Bisikleeeeeeeeet (II)

Babam, Türkiye’yi terk eden bir yabancı diplomattan Çekoslovak malı bir bisiklet satın almıştı. Henüz kıtıpiyos bir çocuktum ve hantal ve demode bisikleti kısrak gibi bir "Peugeot" sahibiyle yarıştırmaya kalkışmıştım da ağzımın payını alıvermiştim.

Yokluk ve mazbutluk yılları ya, sünnet düğünümde elden düşme olarak hediye edilen ilk ve tek bisikletim Çekoslovak malı bir "Eska"ydı.

Babam, Türkiye’yi terk etmekte olan bir yabancı diplomatın mezatından satın almıştı. Henüz kıtıpiyos çocuğum ve dolayısıyla, yirmi altı ölçü boyumu fersah fersah geçiyor.

Yumurtalık acısından kıvranarak kadroya abandım ve düşe kalka binmeye başladım.

Vitesi, kıpırtısı, yakamozu falan zaten yoktu da, söz konusu bisikletin ilk bakışta derhal fark edilen iki temel özelliği vardı.

Birincisi, gidonun altında sonradan monte edilmiş bir alışveriş sepeti mevcuttu.

Diğeri ise, fren sistemi kontra pedal mekanizmayla çalışıyordu.

O sepetle alık bir bakkal çırağına benzediğimden ve o pedalla da hiç mi hiç sürát yapamadığımdan, bunların her ikisinden daima nefret ettim.

Zaten biraz ele avuca gelmeye başlayınca, lokma anahtar ve kör pense, ebeveynlerimin "kıymet bilmez" paylamalarına aldırmadan hem sepeti, hem de çamurlukları söktüm.

Kontrayı değiştirmek mümkün değil, onunla idare etmeyi sürdürüyorum.

Farz ediyorum ki, kodaman aile çocuklarının bindiği cinsten bir "Fiorelli", bir "Peugeot", hatta bir "Automoto" marka velosipetle Caddebostan’da sükse yapıyorum.

Ve de bilhassa farz ediyorum ki, tren köprüsünden hızımı alıp Selamiçeşme’ye inerken, "Marmara Turu"nun Erenköy’deki finiş çizgisi için Rıfat Çalışkan’la yarışıyorum.

AĞZIMIN PAYINI ALDIM

Evet evet, çocukluğumda "Marmara Bisiklet Turu" diye bir yarışma vardı ve onun iláhı da, hemen daima şampiyonluğu kazanan Rıfat Çalışkan’dı.

Zaten sanıyorum ki, söz konusu sporun Türkiye’de ilk ve son defa popüler olduğu dönem o "Tur"un düzenlendiği yıllara uzanıyor.

Nitekim, haberleri çarşaf çarşaf veren gazeteleri ne denli merakla ve sevgili sınıf arkadaşım Ahmet Kuyaş’la birlikte, o Erenköy’deki ana baba kalabalığı arasından Çalışkan’ın iki elini kaldırarak finişe vardığı sahneyi ne denli heyecanla izlediğimi hiç unutmuyorum.

Dönüşte benim hantal ve demode "Eska"yı kısrak gibi bir "Peugeot" sahibiyle yarıştırmaya kalkışmıştım da, daha Göztepe’ye gelmeden ağzımın payını alıvermiştim.

Her halükárda, tekrarlıyorum, geçen hafta Yves Montand’ın "bisikleeeeeet" nakaratlı şarkısından yola çıkarak değindiğim ve Çalışkan’ın da memleketi Konya hariç, bizde yerleşmemiş o "pedal kültürü"nün biraz ilerlediği dönem yukarıdaki yıllara tekábül etti.

Ne öncesi, ne sonrası oldu ve bir parantez olarak kaldı.

Bir ara bunun nedenleri hakkında kafa patlatmıştım.

Kendi kendime sormuştum ki, Türkiye toplumunun yukarıdaki "pedal kültürü"ne tümden yabancı kalmış olması bir acaba bir "para meselesi"nden mi kaynaklandı?

Çünkü, eh öyle atla deve değildi ama bisiklet yine de bir yatırım gerektiriyordu.

Nitekim, benim orta halli ailem bile oğluna ancak elden düşmesini hediye edebildiğine göre, demek ki, daha ilk icádından itibaren Batı’da daima bir "proleter aracı" addedilen ve dolayısıyla da, futbolla birlikte en yaygın, en kitlesel, en popüler spor dallarından birisini yaratan iki tekerlekli vasıta, Türkiye insanının ortalama alım gücünü aşıyordu.

Yahut da, üç kaynak vurarak ve on bilya dökerek imal edilen o bisikleti dahi üretecek bir sanayimiz olmadığından, itháli ise el yaktığından, "pedal kültürü"nü benimseyemedik.

Şunun şurasında kaç yıl geçti ki, yalvar yakar, patlayan lastiğime tek bir tanecik şambrel bulabilmek için Yüksekkaldırım’ı haftalar boyu tırmandığımı unutmadım.

SEMERDEN PEDALA GEÇİŞ

Daha yahut, bisiklete böylesine uzak ve böylesine yabancı düşmemize belki de, şehirlerimizin iniş çıkışlı ve yollarımızın çukurlu delikli olması neden oldu.

Yani, coğrafi ve sosyo coğrafi faktörler devreye girdi.

Demek istiyorum ki, Çalışkan’dan başka şampiyonlar da çıkartan düz ova Konya’da velosipetin istisnai olarak böylesine kök salmasını muhtemelen, bununla açıklayabiliriz.

Tıpkı yine yatay Belçika’da, Hollanda’da, Kuzey Fransa’da veya Danimarka’da ezelden beri hüküm sürdüğü gibi, o "pedal kültürü"nün söz konusu yöremizde de böylesine yerleşiklik kazanabilmesini muhtemelen, bölgenin yassı topografyasıyla açıklayabiliriz.

Belki burada, "İnsaf, Alpler diyarı İsviçre daha 20. yüzyılın en başında ordusunu bisikletli tugaylarla donatmıştı" diyeceksiniz ama, bu konuda tartışmaya girmeyeceğim.

Girmeyeceğim de, öne sürülen son bir hipotezi buraya aktarmadan edemeyeceğim.

O da şudur ki, bazı çok bilmiş efendiler, eşşeğin "semer kültürü"yle bisikletin "sele kültürü" arasında yukarıdaki Alp Dağları kadar fark olduğunu söyleyerek, birincisinin göçebelik ve köylülükle, ikincisinin ise yerleşiklik ve şehirlilikle bütünleştiğini ifade ediyorlar.

Sonra da, "Ne gidon dengesi eğer dehlemesine, ne de jant akordu yem otlatmasına benzer" diye ekleyerek, "zoolojik"ten "mekanik"e geçişin muazzam bir nitelik sıçraması gerektirdiğini vurguluyorlar.

İşte bu kadar!

Yok yok, boş yere günáhımı alarak yukarıdaki iddiayı sakın bana mal etmeyin.

Kulağıma çarptığı için, öyle láf olsun kábilinden sizlere de aktardım.

Zaten geçen pazarki gibi yine Yves Montand’ın "bisikleeeeeeeeet" şarkısını mırıldanarak, bu defa Rıfat Çalışkan’la Erenköy’de finiş yarışına pedal çeviriyorum.
Yazarın Tüm Yazıları