Pandemi her an her yerde gündemin bir numaralı maddesi. Peki, neden? Nedeni açık: Pandemide bu belalı, bu yapışkan, bu fevkalade tehlikeli virüse paçayı kaptıranların sayısı 100 milyonu çoktan geçti. Bu arada da neredeyse 3 milyona yakın insan hayatını kaybetti. Peki, mesele sadece hastalanmakla, yalnızca hayat kaybıyla bitiyor mu? Hayır, bitmiyor! COVID önümüze yeni yeni ve şaşırtıcı faturalar koymaya devam ediyor. Üstelik faturalar adeta tefeci faturası gibi(!) Öde öde bitmiyor. PANDEMİ YORGUNLUĞU ise o bitmeyen faturaların en önemlilerinden biri. Peki ne var o faturada? Merak edin ve buyurun...
YENİ BİR SORUN MU
KRONİK COVID-19
DAHA önce de yazdım. COVID-19’a yakalananların neredeyse 10’da birinde hastalığı takiben yeni bazı sağlık sorunları ortaya çıkıyor. Bunlara “COVID-19’un kalıcı bozuklukları” deniyor. Bu bozuklukların başını da “kronik yorgunluk sorunu” çekiyor. Peki, başkaları da var mı? Var, maalesef. Yeni yayımlanan ve 17-87 yaşları arasında 47 bin 910 COVID-19 hastasının geriye dönük incelemesine dayanan bir “yeniden değerlendirme çalışması” kronik COVID meselesinde bizleri bekleyen sorunların neler olduğunu bakın nasıl sıralamış.
Doğal olarak da bu sevindirici haberler hepimizin aklına “COVID’siz günler yakın mı? COVID’siz bir dünya mümkün mü?” sorularını getirdi. Peki, gerçek ne? COVID’siz günler hakikaten yakın mı ve sonrasında COVID’siz dünya mümkün mü? Eldeki verilere ve gelişmelere bakılırsa bu soruya en azından şimdilik güçlü bir “Evet” yanıtı vermek çok iddialı olur. Nedeni şu...
OKUR SORUSU 1
NASIL GİDİYORUZ
AN itibarıyla durumumuz özetle şudur: Aşılama sayısı ve hızında fena gitmiyoruz. Daha iyisi olabilir miydi? Evet, tabii ki olabilirdi. Daha çok ve farklı tipte aşıyı daha çok insanımıza uygulamamız mümkündü. İsrail, İngiltere, Amerika ve daha birçok ülke aşılama konusunda bizden daha iyi durumda. Ama yine de imkânlarımız göz önüne alındığında fena değiliz. Salgını kontrolde de şimdilik fena gitmiyoruz. İstisnalar dışında tedbirlere uyum ülke genelinde iyi durumda. Ama özellikle Karadeniz bölgesi için yeni tedbirler, stratejiler gerekiyor. Eğer biraz daha gayrete gelir, yeni vaka sayılarını 100 binde 20’lerin altına düşürebilirsek geçen yıldan çok daha rahat bir yaz döneminin bizi beklediğini söyleyebiliriz.
UNUTMAYIN
HER ŞEY AŞILARIN BAŞARISINA BAĞLI
İşimiz gücümüz aksadı. Korktuk, sıkıldık, bunaldık. Ve daha pek çok nedenle bu tatsız sürecin bitmesini, yavaş da olsa salgının etkisinin azalmasını bekliyoruz. Cumhurbaşkanımız da bu haklı isteğin farkında. Geçtiğimiz günlerde “normalleşmenin kademeli olarak yakında başlatılabileceğini, zamanlamaya da vaka sayılarına göre şehirlerdeki yetkililerin karar vereceğini” açıkladı. Doğrusu da bu olur. Normalleşme için her il, ilçe, hatta kasaba, belde ve köy gayrete gelmeli, çaba göstermeli, günlük vaka sayılarını düşürmeye çalışmalıdır. PEKİ, VAKA SAYILARINDA BİR HEDEF, BİR SINIR VAR MI? Uzmanlara göre var! Peki, o rakam ne? Yanıtı kutu 1’de.
KUTU 1
NORMALLEŞME NE ZAMAN BAŞLAR
UZMANLARA göre vaka sayısının 100 binde 50’nin altına düştüğü yerlerde normalleşme adımları yavaş yavaş atılabilir. Rakam 25’in altına düştüğünde de kademeli normalleşmeye rahatlıkla geçilebilir. Kısacası, kademeli normalleşmede de “Hak eden kazansın” cümlesiyle özetlenebilecek bir durum söz konusudur.
Değişim rüzgârına doğal olarak sağlık da ayak uydurdu, özellikle “dijital sağlık” alanındaki gelişmeler hız kazandı. Mesela kolumuzdaki dijital saatler sayesinde nabzımızı ölçebiliyor, adım sayımızı belirleyebiliyor, harcadığımız kalorileri gözleyip gerektiğinde kalp elektromuzu bile çekebiliyorduk. Şimdi ise bu parametrelere dijital teknolojiyle vücut dışından doğrudan “kan basıncını, kan şeker seviyesini, kandaki kafein, laktik asit ve alkol miktarını da ölçebilen yeni teknolojiler” eklendi. Görünen o ki yakın bir gelecekte kolumuzdaki saatlere bakarak daha pek çok sağlık parametresini de izleyebilme fırsatı bulacağız.
İYİ HABER 1
MOLNUPIRAVIR YİNE GÜNDEMDE
Hemen belirteyim: Sayın Bakanı 1-2 ay öncesine göre bir hayli rahatlamış buldum. Tabii ki onun da aklında mutasyon soruları olmalıydı. Ama bizim gündemimizde “aşı meselesi” vardı. Sayın Bakan her zamanki kibar ve açık tavrıyla her soruya samimi yanıtlar verdi. İşte o görüşmedeki sorular ve yanıtları...
SORU 1: NEDEN ÇİN AŞISI?
SAĞLIK Bakanımız da çoğumuz gibi aşıların “Çin, Rus, Alman, İngiliz, Amerikan aşısı” şeklinde tanımlanmasından hoşnut değil. “Çin aşısı” yerine “ölü virüs aşısı” tanımını tercih ediyor. Yukarıdaki soruyu da “SinoVac’ın geliştirdiği aşıyı sürecin başından beri dikkatle izlemeye aldık. Biliyorsunuz, ölü virüs aşıları uzun zamandır kullanılan, teknolojisi iyi bilinen, etkinliği makul düzeyde, yan etkileri ise oldukça düşük aşılar. Ayrıca bizim depolanması, dağıtımı ve kullanımında zaten son derece tecrübeli olduğumuz bir aşı çeşidi. Bu nedenle daha yolun başında, neredeyse haziran ortalarında SinoVac ile hızla temasa geçtik” yanıtını verdi.
Hatırlayalım, bağışıklık sistemimiz ister virüsle doğrudan karşılaşsın, isterse de aşılarla bedene giren virüs parçacıklarıyla uyarılmış olsun, netice fark etmiyor. Hemen ve anında, farklı yapı ve güçte antikorlar üretmeye başlıyor. Bu antikorlar da bizi en azından belirli süre “daha sonraki virüs saldırılarından koruyarak” yeniden hastalanmamızı önlüyor. Antikor üreten bağışıklık hücrelerimizin de B lenfositleri olduğu biliniyor. İsterseniz gelin, tam da bu noktada biraz daha ayrıntıya girelim...
VARAN 1
HASTALIKTA ANTİKOR ÜRETİMİ NASIL OLUYOR
Üstelik yolculuğun ne zaman biteceği, nasıl sonuçlanacağı da kesin değil. Özetle “belirsizlik” gibi son derece önemli bir sorunla karşı karşıyayız; görmediğimiz, duymadığımız, dokunamadığımız kısacası neredeyse hiçbir özelliğini tanımadığımız meçhul bir düşman ile birlikte yolculuk yapıyoruz. Hal böyle olunca da her şeye büyüteçle bakmaya başladık. Konu hastalıksa anında ve hemen “Acaba ölür müyüm?” korkusuna kapılıyoruz. “Korkmayın, çözümü/aşıyı bulduk!” diyorlar, “Acaba o aşı başımıza yeni işler açar mı?” gibi saçma sapan düşünceler üretiyoruz. Mutasyon meselesi devreye girince de her mutasyonu mutlaka ama mutlaka kötüye yoruyoruz. Ayrıca ciddi ölçüde bir bilgi kirliliği ve fazlalığı sorunumuz da var. Herkes konuşuyor. Ama hepsi farklı şeyler söylüyor. Sonuç mu? Ortada! Önce “yön kaybı”, sonra da “mutsuzluk” devreye giriyor.
AKLINIZDA OLSUN
MUTSUZLUĞUN DA İLAÇLARI VAR MI
Son günlerde iki hafta öncesine oranla vaka sayılarının ve ağır hasta sayılarının bizde de artmasının nedenlerinden biri de bu zaten. Özetle, ben ve benim gibi düşünenler mutasyon meselesini başlangıçta yeterince ciddiye almamakla yanıldık! Peki, bu yanılgının nedeni ne idi? Her gün neredeyse bir yenisi saptanan bu mutasyonlar sadece tesadüf mü? İşin uzmanlarına göre mutasyonlar sadece tesadüflere bağlı değil, bu tatsız gelişmede -az da olsa- bizim de payımız, günahlarımız var. Detaylar için buyurun...
KISA BİLGİ
MUTASYONLAR DAHA DA ARTACAK
VİRÜSLERİN de hayatta kalmak için çevrelerine uyum sağlamak zorunda olduklarını, bunu da mutasyonlarla gerçekleştirebildiklerini biliyoruz. Uzmanlara göre mutasyonlar en çok da hastalanan kişilerde, hastalık sürecinde ortaya çıkıyor, özellikle bağışıklık sistemi zayıf hastalarda, vücutta daha uzun süre kalma şansı yakalayan virüslerde mutasyon ihtimali artıyor. Hastalığın iyileşmesi uzadıkça “bağışıklık baskısı” ile daha uzun süre karşı karşıya kalan virüs, ya bağışıklık tepkisinden nasıl kurtulacağını öğrenip mutasyona uğruyor ya da ölüyor! Yine aynı uzmanlara göre, pandemi sürecinin uzaması, vaka sayılarının artması, hastalıktan iyileşerek ya da aşılarını yaptırarak bağışıklık kazananların çoğalması da mutasyonu tetikleyebilen gelişmeler olabilir. Özetle, pandemi uzadıkça ve aşılama süreci hızlanmadıkça yeni mutasyonlarla karşılaşma ihtimalimiz hep var.
ÖNEMLİ
“Aşılar geliyor!” haberiyle bir nebze ferahlayan ruhlarımızı “mutasyon tehdidi” yeniden baskı altına alıverdi. Araştırmalara bakılırsa bugünlerde yaklaşık her dört kişiden birinde “ruhsal gerginlik/anksiyete”, her üç kişiden birinde de “umutsuzluk/mutsuzluk” işaretleri var. Süreçten kadınların erkeklere, yaşlıların gençlere oranla daha çok etkilendikleri de kesin. Özetle COVID-19 salgını yaygın ve yoğun bir kaygı salgınına da dönüşme eğiliminde. Bilelim ki dikkat etmezsek eğer önümüzdeki günlerde “KAYGI-21 salgını” en az “COVID-19 salgını” kadar önemli bir sağlık sorunu haline gelecektir.
NE YAPMALIYIZ?
KAYGISAVARLARDA İLK 5
1- Kendinize de şefkatle yaklaşın.
2- Kaygınızı erteleyecek bahaneler, süreçler, alışkanlıklar, değişimler yaratın.
3- Farkındalığınızı geliştirmeye çalışın.
4-
MUTASYON NEDİR? NEDEN OLUR?ŞUNU iyi bilelim: Mutasyon virüslerde oluşan ve beklenen bir yapısal değişim. Değişime uğramak, virüslerin vazgeçilmez karakterlerinden biri. Özellikle içinde yeni koronavirüsün de yer aldığı RNA virüsleri için ise neredeyse vazgeçilmez ve önlenemez bir netice. Mutasyon her virüste meydana gelebiliyor. DNA virüsleri de (hepatit virüsü) RNA virüsleri de (influenza/grip, MERS ve SARS virüsleri) mutasyona uğrayabiliyor. Hatırlayalım, COVID-19 pandemisinin etkeni yeni koronavirüs de bir RNA virüsü. Ve üzülerek belirtelim: Mutasyona RNA virüslerinde daha sık rastlanıyor. Bunun nedeni olarak da RNA virüslerinde çoğalma/kopyalama sürecinde görev alan “RNA polimeraz” enziminin “geriye yönelik düzeltme mekanizmasının bulunmaması” gösteriliyor. Bu mekanizmanın yokluğu, virüs çoğalırken oluşan üretim hatalarının düzeltilememesine yol açıyor. Kısacası, mutasyona uğramak her virüs, özellikle de RNA virüsleri için beklenen hatta vazgeçilmez bir gelişme. İsterseniz şimdi gelin aklımızdaki diğer sorulara yanıt arayalım.
SORU 1MUTASYONLAR NASIL OLUŞUYOR
VİRÜSLER hücrelerimize girdikten sonra kendilerini trilyonlarca defa kopyalamak suretiyle çoğalıyor. Bir süre sonra sayıları inanılmaz boyutlara varınca hücreye sığamıyor, onu adeta patlatarak dışarı çıkıp diğer hücrelerimize, doku, organ ve sistemlerimize yayılıyor. Çoğalma/kopyalama bir anlamda virüsteki genetik kodun da kopyalanması, iç ve dış yapının hatasız tekrarlanması demek. Ama trilyonları bulan bu kopyalamalar, her zaman “aslına uygun kopyalar”, yani aslı ile birebir uyumlu yeni virüsler üretemeyebiliyor, kopyalama sürecinde virüsteki bazı protein yapıları değişime uğruyor. Neticede virüs değişiyor, farklılaşmalar ortaya çıkıyor. Kısacası mutasyon demek, hatalı ve farklı yeni bir virüs demek. Bu süreci çok hızlı basımla üretilen kitap, dergi ya da gazetelerdeki “baskı hatalarına” da benzetebiliriz.
SORU 2
MUTASYONDA NELER OLUYOR
MUTASYON sürecinde en sık görülen mutasyon noktaları yeni koronavirüsün dış yüzeyindeki spike/sivri uçlu protein adı verilin dikensi çıkıntılar. Mutasyonun bu dikensi yapılarda gelişmesi özellikle önemli. Zira virüs bu yapı sayesinde hücrelerimize tutunup bizi hasta edebiliyor. Yapıdaki değişmeler de virüsün bulaşma yeteneği ve hızı ile bizi hasta etme kabiliyetini etkileyebiliyor. Daha da önemlisi, aşılar ya da hastalığı geçirerek kazandığımız antikorların önemli bir bölümü de bu dikensi çıkıntılara karşı oluşuyor. Neticede bağışıklık gücümüz de tartışma konusu haline gelebiliyor.
Biliyorsunuz, son kavga Avrupa Birliği ile Birleşik Krallık arasında patladı. Devreye Britanya Kilisesi bile girdi ve kavgayı yatıştırmak yerine yangına körükle gidip Avrupa Birliği’ni ayıpladı! Birleşik Krallık Anglikan Kilisesi’nin “COVID-19 aşısının ihracatını kontrol etme çabası AB değerlerinin altını oyuyor” açıklamasını yapması önemli. Kısacası, aşı savaşlarının büyüyeceği kesin. Mevcut aşılara yenileri eklense bile üretim şimdilik küresel ihtiyacın tamamını karşılamaktan çok uzak. Durum böyle olunca da imkânı olan ülkeler yeni çözümlere yöneliyor. O çözümlerden birinin de “MONOKLONAL ANTİKORLAR” olduğu anlaşılıyor. Özetle “Ceket bulamadık, gömlek verelim mi abi?” şeklinde bir durumla karşı karşıyayız. Önümüzdeki günlerin aktüel sorularından birinin “Aşı eksikliğini antikorlarla giderebilir miyiz?” olacağı anlaşılıyor. Peki, bu mümkün mü? Detaylar için buyurun...
DETAY 1
İLK ADIM ALMANYA’DAN
VATANDAŞINA
Zaten bu nedenle de pandeminin daha ilk gününden bu yana her ülkede ilaca, hastaneye, hatta yoğun bakım ve solunum cihazlarına ulaşma bakımından herkes aynı şansı yakalayamıyor. “PANDEMİ EŞİTSİZLİĞİ” diyebileceğimiz bu kötü gelişmenin en acı, yaralayıcı, yürek kanatıcı sonucu ise şimdi “aşı paylaşımı”nda yaşanıyor. Ve ne üzücüdür ki her zaman olduğu gibi Avrupa ve Amerika yine “Önce ben!” diyor. Hatta “Önce ben”ciler hızlarını alamayıp “Sana daha çok, bana daha az aşı” kavgasına bile girebiliyor. ÖZETİ ŞUDUR: Bilelim ki aşı üretimi uzun süre yetersiz kalacaktır, aşı savaşları hep gündemde olacaktır.
BİR UYARI
RUHU ISKALAMAYIN
KOLESTEROL İLAÇLARI VİRÜSTEN KORUYOR MU
YUKARIDAKİ başlığın kolesterol ilacı karşıtları, en çok da Canan Karatay hocayı üzeceğini biliyorum. Ama araştırma sağlam bir yerden, Princeton Üniversitesi’nden gelince, haberi dikkate almak gerekiyor. Haber şu: Bilindiği gibi yeni koronavirüs hücreye girebilmek, yani bizi hasta edebilmek için hücre zarını geçmek zorunda. Princeton’daki çalışma bu geçişin önemli belirleyicilerinden birinin de kolesterol olduğunu gösteriyor. Araştırmanın sonuçlarına bakılırsa kolesterol düşürücü ilaçları (statinler) kullananlar, bu ilaçları kullanmayı reddedenlere oranla bir parça daha şanslılar. Zira hücre duvarındaki yoğun kolesterol molekülü birikimi, virüsün hücre duvarına tutunmasını ve duvarı geçip hücreye girmesini kolaylaştırıyor. Bir başka deyişle virüs, yeteri kadar kolesterol yoksa hücre duvarının koruyucu engelini aşamazken, kolesterolü bol bulunca işini daha kolay yapıyor. Princeton Üniversitesi’nde yapılan bu ön çalışmanın tabii ki başka araştırmalarla da desteklenmesi lazım. Ama anlaşılan o ki kolesterol yüksekliğinden damarlarımız hoşlanmasa da bu sorun virüsü memnun edebilen bir gelişme.
RİSKLİ HASTALAR DAHA ERKEN BELİRLENEBİLİR Mİ
BİLİNDİĞİ gibi COVID-19 herkeste aynı tahribatı yapmıyor; hastalığı bazıları, ağır bazıları da çok hafif geçirebiliyor. Hastalığa yakalandığından haberi olmayanlar da eksik değil. Bilim insanları “Acaba riskli vakaları erken dönemde belirleyip risk oranları büyümeden tedaviye almamız mümkün olabilir mi?” sorusuna uzun süredir yanıt arıyor. Haklılar. Çünkü bu durumda erken başlanabilecek bir deksametazon desteği bile süreci kontrol altına alabiliyor. Neticede de yoğun bakıma ihtiyaç en aza iniyor. Peki, elimizde böyle bir test var mı? Elimizde henüz erken risk tayininde kullanabileceğimiz bir test maalesef yok. Ama bilelim ki bilim insanları bu konuda da nihai sonuca oldukça yaklaşmış durumdalar. Kanda sitokin seviyelerini belirleyerek bu işi de çözebileceklerini düşünüyorlar. Bilindiği gibi, durumu hızla ağırlaşan hastalarda “erken yangısal tepkiler” süratle çoğalıyor, kısa sürede de zirve yapıyor. Ve bu aşırı bağışıksal tepkiler de “Ufukta bir sitokin fırtınası var” anlamına gelebiliyor. Eğer biz bu fırtınayı erken belirleyebilir ya da önceden tahmin edebilirsek işimiz çok daha kolay olacak. Yoğun bakımlara ihtiyacımız bir hayli azalacak.
HANGİ DEMİR
DEMİR
Eğer restoran ve kafelerin açılmasına zamanından önce izin verilecek olursa, alınacak önlemler ne kadar ciddi ve sert olursa olsun vaka sayıları ve ölüm oranlarında yakaladığımız bu olumlu gelişme trendi yerini yeniden sayısal patlamalara bırakabilecektir. Bilim Kurulu üyeleri de bu düşüncedeler. Dün Hürriyet’e yaptıkları açıklamalarda Prof. Dr. Mustafa Necmi İlhan Hoca, “Vaka sayısı 2 binin altına inmeden restoranları açmamız riskli olur” demiş. Diğer hocaların da görüşleri farklı değil. Mesela Prof. Dr. Levent Akın Hoca da “Lokanta ve kafelerin açılması ancak PCR testlerinde pozitiflik oranı yüzde 1’in altına indikten sonra değerlendirilmeli” görüşünü savunmuş. Konuştuğum uzmanların çoğu önemli bir başka soruna daha dikkati çekiyor: Onlara göre restoran ve kafelerin zamansız açılması okulların açılmasını da geciktirebilecek bir yanlış olabilir.
SORU ŞU
EKONOMİ Mİ EĞİTİM Mİ
Haklı olarak “Virüste oluşan bu yapısal değişimler -mutasyonlar- acaba onu daha bulaşıcı, daha güçlü, ilaçlar ve aşılara daha dayanıklı yapabilir mi?” gibi sorular aklımıza geldi. Konunun uzmanı değilim. Ama ne var ki tecrübeli bir hekim olarak “MUTASYON BASKISI”nın ne olduğunu ve önemini az çok bilirim. Ayrıca “MUTASYON MESELESİ”nin özellikle virüsler için vazgeçilmez davranış kalıplarından biri olduğunu da asla unutmam. Zaten böyle olduğu için değil mi ki her yıl yaptırdığımız grip aşılarının yapısını sık sık değiştirmek zorunda kalıyoruz? Biliyoruz ki influenza virüsleri her yıl sadece kılık kıyafetlerini değil, iç yapılarını bile değiştirebildikleri için bizi her sene daha farklı bir aşı üretmeye zorluyorlar.
NE YAPMALI
MUTASYON MESELESİNİ BİLİM İNSANLARI İZLEMELİ VE İNCELEMELİ
BİLGİ 1AKUT HASTALIK NEDİR
TIP bilimlerinde eğer bir hastalık birden bire, gürültülü bir şekilde, hızlıca başlar, çabuk ilerler ama bütün bunlara rağmen şu veya bu şekilde genelde kısa süreli bir seyir gösterip iyileşirse “akut hastalık” olarak tanımlanır. Örneğin boğazınızda gelişen bir lenf bezi iltihabı gürültülü bir şekilde (ateş, üşüme, titreme, boğaz ağrısı) başlar ama 3-5 gün içerisinde, yani hızla ve tamamen iyileşirse “akut lenfadenit” olarak tanımlanır.
BİLGİ 2
BİR HASTALIK NE ZAMAN KRONİKTİR
BAZI hastalıklar da yavaş, sessiz ve derinden bir başlangıç gösterip uzun süreli hatta bazen kalıcı, yani hayat boyu düzelmeyen, tedavi imkânları sınırlı sağlık sorunları şeklinde kendini gösterebiliyor. Örneğin şeker hastalığı böyle bir sorun. Uzun süre önemsiz işaretlerle (ağız kuruluğu, susama, yorgunluk, kilo kaybı) kendini ifade etmeye çalışırken, zaman içinde böbrekler, kalp, beyin ve gözlerde tamamen iyileştirilemeyen kalıcı bazı hasarlara yol açabiliyor. Bu nedenle de Tip 2 diyabet, kronik bir hastalık olarak kabul ediliyor.
Sadece yorsa neyse, aynı zamanda korkuttu da. Dahası, muazzam bir yılgınlık ve kaygı yükü de bütün ağırlığıyla üstümüze çökmüş durumda. Kısacası işin uzmanlarının deyimiyle “MUAZZAM BİR ALLOSTATİK YÜKLENME DURUMUYLA” karşı karşıyayız. İsterseniz gelin bu yeni tehdidin, yani KAYGI PANDEMİSİNİN neticelerini ve çözüm süreçlerini daha kolay anlayabilmek için işe “Nedir bu allostatik yüklenme?” sorusuna yanıt arayarak başlayalım.
İYİ BİLGİ
Mevcut verilere göre de oldukça güvenli. Koruyuculuğunun Pfizer, Moderna ve Oxford aşılarına oranla biraz daha düşük olduğu söylense de bilinen, denenmiş, güvenilir bir aşı üretim teknolojisiyle geliştirilmiş bir seçenek bu. Şimdi en hızlı şekilde bu seçeneği değerlendirmek ve olabildiği kadar çok insanımızda virüse karşı bağışıklık oluşturmak durumundayız. Kısacası, pandemide en etkili çözüm aşıdır. Ve elimizde öyle bir seçenek var gibi görünüyor. Şunu da belirteyim: Herkes gibi ben de halkımızın koruyuculuğu yüksek aşılarla aşılanmasını isterim. Ancak aşı uygulamalarında koruyuculuk kadar güvenlik meselesinin de önemli olduğunu iyi bilirim. Bu aşamadan sonra “Hangi aşı?” tartışmasını bir kenara bırakmamız ve mümkün olduğu kadar “hızlıca” toplumumuzun önemli bir kesimini aşılayıp süreci tamamlamamız lazım. Kısacası, konu aşı olduğundan güvenlik ve koruyucu güç kadar, hız meselesi de önemlidir. Ve biz şimdi “HIZ MESELESİNİN ÖNEM KAZANDIĞI” yeni bir zaman dilimine girmiş bulunuyoruz.
BİR BİLGİ
Ne var ki bağışıklık sistemini güçlendiren vitamin, mineral ve antioksidanların sayısı bir elin parmaklarını asla geçmiyor, geçemiyor. Üstelik takviyeler oldukça da pahalı şeyler. Bu nedenle bilinçli kullanılmaları gerekiyor. Son günlerde vitaminmanya gündemine yeni bir madde eklendi: Bazı takviyelerin aşılarla sağlanabileceği bağışıklığı daha da güçlendirebilecekleri ileri sürülüyor. Peki doğru mu? Doğruysa önceliği hangi takviyelere vermek lazım?
İLK SIRADA D VİTAMİNİ VAR
D vitamininin akılcı kullanımının COVID-19’u daha hafif geçirme şansı verebileceğini, hastalığın süresini kısaltabileceğini hatta uzamış COVID-19 meselesine bile çare olabileceğini gösteren bazı bilimsel veriler var. Aynı avantaj, bana göre güçlü bir çinko asetat ve C vitamini desteği için de söz konusu olmalı. Takviye kullanarak bağışıklığı güçlendirmek, aşılarla sağlanabilecek bağışıklık gücünü arttırmak bakımından da doğru ve anlamlı. Üstelik bazı araştırmalarda da bu yaklaşımı destekleyebilecek verilere ulaşılıyor. Örneğin Fransa’da yaşlılar üzerinde yapılan bir çalışmada, uzun süreli C, E vitaminleri, beta karoten ve selenyum sülfat desteği kullanımının grip aşısından sonra daha güçlü antikor cevabı sağladığı da gösterildi.
Yeter ki ‘Sağlık Olsun’
Bu pazarı farkındalık, can sıkıntısı ve Can Yücel’in sağlık üzerine yazdığı o güzel şiirine ayırdım. ‘Sağlık Olsun’ şiiri çok önemli çünkü hayatın her anının tadını çıkarabilmenin lezzet ve erdemini anlatıyor.
Birbirinden çok farklı hayatları olsa da aynı şeyleri düşünüp hisseden, dahası düşüncelerini birbirinin tıpatıp aynı cümlelerle ifade eden pek çok güzel ve özel insan gelip geçmiş dünyamızdan. Onları benzer duygu ve düşüncelere yönelten şeylerse hayatı daha iyi tanıma, mutluluk ve mutsuzluğu, iyi ve kötüyü, güzel ve çirkini anlama çabaları olmuş.
Çoğumuzun aklına bile getirmediği, düşünemediği, göremediği, dilinin ucuna gelse de becerip söyleyemediği birçok ayrıntıyı fark edip de şarkıya, şiire dökebilen bu farklı insanlardan biri de merhum Can Yücel. Kendisi nasıl bir hayat yaşadı, yaşadığı hayattan ne ölçüde keyif aldı, yeteri kadar bilmiyorum ama bana göre şiirlerinde sağlıklı biri olmanın ve hayattan zevk alabilmeyi becerebilmenin tadını ve keyfini en güzel anlatan birkaç şairimizden biridir Can Yücel.
FARK ETMEK ÖNEMLİ
Bu pazarı ‘farkındalık’, ‘can sıkıntısı’ ve Can Yücel’in ‘sağlık’ üzerine yazdığı o güzel şiirine ayırdım. O şiir önemli çünkü sağlığın güzelliğini ve hayatın her anının tadını çıkarabilmenin lezzet ve erdemini en iyi anlatan en güzel şiirlerden biri ‘Sağlık Olsun’. Her satırının altına benim gibi sizin de imzanızı atacağınızdan emin olduğum bu güzel şiiri lütfen okuyup bir kenarda unutmayın! Kesip buzdolabınızın kapağına ya da yatağınızın başucuna iliştirmekle de yetinmeyin. Eşinize dostunuza, oğlunuza kızınıza, ananıza babanıza da yollayın ve siz de fırsat buldukça tekrar bakın ona, sık sık anımsayın.
Bunları mutlaka yapın. Yapın çünkü çoğumuz, kolay, sıradan, küçük ama önemli pek çok şeyin farkına varmadığımız ve lüzumsuz pek çok ayrıntıya fazlaca takıldığımız için bir sürü sıkıntıyla (özellikle de can sıkıntısıyla) boğuşup duruyoruz. Birbirimizi üzüyor, itip kakıyoruz. Örseliyor, yaralıyoruz. Fark edememekten ya da farkında olmayı becerememekten dolayı hayatı kendimize de, ailemize, dostlarımıza, çevremize de zindan edebiliyoruz.
ÖMÜR BUGÜNDÜR
Oysa ne yapıp etmeli, fark etmeli; farkında olmalıyız. Can Yücel’in bir başka şiirindeki o güzel dizelerde olduğu gibi her insan kendisinin, hayatın, olayların, gidişatın farkında olmalı…/ Kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli / Azrail’in hemen sürpriz yapabileceğini, Nasıl yaşarsa öyle öleceğini/ Eşref-i mahlukat (yaratılmışların en güzeli) olduğunu / Gülün hemen dibindeki dikeni, dikenin hemen yanı başındaki gülü / Zenginliğin ve bereketin sofradayken önünde biriken ekmek kırıntılarını yemekte gizlendiğini / Fark etmelidir. Ve çoğumuzun sık sık şikayetçi olduğu can sıkıntısı sorununun da en çok ‘fark edememek’le yani ‘hayatı ıskalamak’la birebir ilişkili olduğunu herkes bilmeli.
Merhum Can Yücel’in ‘Sağlık Olsun’ şiirine göz atmadan önce, daha iyi ve güzel bir hayat oluşturmanın ilk basamaklarından olan ‘fark etmek’ konusu üzerine yazdığı şu dizeleri de lütfen bir kenara not edin ve bu güzel pazar sabahına (ve bundan sonraki her sabaha) ‘Mis gibi kokan bir dilim kepekli kızarmış ekmekle’ başlayın.
İşte o dizeler… “Ömür dediğin üç gündür / Dün geldi geçti, yarın meçhuldür/ O halde ömür dediğin bir gündür/ O da bugündür.”
ÖNEMLİ
Can sıkıntısı hasta ediyor
Hayatta nelerin olup bittiğini fark edememenin yarattığı önemli bir sorun da can sıkıntısı ve neredeyse nezle virüslerinden daha hızlı yayılma eğiliminde. En beğendiğim yazarlardan biri olan Ernie Zelinski’nin can sıkıntısından kurtulmak isteyenlere bazı tavsiyeleri var. Zelinski diyor ki: “Başkasının ateşinde ısınmak yerine kendi ateşinizde ısının ve can sıkıntısını hayatın basit bir kuralını kullanarak yenin: O kural zor ve konforlu olmayanı seçmektir.” Zelinski’ye göre, kronik olarak canı sıkılanların daha sık karşılaştıkları bazı sorunlar var. Mesela bu kişiler maddi varlıkları ve güvenlikleri için sürekli kaygı duyma eğiliminde.Eleştiriye karşı çok hassaslar. Geçer akçe değerlerle uyum içinde olma eğilimindeler. Her şeye çok kolay üzülürler. Özgüvenleri yoktur. Yeteri kadar yaratıcı değiller.
Uzmanlara göre can sıkıntısı da tıpkı stres gibi önemli hastalık hazırlayıcılarından biri. Migrenden ülsere, reflüden taşikardiye, uykusuzluktan sinirsel kolite pek çok sağlık sorununun can sıkıntısından kaynaklanması mümkün.
KESİP SAKLAYIN
Sağlık Olsun
Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama
Yarım saat erkene kurulsun saatin
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin
Pencerini aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine
Bak güzelim kahvaltının keyfine
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla
Ohhh şöyle bir hafifle
Bir güzel kahve ısmarla kendine
Seni mutlu eden sesi duymak için “Alo” de
Hiç işin olmasa da öğle üzeri dışarı çık
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa
Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa
Çocuk görürsen yanağından makas al
Sonra, şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı,
Sen çok darda iken kimler seni ferahlattı
Hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil,
kucaklar gibi sor
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak
Yüzünde güller açtıracak
Günün güzeldi değil mi?
Akşamın da güzel olsun
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illa ki kumaş örtü olsun
Saklama tabakları, bardakları misafire
Sizden ala misafir mi var bu dünyada
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil
Vazife yapar gibi hiç değil,
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi,
Eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının
Gece evinde, dostların olsun
Sohbetin yemeğin, kahkahan olsun..
Arkadaşım
Hayat bu, daha ne olsun?
Ama en önce ve illa ki sağlık olsun!
Can YÜCEL