan şu babalanmalar üzerine yazayım bari.

Konu tahmin edeceğiniz gibi cühelalar.

Ve onların vazife bellemiş gibi her hafta döşendikleri.

...

(Yazının burasında gelen elektronik postalara baktım. Niyetim yüzlercesi arasından rasgele bir ikisini seçmek. Ama olacak gibi değil. Bırakın imlayı, noktalamayı, cümle kurmaktan aciz bu meczupların gönderdiklerini sayfaya taşımak demek o oranda kirlenmek demek. Vazgeçtim.)

İyisi mi ortak noktalarından söz edip geçeyim.

Yazdığım her şeye kızmakla beraber en çok sayfanın başında duran fotoğrafıma kızıyorlar.

Daha doğrusu fotoğrafta tuttuğum kadehe.

Akıl veriyorlar: Bak kızım sen sen ol, diye başlayan cümleler..

Doğru yola davet ediyorlar: Bu gidiş iyi değil demeler..

Anama babama, ecdadıma sövüyorlar: Anladınız.

Dinsizin teki, aşiftenin önde geleni olduğumdan eminler: Bunu da anladınız.

Hazır yurtdışına gitmişken gittiğim yerde kalmamı öğütlüyor, kalmayıp da dönecek olursam kaçacak delik arayacağımı söylüyorlar.

Küfürlerine "sen ve senin gibiler" diye başlıyorlar.

Tehdit ediyorlar: Yanmakla, dayakla, belamı bulup, buldurmakla.

Özet bu.

Beş yıla yakın bir süredir aynı gazetenin aynı ekinde, aynı fotoğrafın basılı olduğu aynı sayfada, benzer şeyler yazıyorum.

Hoş, insanı yüreklendiren tepkiler de aldım, eleştiriler de.

Ama küfür?

Küfür, yeni.

Peki ne oldu da tuttuğum kadeh silaha, içindeki şarap kana dönüştü?

Siyaset yazmadığım, zülfü yare dokunmadığım, nasırlara basmadığım halde nasıl oldu da bunca nefret toplamayı başardım?

Ne zaman biriktirildi bunca öfke?

Ve neden?

Aslında belli: Ağustosta yazım yok. Dolayısıyla babalanma da yok.

Eylülde ufak ufak küfür başlamış.

Ekimde çoğalıp kasımdan sonra çığırından çıkmış.

Bu da neye denk geliyor? Seçim ertesine.

Gel de "yaşama biçimimiz tehdit altında" diyenlere güvenme.

Ben gene de iyimserliğimi korumaya, bilgisayarın başına çöreklenip önüne gelene nefret kusan cühelanın az sayıda meczuptan ibaret olduğunu düşünmeye çalışıyorum.

Yok öyle değil de, ortada sarıp sarmalayan, bulaşıp yayılan bir cinnet varsa, yandık.

Ben sen o, biz siz onlar, hepimiz yandık.

Tanımadığı, bilmediği, sataşmayan, dayatmayan birine sadece elinde şarap kadehi tutuyor diye tahammül edemeyen, neye tahammül eder bilemem.

Beni geçin.

Ben "ötekine" yönelik husumetin olsa olsa zerresiyim.

Allah yazdı mı yazan cesur yüreklere kolaylık versin.

Kapalıçarşı’nın kadın tuvaletleri için

kime başvursam!


Gelelim gusto dışı, ikinci konuya.

Ömrümün yirmi yılı Yolgeçen hanın bir odasında geçti.

Kapalıçarşı’nın Beyazıt kapısına yakın bu handa çalışırken kuzinimle en büyük sıkıntımız ne kesilen elektrik ne ısınmayan atölye ne sözünün eri olmayanlar ne de kadınız diye dolandırmaya kalkanlardı.

Sıkıntımız, gidecek tuvalet olmamasıydı.

Sabahın köründe girdiğimiz atölyeden akşam olmadan çıkmaz, bu sorun yüzünden de çevredeki esnafın soğuğa dayanmak için içtiği çaylardan yudum tadamazdık.

Tuvalet yok muydu?

Vardı, vardı da gitmek için Aslan Yürekli Richard gibi geniş bir yüreğe sahip olmak şarttı.

Nuruosmaniye girişindeki cami tuvaletleri olsun, çarşı içindekiler olsun kelimenin tam anlamıyla rezaletti.

Tek çare çarşıya fazla uzak olmayan otellerin ya da eli yüzü düzgün lokantaların tuvaletlerine gitmekti.

Son günlerde bir arkadaşımın kıramayacağım teklifi yüzünden yolum sık sık çarşıya düştü.

Eski tas, eski hamam.

Ben atölyeleri kapatalı on küsur yıl geçmiş ve Allah için bu sürede çarşı içindeki kadınlar tuvaletinde daracık girişi daha da daraltan turnike uygulaması dışında hiçbir şey değişmemiş.

Çalışmayan, daha doğrusu oradaki kadıncağızın şikayeti ile söylersek, her gelen çektiği için dolmaya vakit bulamayan sifonundan ötürü biri iptal üç alaturka hela.

Yerde pis plastik bir ibrik, kapıda parça parça kesilip ele tutuşturulan tuvalet kağıdı ve neden ıslak olduğu belli olmayan bir zemin.

Girmedim.

Girmedim ama girip de çıkarken gözlerini belertip kapıda duran arkadaşına aman sakın ha dercesine elini sallayan yabancı kadını görmezden gelemedim.

Bu olacak şey midir?

İstanbul’a gelen her turistin gittiği tarihi çarşıya temiz bir tuvalet yapmak zor iş midir?

Bunun için kime başvurmak gerekir?

Eminönü Belediyesi’ne mi, Kapalıçarşı Esnaf ve Zanaatkarlar Birliği’ne mi, varsa çarşı yönetimine mi, Valiliğe, Özelleştirme İdaresi’ne, Opet’e, Sivil Toplum Örgütlerine, Kadir Bey’e mi, kime?

İstanbul, Habitat’tan sonra Dünya Su Forumu’na ev sahipliği yapacak, otellerde sekiz bin oda ayırtıldı diye böbürlenmek yerine, gelen yirmi bin delegenin en az yarısının çarşıya gideceğini varsaymak ve çarşıyı Nuh nebiden kalma alaturka helalardan kurtarmak gerekmez mi?

Gerekir. Yüzün ister Batı’ya dönük olsun ister Doğu’ya...

Temizlik biri için elzem, diğeri için imandan gelendir.

Değil midir?

Gusto dışı üçüncü konu diye yazmaya devam ediyordum ki içim daraldı.

Üçüncü, dördüncü, beşinci.

Bitmez.

Ve kimse de cumartesi sabahı böyle muhabbet okumak istemez.

Sözüm söz: Gelecek hafta sadede gelecek, çekilen bandı sileceğim.
Yazarın Tüm Yazıları