TARİH 20 Ağustos 1951
Hergün gazetesi haberi:
“Türkiye’ye sızan kızıl casuslar: Bunların arasında Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kâtibi Kamçılı Kız da var.
Bulgaristan’dan tehcir edilen Türklerle birlikte yurdumuza sokulan kızıl casuslar hakkındaki tahkikat devam etmektedir. Türkiye’ye giren ve bilhassa İstanbul Üniversitesi’ne kaydedilen kızıl ajanlar üzerinde ehemmiyetle durulmaktadır.
Bundan 3 ay kadar önce Tıp Fakültesi’nde 4’üncü sınıfa yazılan ve Bulgaristan’daki Türk kızları arasında Kamçılı Kız namıyla maruf olan Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kızı hususi tespit edilen kızıl ajanlar meyanındadır.
Türk ırkından olmasına rağmen sistemli bir Bulgar kızıl propagandası altında yetiştirilen mülteci Kamçılı Kız bilhassa Sofya’da ikamet eden ve zaman zaman Bulgar Emniyet Genel Müdürlüğü’ne çağrılan Türk kadın ve kızlarını kamçı ile dövdüğünden dolayı bu namı almış bulunmaktadır. Kamçılı kız Bulgar Dahiliye Nazırı’nın emriyle Türkiye’ye sızdırılmış, kendisi gibi mülteci kisvesi altına giren diğer ajanlara şef tayin edilmiştir. Bu surette Türkiye dahilinde gençlerden müteşekkil bir kızıl şebeke kurmaya vazifelendirilen Kamçılı Kız ve arkadaşları hakkında takibata geçilmiştir.”
DURUŞMALAR GİZLİ YAPILACAK22 Ağustos 1951, Zaman gazetesi “Kamçılı Kız” haberine devam etti. Bir de eylemini yazdı:
Üç gün önce yargılanmadan tutuklanan Namık Kemal ve dört arkadaşı sürgüne gönderilmektedir. Gizlilik içinde ‘Mısır’ adlı gemiye bindirildiler. Namık Kemal güverteden son kez İstanbul’a bakar. Sanır ki, bu adaletsizliğin önüne geçmek için tüm şehir ayağa kalkmıştır. Limanda kimseler yoktur. Oysa daha bir hafta önce, halk İstanbul’da ‘Fedai Kemal, Fedai Kemal’ diye sevinç gösterileri yapmıştır...
“HÜRRİYET” (Hurriet) Gazetesi’nin isim babası.
Bir dizi ifade ve kavramı Türkçeye kazandırdı:
Vatan, millet, vicdan, inkılap, ihtilal, siyasiyat, matbuat, hükümet, hayal, heyecan ve niceleri.
21 Aralık 1840’ta doğdu.
19 yaşında Tasvir-i Efkâr’da gazeteciliğe başladı.
25 yaşında Tazminat ve Islahat Fermanı’nı yetersiz bulan ilk gizli siyasi örgüt “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”nin kuruluşuna katıldı. Anayasa’yı ilan etmezse Sultan Abdulaziz’i tahtından indireceklerdi. Aralarındaki bir muhbirin ele vermesiyle, Ziya Bey ile yurtdışına kaçtı. “Hurriet”i Londra’da çıkardılar.
ÜTOPYA, insanın yeryüzünde bir cennet hayatı oluşturma çabasıdır. Düşseldir. Daha iyiye, güzele ulaşma isteğidir. Platon’un “Devlet”i belki Batı edebiyatında ütopya türüne ilk örnek sayılabilir. Ancak Yeniçağ Avrupa’sında ütopyalara daha çok tanık oluruz.
Türkiye’nin “ütopya” kavramıyla tanışması 19’uncu yüzyılın ortalarına denk geldi. 150 yıllık bir geçmişe sahip Türk ütopyası genel anlamda “siyasi rüya”yla başlar. Bu süreç aynı zamanda Türkiye toplumunun çağdaşlaşma ve modernleşmesinin başlangıcıdır.
Kavramın felsefi, siyasi ve edebi
açıdan incelenmesi 50 yıl önceye, yoğun olarak işlenmesi ise 1980 darbesinden sonrasına aitti.
HEP KORKUTTU İnsanın insan üzerindeki baskısı arttıkça hep yeni/alternatif bir toplum projesi/ütopya anlayışı doğdu.
Ütopyalar, aslında toplumsal çelişkilere dikkat çeken ilk eleştirel metinlerdi. Manifestolardı.
Ütopyanın (Utopia) yazarı Thomas More bir politikacıydı. Başbakanlık yaptı. İngiltere Başbakanı olmasına rağmen, bu eseriyle ezilenlerin ve özellikle de köylülerin içinde bulunduğu yoksulluğa dikkat çekti.
MODERN Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!
Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.
Bunlardan biri de Mehmed Ali adında bir askerdi.
Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.
Zekâsı ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.
Bu aslında “ulus-devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro) milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.
Fransa nasıl krallığa son verip ulus-devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus-devlet kuracaktı.
ŞAİR Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi...”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşamöyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir...
Bu tartışma yeni değil; on yıllardır yanıtını arayan bir soru. Bırakın bağdaşıp bağdaşmadığını bundan 100 yıl önce Melamiler, “Balkan Sosyalist Melami Federasyonu” kurmak için çok çaba harcadı. Melamiler’in sosyalizmle ilişkileri konusunda ne yazık ki hiç araştırma yapılmadı. Bu da Sol’un bu topraklara ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor aslında...
Önce bir tespit:
Bir aydın düşünün ki; 50 yıllık yazı yaşamı boyunca hep müstear ad kullanmak zorunda kalsın. Marksizmle ilgili onca kitaba ve çeviriye imza atmış bir
entelektüelin hayatı aslında bu topraklarda solun ne derece baskı altında olduğunun bir delilidir.
“Kerim Sadi” ve “A.Cerrahoğlu” (1900-1977) adını sol literatürü birazcık bilenler hemen tanır. Asıl adı neydi: “Nevzat Cerrahlar” mı yoksa “Ahmet Nevzat Cerrahoğlu” mu? Bir önemi var mı; bu benzersiz, sessiz, ünsüz, “İnsaniyet kütüphanesi”nin kurucusu, adam gibi adamın yazdıklarını anlamak için. Hayır!
Peşinen görüşümü yazayım:
Kim kendini hangi etnik gruba ait görüyorsa o kimliktedir. Yani “Ben Kürt’üm” diyorsa Kürt’tür.
Dil konusunda istediğiniz bilimsel çalışmayı yapabilirsiniz, ama biri “Bu benim dilimdir ve Kürtçedir” diyorsa, öyledir.
Ve ben hâlâ, kendi kaderini tayin hakkına inanırım...
Tamam. Şimdi istediğimi yazabilirim.
Gündemde, Kürtlerin iki dil ve özerklik talebi var.
Meselenin iki dil ve özerklikle biteceğine inanıyorsanız, yanılırsınız. Bu sadece başlangıçtır.
TEVFİKA Hanım’ın babası Hacı Ali, Kırım Tatarı bir göçmendi. Tire’de büyük bir çiftlikte kâhyalık yaptı; çiftliğin dul hanımıyla evlenerek “ağa” oldu.
Dört çocuğu oldu: Sadık, Şükrü, Refik ve Tevfika.
Tevfika genç yaşında gönlünü Halepçizade İbrahim Edhem’e kaptırdı. İbrahim Edhem İstanbul’da hukuk öğrenimi görüyor ve yazları Aydın’daki Kızılseki çiftliğinde kalıyordu. Bu çiftlik Tevfika’nın ailesiyle oturduğu konağın tam karşısındaydı.
Yaz aşkı mektup yazmakla başladı. Sonra gizli buluşmalarla sürdü.
Araya öğrenim yılı girse de birbirlerini unutmadılar. İbrahim Edhem, Aydın Vilayeti Tahriratı Umumiye Müdürlüğü’nde kâtip olarak çalışmaya başlayınca evlenmeye karar verdiler.
İbrahim Edhem’in babası İsmail Efendi bu birlikteliği karşı çıktı; çünkü Tevfika veremdi. Ama oğlunun ısrarlarına dayanamadı ve Tevfika’yı istemek için Hacı Ali Ağa’yı ziyaret etti.
Bekledikleri yanıtı alamadılar; Hacı Ali Ağa kızını vermedi.
ARKADAŞIM dert yandı:
“Oğluma yatarken hikâye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
WIKILEAKS belgeleri sayesinde ABD’nin Ankara büyükelçileri Eric Edelman, Ross Wilson ve James Jeffrey isimlerini ezberledik...
Peki Sir Percy Loraine (1880-1961) adını anımsıyor musunuz?
1933-39 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’ydi.
1938’de gizlilik kaydıyla Londra’ya gönderdiği, “Notes On Leading Turkish Person Alities” adlı raporunda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin toplam 96 yönetici, gazeteci ve aydını hakkında ne yazdığını biliyor musunuz?
WikiLeaks tartışmalarına ışık tutması için bu rapordan -daha önce de bu sayfada özet vermiştim- örnekler sunayım.
Bakın Sir Loraine, tanınmış Türkleri Londra’ya tanıtırken nasıl bir üslup kullandı ve haklarında neler yazdı:
“Yunus Nadi Abalıoğlu: Gazeteci. Kısa boylu, şişmandır. Kelebek gözlük takar. Herhangi bir rüzgâra kapılmaya meyillidir. Vicdansız, alçak adamın tekidir.
Ahlak, aklın polisidir.
Hayatın içinde ne var ya da ne yoksa; hepsi edebiyatın/sanatın konusudur.
Siz sanata; otoriteye dayalı kendi ahlakınızı dayatırsanız bunun adı tüm dillerde aynıdır: Faşizm!
Aşağıda ironik bir yazı kaleme aldım.
İstedim ki, gerçekten neyi tartıştığımızın farkında olalım.
Ya da nereye gittiğimizin!..
Umarım bu şaka (ki bazıları ne yazık ki, akıl tutulması sonucu artık neyin şaka olduğunun bile farkında değil) gerçek sayılmaz!
28 EKİM 1957’de Malatya’da doğdu.
Babası Mahmut Kaya işçiydi. Kürt’tü. Annesi Zekiye ev hanımıydı, Erzurumlu Türk’tü. Mustafa, Nurcan, Emine, Songül’den sonra doğmuştu.
Çocukken lakabı dudaklarının iriliğinden dolayı “Loş Dudak” idi.
Dayısı Muzaffer Genç cümbüş, amcası Yusuf Kaya tambur çalıyordu. Kulağı müziğe yatkındı. İlk sazı/curayı babası 6 yaşında aldı. 15 günde çalmayı öğrendi. Yetenekliydi.
Sahneye ilk kez 9 yaşında, -1 Mayıs yerine o dönemde kutlanan- 24 Temmuz 1966’da Çalışanlar Bayramı’nda çıktı.
1972’de Mahmut Kaya Sümerbank’tan emekli olunca, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak için ailesini İstanbul’a taşıdı.
Almanya’da yaşadı
Ve suikast için gizlice buluştuklarında kimin neyi savunduğunu da not almıştı. “Şairler Hücresi” tarihin seyrini değiştirecek suikastı
nasıl tartışmıştı...
TAKSİM ’de canlı bomba terörü gerçekleştiğini öğrendiğimde elimde “Son Jön Türk Kalesi: Ahmet Kemal Akünal” adlı biyografi kitabı vardı. (Derleyen M. Kayahan Özgül, Kitabevi) Bu kadar tesadüf olmaz; tam da şair Ahmet Kemal’in, Sultan II. Abdulhamid’e düzenleyeceği suikast planıyla ilgili bölümü okuyordum.
Servet-i Fünun yazarı Ahmet Kemal defterine bakın suikastla ilgili neler yazdı:
“Benim Tartaksiyon Cemal Paşa adında bir eniştem vardı. Halamın kocasıydı. Eşi diyemiyorum, çünkü eşi değil, kocasıydı. Sultan Abdulaziz’in mabeyincilerinden Ahmet Bey’in oğlu idi. Harbiye Mektebi’nden çıkınca babasının iltimasıyla Avrupa’ya ataşe militer yolladılar. Oralarda yirmi-otuz sene oturdu. Nüzul isabet etti, ancak bu suretle İstanbul’a döndü.(...)
Kimseye zarar vermeden Abdulhamid’in teveccühünü ve atıfetini kazanmaya çalışırdı. Mesela kötürüm olduğu halde, her cuma selamlığına koşar ve efendisine görünür idi. Abdulhamid buna bir nefer tahsis etmişti. İnişte, yokuşta, kalkışta, oturuşta Paşa’yı bu nefer sırtında taşırdı. Hulasa eniştem Abdulhamid’in emniyet ettiği bir adamdı.”
Hücre toplantısı
Aşk-ı Memnu Ergenekon ürünü
Ne Osmanlı-Türk romancılığı ne de reyting rekorları kıran diziler üzerinde yeterli özgün çalışma yapılıyor. Aşk-ı Memnu dizisinin neden bu kadar seyredildiğini nedense kimse tahlil etmedi. Keza dizi gibi, Eren Talu-Defne Samyeli ilişkisinin de gündem yaratması üzerinde duruldu. Oysa bunlar yapılmadan ne Aşk-ı Memnu romanının yazıldığı ve çok beğenildiği II. Abdulhamid’in baskıcı rejimi, ne de Aşk-ı Memnu dizisinin çok seyredildiği Ergenekon’un yarattığı korku toplumu analiz edilebilir. Kafanız mı karıştı; halbuki tüm bunların basit bir yanıtı var.
MİMAR Erdem Talu’nun yanında çalıştırdığı mimarlardan biri de Emel Evgin’di.
Hayır, anlatmak istediğim bu benzerlik değil.![/images/100/0x0/55ea115df018fbb8f8694ee4]()
Bir gün Emel Evgin, patronu Erdem Talu’nun kız kardeşi Çiğdem Talu’nun söz yazarı olduğunu öğrendi. “Benim eşim de şarkı söylüyor, birbirlerini tanıştıralım” önerisinde bulundu.
Erol Evgin ve Çiğdem Talu böyle tanıştı. Aralarına sonradan katılan Melih Kibar’la birlikte bir dönem Türkiye’nin dilinden düşmeyen şarkılara imza attılar.
Türkiye bugün, mimar Erdem Talu’nun oğlu mimar Eren Talu’nun eski eşi Defne Samyeli’yle boşanmasını konuşuyor.
Kamuoyunun bu ilişkiyi ve Aşk-ı Memnu dizisindeki çarpık ilişkileri merakla takip etmesinin sebebi nedir?
Bu merak tesadüf mü? Merakı doğuran neden-sonuç ilişkisi üzerinde durmak gerekmiyor mu?
İlginçtir: Aşk-ı Memnu eserinin yazarı Halid Ziya Uşaklıgil ile Eren Talu’nun büyükdedesi Recaizade Mahmut Ekrem iki yakın dosttu.
Dönem benzeşmesi üzerinde, yani, Eren Talu-Defne Samyeli ilişkisi ile Aşk-ı Memnu dizisinin bu derece ilgi görmesinin nedenleri/koşulları üzerinde durmak istiyorum.
Hemen “toplumsal çöküş”-“toplumsal kirlenme” gibi ahlakçı çözümlemelere girecek değilim. Benim derdim başka...
Aşk-ı Memnu’yu doğuran koşullar
Aşk-ı Memnu’nun yazıldığı (1899) 19’uncu yüzyıl sonuna gidelim:
Sultan II. Abdulhamid’in baskıcı dönemi her geçen gün etkisini artırıyordu. Tanzimat ve Yeni Osmanlılar döneminin göreceli özgürlük dönemi tamamen sona ermişti. Topluma korku hâkimdi. Hakkınızdaki bir jurnal hayatınızı kâbusa çeviriyordu.
“Ülkede esen zulüm rüzgârlarından, yönetimin her köşesine sokulan kötülükler zehirinden” basın ve edebiyat da nasibini alıyordu diyor Halid Ziya Uşaklıgil anılarında. (Kırk Yıl, s. 464)
“Bir kolu sarayın gerici ve geleneksel eğilimleriyle kuruntulu siyasetine uzanan, öteki kolu ülkede eskiliğe, medrese anlayışına, Arap ve İran bulaşığı şiirlere bağlı ne kadar eleman varsa -ki pek sınırlı azınlığa karşılık, bunlar büyük bir çoğunluktu- sırtını Sirkeci’deki bir yazı fabrikasına (Ahmet Mithat Efendi’nin çıkardığı) Tercüman-ı Hakikat Gazetesi’ne dayamıştı. Bu güç öyle bir etkinlik kazanmıştı ki, Tanzimat edebiyatını ve Batı sanatını savunanların İstanbul’daki tek temsilcisi olan Recaizade Mahmut Ekrem Bey’i (Galatasaray Lisesi ve Mekteb-i Mülkiye’den) attırabilmiş ve yerine geçmişti.”
Servet-i Fünun’a saldırılar başladı
Tanzimat edebiyatının temsilcileri Şinasi ve Namık Kemal’in takipçisi olan Recaizade Mahmut Ekrem geri adım atmadı. Mülkiye’den öğrencisi Ahmet İhsan (Tokgöz) Bey’in çıkardığı Servet-i Fünun’u edebiyat ağırlıklı bir dergiye dönüştürdü.
Dergiye ilk olarak Tevfik Fikret’i getirdi. Ardından diğer “öğrencileri”; Cenap Şahabeddin, (Namık Kemal’in oğlu) Ali Ekrem, (Peyami Sefa’nın babası) İsmail Sefa, Süleyman Nazif, Hüseyin Kazım, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahid, Halid Ziya (Uşaklıgil) vb. dergiye götürdü.
“Edebiyat-ı Cedide” doğdu...
Her yeninin karşısında her daim güçlü bir muhafazakâr kitle olur.
Servet-i Fünun’un muhalifleri çok güçlüydüler, sırtlarını Yıldız Sarayı’na dayamışlardı.
Bu grubun başında
Tercüman-ı Hakikat’ın sahibi Ahmet Mithad Efendi ve gazetenin edebiyat sayfasını yöneten damadı Muallim Naci vardı.
O dönem edebiyat dünyasının “padişahı”ydılar! Muallim Naci müritleri tarafından “şiirin tanrısı” olarak görülüyordu. (Ateş-pare, Şerare, Füruzan adlı şiir kitaplarını bugün kim okuyor acaba?)
Şeyh Vasfi, “Antelib”
mahlaslı Faik Esad, Müstecabizade İsmet gibi isimlerin oluşturduğu bu muhalifler, Servet-i Fünun’u “devrimci” buluyor ve onu boğmak istiyorlardı. Sürekli aleyhlerinde yazıyorlardı. Sataşmaları sadece yazıyla sınırlı değildi; Muallim Naci ve şürekası bazen kızdıkları yazarları bir köşede sıkıştırıp dövüyorlardı!
Fakat Servet-i Fünun için en tehlikeli olan kişi, “Malumat” Dergisi’ni çıkaran Baba Tahir idi. Bu adam kimdi; ne zaman basına girmişti; nasıl sivrilivermişti; kimse bilmiyordu. Sonra anlaşılacaktı; Baba Tahir’in arkasında II. Abdulhamid vardı. Basına paraşütle sokuluvermişti.
Servet-i Fünun saldırılara karşı direniyordu.
“Böylesine elverişli olmayan koşullarla çevrilmiş beş-on kişilik bizim topluluk gücünü nereden alıyordu? Her şeyden önce yılgınlığa yenik düşerek zaten sansür kemendinin günden güne daha sıkışıp boğmaya çalıştığı kalemlerimizi, bir daha ele alınamayacak gibi kırıp bir yana atmaktan koruyan bir dayanma, direnme gücümüz vardı; sanata çılgınca âşık olmak.” (Uşaklıgil, s. 476)
Servet-i Fünun’u susturmak için tek bir yol kalmıştı...
Tevfik Fikret’in evi basıldı
Servet-i Fünun yazarlarının bazıları sürgüne gönderilme tehlikesine karşı, (örneğin Ali Ekrem “A. Nadir”, Ahmed Reşit “H. Nâzım”, Süleyman Nazif “Bursa Mektupçusu”, Süleymanpaşazade Sami “Süleyman Nesib”) mahlasla yazdı.
Edebiyat dergisi Servet-i Fünun’a gün geçtikçe baskılar artırıldı.
İlk saldırı Tevfik Fikret’e yapıldı, evi sabaha karşı polis tarafından basıldı, arandı. Zararlı kitap bulunamadı!
Hemen ardından Servet-i Fünun yazarları Hüseyin Siret, İsmail Sefa ve Ubeydullah Efendi makalelerinde suç tespit edilip sürgüne gönderildi.
Dergi yayınını yine de sürdürdü.
Ve Hüseyin Cahit’in yazdığı “Edebiyat ve Hukuk” makalesinden ötürü dergi kapatıldı.
Aşk yazmak zorunda kaldılar
İşte Aşk-ı Memnu böylesine özgürlük ortamından yoksun bir dönemin ürünüydü.
Halid Ziya Uşaklıgil ve Edebiyat-ı Cedidecilerin baskıcı bir ortamda halkı eğitmek ve bilinçlendirmek için roman yazmaları imkânsızdı. Uşaklıgil de anılarında II. Abdulhamid devrinde yazılan romanlarının “memlekette teneffüs edilen zehirli havayı” yansıtmadığını itiraf etmektedir. (s. 463)
Bu dönem romanlarında, yaşadıkları toplumun yoksullukları, adaletsizlikleri, sömürü mekanizmaları mecburen yoktu.
Bu nedenle, Halid Ziya Uşaklıgil ve Servet-i Fünuncular, toplumsal yaşamı ele alamadılar; “bireyci hayatlar”ı yazmak zorunda kaldılar.
Bu nedenle, acılı aşkların nedeni olarak toplumsal koşulları görmediler.
Bu nedenle, romanları dış dünyadan kopuktu, toplumsal gerçekçilikten bağımsız bir serüvendi.
Roman da dizi de neden rağbet gördü
Tarihe baktığınızda her baskı rejiminde, yazarların birey psikolojisi üzerine yoğunlaşan eserler ürettiğini görürsünüz. Bunun örneklerini 12 Eylül 1980 darbesi sonrası yazılan romanlarda da bulabilirsiniz.
Bugün Ergenekon süreciyle başlayan korkuların da benzer edebi eserlerin yazılmasına neden olduğunu tespit edebiliriz. Son yıllarda çıkan romanların çoğunluğunun bireyi ele alması ve bireyin toplumsal-siyasal hayattan bağımsız konu edilmesi rastlantı mıdır?
Uzatmayayım...
Aşk-ı Memnu, II. Abdulhamid’in baskıcı rejiminde doğdu. Servet-i Fünun’da tefrika edilen Aşk-ı Memnu o korkutucu rejimde çok ilgi gördü.
Peki Aşk-ı Memnu dizisi niye çok reyting aldı?
Tesadüf mü? Hayır. Maddi koşullar aynıydı çünkü.
Siyasal baskıların, ekonomik sıkıntıların, hoşnutsuzluğun arttığı her dönem, halkın merakının,
Aşk-ı Memnu gibi yaşamlara-aşklara yöneldiği bir gerçek değil midir?
Zengin ve aylak bir toplum katının yozlaşan yaşam biçimini ele alan Aşk-ı Memnu ile Eren Talu-Defne Samyeli ilişkisinin bu kadar konuşulması, yazılması tesadüf olabilir mi?
Hadi Çiğdem Talu ile başladık Çiğdem Talu ile bitirelim...
Çoğunluk bugün Eren Talu-Defne Samyeli gibi Aşk-ı Memnu ilişkileri merak etse de, yarın korkularını yenip yine Çiğdem Talu şarkısı söyleyecektir: Nereye Payidar Nereye?..
‘Nereye Payidar’
Yıl: 1975. Ankara.![/images/100/0x0/55ea115df018fbb8f8694ee6]()
Türkiye tarihinin en muhalif günlerini yaşıyordu. Her şey konuşuluyor, her şey yazılıyordu.
Bilgesu Erenus o günlerde, sınıfına ihanet eden bir işçi kadını anlattığı tiyatro oyununu yazdı: ‘Nereye Payidar’.
Yönetmenliğini Rutkay Aziz’in yaptığı oyunu Ankara Sanat Tiyatrosu sahneye koydu.
Müziklerini Timur Selçuk’un yaptığı oyunda şarkı sözünü Çiğdem Talu yazdı:
“Nereye Payidar nereye/
Yokuş bayır demesen de/Dere tepe düz gitsen de/
Çıkmaz bu yol bir yere/
Nereye Payidar nereye/
Bir gün gelip evlensen de/Kurtulmayı düşlesen de/
Çıkmaz bu yol bir yere/
Nereye Payidar nereye/
Şefle iyi geçinsen de/Bugün için sevilsen de/
Çıkmaz bu yol bir yere/
Nereye Payidar nereye/
Seninkiler direnişte/Bir sen yoksun içlerinde/
Çıkmaz bu yol bir yere/
Nereye Payidar nereye/
Gönlün yoksa ezilmeye/Sen de katıl direnişe/
İşçilerle, işçilerle, işçilerle el ele/
Nereye Payidar nereye.”
Aşk-ı Memnu şifreleri
BİHTER ’in intiharı:
“Efendi; Beyaz Türkler’in Büyük Sırrı” kitabına çalışırken Halid Ziya Uşaklıgil’in ailesindeki intiharlara çok şaşırmıştım.
Halid Ziya Uşaklıgil’in amcası Yusuf düğününe bir gün kala intihar etti. Neden intihar ettiği hiç bilinemedi. Sır olarak kaldı.
Halid Ziya Uşaklıgil’in bir diğer amcası Süleyman Tevfik de intihar etti. Aşkına karşılık bulamayan Süleyman Tevfik, Elhamra Gazinosu’nda sevgilisinin karşısına geçip tabancayı şakağına ateşleyerek intihar etti.
Halid Ziya Uşaklıgil’in oğlu Dışişleri mensubu Vedat da intihar etti.
Halid Ziya Uşaklıgil’in kızı Bihin’den olma torunu Tiraje Kösemihal de intihar etti.
Halid Ziya Uşaklıgil’in eserlerinin hepsinde bir genç kızın ya da erkeğin, kendi suçu olmadan aşkla hayal kırıklığına uğramasını, yıkılmasını ya da ölmesini bu olaylarla ne derece ilişkilendirebiliriz?
Nihal kim?
Roman Bihter’in yasak aşkı ve trajik hikâyesini öne çıkarır gibi görünse de, Nihal’in öyküsünün daha ağır bastığını söyler kimi eleştirmenler. Onlara göre, Nihal’in “büyüme” romanıydı bu; çocukluktan genç kızlığa, basitlikten olgunluğa geçerken yaşadıklarının anlatımıydı.
Nihal, Halid Ziya Uşaklıgil’in en yakın dostu (Tevfik Fikret’in halası Ayşe Sermet’le evli olan) Mehmet Rauf’un kızının adıydı.
Nihal, gazeteci Selami İzzet Sedes’le evlendi.
(Halid Ziya Uşaklıgil’in oğlu Bülent de, Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucusu Yunus Nadi’nin kızı Leyla ile evlendi. Emine Uşaklıgil, Halid Ziya’nın torunudur.)
Madam Courton:
Batılı kadınlar Osmanlı romanlarına genellikle “mürebbiye” olarak girdi. Bunlar hep “uygarlık öğretmenliğine” dönüştürüldü.
Aşk-ı Memnu’da asil kökenli Matmazel de Courton’un da elinden Figaro Gazetesi düşmüyordu.
Halid Ziya Uşaklıgil, Vedide, Sadun ve Güzin adındaki üç çocuğunu küçük yaşlarda kaybedince Vedat, Bülent ve Bihin’e bakması için Avrupa’dan mürebbiye getirdi.
İlk gelen Fransız Madame Catherine idi. Çocuklara Fransızca öğretti.
Bir diğer mürebbiye ise Alman Fraulein von Katte idi. O da çocuklara Almanca ve piyano öğretti.
Aşk-ı Memnu’daki Madam Courton bunlardan hangisiydi acaba?!
Kahramanlar...
Uşaklıgil romanlarındaki karakterler için şöyle yazıyor:
“Eserlerinde insanlık örnekleri yaratarak bunları bir olayın değişik evreleri arasında, şu ya da bu düşünce ve durum içinde yaşatarak düşündüren, hareket ettiren yazarlar; kendi kişiliklerinden sıyrılarak hayallerinde yarattıkları kişilerce emilir gibi onlardan biri olur. Onların egemeni yazarın yaratıcı düşüncesi, ruhu onun soluğudur. Bu kişilerde yaratıcının kendisinden bütünüyle soyutlayabilmesine pek seyrek rastlanır. Çoğunlukla bunların derileri altında saklanan asıl kişiliği ta kendisidir.”
Yalı... Halid Ziya Uşaklıgil hayatının son 40 yılını Yeşilköy’de bir yalıda geçirdi. Müze olması gereken bu yalı sonradan yıkılarak apartman oldu.