Boğaz'ın üstünde bir deniz yatağı

Hani deriz ya:

‘‘Safi göz, safi burun, safi çene...’’

Benzer bir tanımlama yapmak gerekirse, benim ev de öyle:

‘‘Safi Boğaz!’’

Allah sizi inandırsın, İstanbul'a geldiğimden beri, ben bunun hayalini kuruyorum: İki göz odalı bir ev. Küçük olsun, benim olsun. Hani 1-0 olsun, benim olsun gibi.

Kader dedikleri şey de bu herhalde, hakikaten öyle oldu. Ola ola iki göz odalı bir evim oldu! Biri yatak odası, biri salon.

Taşralı olduğum için midir nedir, takıntım şudur: Ev dediğin su görecek.

Tamam, bizim oralarda baraj filan var ama...

Suları aynı değil!

Yerini tutmuyor, seyretmesi Boğaz gibi olmuyor.

Gemiler öyle insanın üzerine üzerine gelmiyor.

‘‘Hüüüüp yapsam, içerim şu suyu’’ dedirtmiyor.

*

Utanmam gerekmiyor değil mi, Boğaz manzaralı evimle size hava atma teşebbüsünde bulunmaya çalıştığım için?

Gerekiyorsa da, artık hoşgöreceksiniz.

Görgüsüzlüğüme, buldumcukluğuma vereceksiniz.

Çalmadık, çırpmadık, gittik bankadan kredi aldık.

Yani zannetmeyin ki, bir elim yağda bir elim balda.

Elimde olan gazete.

Her günkü dolar kurlarını takip ediyorum.

5 yıl boyunca yüksek bir kira öder gibi ödeyeceğim.

Yani öderim inşallah!

Ama ne kadar zor ve meşakkatli, o kadar keyifli.

*

Şimdi gelelim, safi Boğaz gören evimin özelliklerine.

Biraz küçük.

Ne kadar küçük?

Söyledim, sadece bir salon ve bir yatak odası kadar küçük.

Araya bir yerlere de mutfak banyo sıkıştırılmış.

Sorun şu: Bunca yıl biriktirdiğin eşyaları bu kadar küçük bir mekana tıkıştırmak hiç de kolay değil. Büyük bir bölümünden kurtulmak zorunda kalıyorsun. Ve tabii ‘‘Artık göçebe değilim, burası benim evim. Adam gibi olsun’’ diyorsun.

Ve n'apıyorsun?

Atıyorsun, atıyorsun, atıyorsun....

Eşyalarınla ilişkini keserken, sen de hafifliyorsun. Ama acılar çekiyorsun, ondan bundan vazgeçemiyorsun. Çünkü onların büyük bir bölümü, sadece eşya değil aynı zamanda bir anı. Ve anan ağlıyor. Sahip olduğun sevgililer dahil her şeyi atıyormuşsun gibi geliyor. Ama bir de matematik diye bir şey var. Bu eve sığacak şey, beş parça. Demek ki, geri kalanı gidecek.

Hayat zor yani.

*

Ama...

Hayatı kolaylaştıran bir şey var ki, küçük evim denizin üstünde gibi.

Sadece salonum değil, yatak odam da öyle.

Ve evin denize bakan cephesi, yere kadar cam.

Yatak odasında yattığın zaman, deniz yatağıyla Boğaz'da dolaşıyormuş gibi oluyorsun.

Daha ne olsun?

Salonda oturduğun zaman, kendini şehir hatları vapuruyla dolaşıyormuş zannediyorsun.

E daha ne olsun?

Aslında ben çocuklarını ayıramayıp da bir tanesini gizliden gizliye daha çok seven anne gibiyim: Favorim yatak odası.

Haliyle favori mimarıma gittim.

Onun adı Mahmut Anlar.

Şu an Türkiye'nin bir numaralarından. Herkes onun peşinde. Pek çok mekan yaptı. Aklıma gelenleri sayıyorum: Leila'lar, Anjelique Buz, Buz, Buz-Safran, Proje 4 L, Hillside Trio, Wanna, Tarkan'ın ofisi. Ben tabii en çok Salomanje'ye bayıldım. En çok orayı kendime yakın buldum. Hani yazdım, Friends'deki kafenin bir benzeri. Bu aralar iğne atsan düşmüyor, eminim, bunda sahibi Ayşegül'ün kişiliğinin mekana yansımasına yardımcı olan Mahmut'un acayip payı bulunuyor.

Neyse işte, Mahmut'un peşine düştüm, ‘‘N'olur evime gel bir bak, fikir ver’’ dedim ve ona yatak odamı gösterdim:

‘‘Ben burada sadece bir yatak hayal ediyorum. Nasıl desem, şöyle kocaman bir yatak. İkibuçuk kişilik değil, beş buçuk kişilik! Başka bir şey de yok odada. Belki ayna. Olur mu?’’

‘‘Olur tabii’’ dedi, ‘‘Sen yatak odası değil, oda yatak istiyorsun!’’

‘‘Hı hı.’’

‘‘O zaman sana dev bir yatak yapalım. Boydan boya. Ama inmek için adımını yere atamayacaksın, kapıya doğru yuvarlanacaksın!’’

‘‘Bana uyar’’ dedim, ekledim:

‘‘Çok para tutmaz değil mi?’’

‘‘Yok canım. Suntadan bir platform yapacağız. Üzerini beyaz halı kaplayacağız, yatağını da içine gömeyeceğiz. Ve her şey bembeyaz. Baktığın zaman, kocaman bir deniz yatağı gibi duracak. Ama yaşlı biriyle yatağını paylaşamayacaksın!’’

‘‘Niyetim yok’’ dedim ama meraktan işte, soruverdim:

‘‘ Nedenmiş o!’’

‘‘Çünkü normal yataklarda olduğu gibi, ayağını yere sarkıtıp, dikilemeyecek. Olduğu yerde ayağa kalkması gerekecek. Dizinden ya da dirseğinden güç alacak, yapacağımız şey, yer yatağı mantığı gibi bir şey olacak. Yaşlılara gelmez!’’

‘‘Şahane. Sevgilim 42. Genç sayılır değil mi? Ondan başka biriyle de yatağımı paylaşmayı düşünmüyorum. Hadi yapalım...’’

*

Size bir şey söyleyeyim mi?

Nasıl güzel oldu yatak odam, nasıl güzel oldu...

Bu Mahmut büyük adam, yemin ederim.

Adam, görüyor, senin hayalindeki mekanı olduruyor.

Şimdi bembeyaz uçuşan perdelerim var benim, Boğaz'ı daha da içeri taşıyan aynalarım ve ben her sabah bir deniz yatağının üzerinde uyanıyorum.

Sevgilime ‘‘Hadi kim önce yuvarlanacak ve banyoya gidecek?’’ diyorum.

O kadar sade, o kadar beyaz, o kadar romantik ki her şey.

Bir tek ışıltılı payetli bir yastığım var, romantikliği bozan; direkt seksi çağrıştıran, şahane beyaz bir gece elbisesi gibi bütün haşmetiyle halının üzerinde duruyor.

Kontrast oluyor, kontrast!

Kedimin gözü de onda, tırnaklarını geçirmek için bekliyor.

Ama daha çok bekler...

*

Benim için bir evde bir yatak önemli, bir de kütüphane.

E hızımı almışken, bari kütüphanemi de anlatayım.

Ve Mahmut'la birlikte çalışan Mete Övür'ü anayım.

Benim son iki ayım, aslında Mete'yle geçti. Ciddi kanka olduk yani. Mahmut'la çalışan üçüncü üniversitesini okuyan çok şeker bir iç mimar kendisi. Kütüphanem onun eseri. Bunca yıllık gazetecilik yapıyor olmamın bana en büyük faydası nedir? Sorun hadi. Sordunuz mu? Kitaplar tabii. Tonla kitabım var. Kimini henüz okuyamadım, ama onlar benim en büyük ganimetim, bir gün hayat tempom yavaşladığında, hepsini sular seller gibi okumak istiyorum. Haliyle, onları iyi koruyabileceğim hem zıpır hem şık kütüphane hayal ediyorum. Dum. Salonda duracak ama. Boydan boya olacak ama. Şık olacak ama. Baktığında gözünü alamayacaksın. Mete öyle bir numara çekti ki, yataylık hissini kuvvetlendirip, bütün düşey taşıyıcıları yok etti.

O ne demek derseniz?

Kitapları taşıyan raflar, bildiğiniz üzere yatay zımbırtılardan oluşuyor. Düşey zımbırtılar da o yatayları taşıyor. Ama normal kütüphanelerde o düşeyler, insanın gözüne gözüne giriyor. Biricik arkadaşım Mete, benimkileri aynadan yaptı. Biraz anormal bir kütüphane oldu, ama ben bütün kitapların içinde kendimi görebiliyorum, bütün bir salon da kütüphanenin içine girebiliyor. Şahane yani.

Anlayacağınız bu aralar kafayı evle yedim.

Ustalarla köfte ekmek yiyoruz.

Mahmut ve Mete'ye birlikte 100 metrekarelik bir alanda eğlenerek yaratıcı numaralar çekiyoruz.

İnşallah bitecek bu ev bir gün.

Param iyice suyunu çekmezse tabii.

Su mu dediniz?

Ben deniz yatağıma gidiyorum, Boğaz'da bir dolaşıp geleceğim...

HAMİŞ: Henüz evimin fotoğraflarını çektirmeye kıyamadığımdan bunlarla idare edeceksiniz artık.
Yazarın Tüm Yazıları