Osman Müftüoğlu

Gen tiyatrosuna hoş geldiniz

18 Mart 2024
Uzun zamandır kafama fena halde takılan, önemli mi önemli olduğundan hiç şüphe duymadığım yeni bir bilimsel alan var: EPİGENETİK!

Epigenetik değişikliklerin sadece hastalık süreçleri, daha da önemlisi yaşlanmanın getirdiği problemlerimiz üzerinde değil, kişilik ve karakterlerimizin şekillenmesi ve gelişmesi üzerinde de etkili olabileceği kanaatindeyim. Bu nedenle de “KARAKTER Mİ, KOŞULLAR MI?” sorusuna yanıt arıyorum.

Aradığım yanıtlardan birini uzun zamandır elimden düşmeyen ve içeriğini zaman zaman bu köşede sizlerle de paylaştığım DANİEL J. LEVİTİN’İN BAŞARILI YAŞLANMA kitabında buldum: Dr. Levitin de benimle aynı fikirde. O da gen tiyatrosunun önemli, çevre gen tangosunun mühim olduğunu düşünenlerden. O da benim gibi karakter çizgilerimizin oluşumunda genler kadar yaşadığımız çevrenin ve koşulların da etkili olduğunu söylüyor. Kısacası gen tiyatrosunun önemine işaret ediyor.

İYİ BİLGİ

HAYAT BİR TANGODUR

Dr. Levitin’e göre, “Karakter çizgilerimizin oluşumunda genlerimiz kadar çevre de çok önemlidir. Genlerimizin ‘saç rengi, ten rengi ve boy gibi fiziksel özelliklerimizi’ etkilediği kesindir. Ne var ki genler fiziksel özelliklerimizin yanı sıra ‘kendinden emin olma, şefkat eğilimi ve duygusal/zihinsel/kişilik özelliklerimizi de’ etkilemektedir. Bedenimizde uyku halinde mevcut olan genler yaşadığımız çevresel tetikleyicilerin etkisiyle -KOŞULLAR- karakterimizi bile değiştirebilir”.

Dr. Levitin’e göre, “Beynimizin -dolayısıyla davranışlarımız ve karakter çizgilerimizdeki değişimlerin- kendini yapılandırma biçimi ‘genetik olasılıklar ve çevresel etkenler arasında süregiden ve ritmi zaman zaman değişebilen muazzam bir tangodan ibarettir”.

Yazının Devamını Oku

Kirlettikçe kirleniyoruz

16 Mart 2024
GEÇEN günlerde yayımlanan önemli bir bilimsel çalışmanın sonuçları maalesef biz doktorlar dahil çoğumuzun dikkatinden kaçtı.

Oysa o araştırma geleceğimizi tehdit eden önemli ve tehlikeli bir probleme işaret ediyordu. Araştırmada uzun zamandır bu köşenin de gündemi olan “MİKRO/NANOPLASTİK TEHDİDİ” ile ilgili önemli bir tespit vardı. Araştırmanın sonuçları New England Journal of Medicine dergisinde yayımlandı. NET

MESAJ ŞUYDU: Bedenimize şu veya bu yolla giren nanoplastiklerle kalp krizleri ve felçler arasında da ciddi bir bağlantı var. Nanoplastikler felç ve kalp krizi riskini de arttırıyor. Konu çok mühim, isterseniz gelin biraz daha detaylara girelim...

AMAN DİKKAT

HER YERDE ONLAR VAR

Nanoplastik tehdidi aslında uzun zamandır gündemde. Plastik kaplı içme sularındaki nanoplastiklerin yaratabileceği tehlikelere bilim insanları uzun zamandır zaten dikkatimizi çekiyordu. Hatırlayalım: Ortalama bir litre plastik şişedeki suyu içtiğimizde bedenimize ortalama 240 bin civarında nanoplastik girebiliyor. ABD’de yapılan bir araştırmada yaygın olarak kullanılan 3 plastik şişe suyu markası test edildiğinde boyutları 100 nanometreye kadar değişen mikro/nanoplastiklerin tespit edildiğini de çok iyi biliyoruz. O araştırmadaki analizlerin sonucunda 1 litre plastik kaplı içme suyunda 110 bin ile 370 bin arasında değişen rakamlarda mikro/nanoplastik bulunabiliyor. Bu bilgileri bir süre önce bir ara Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Müsteşarlığı da yapan Prof. Dr. Mustafa Öztürk Hoca bize ulaştırmıştı. Mustafa Hoca’ya göre, bir şişe plastik suda ortalama gözle görülmeyen çeyrek milyon civarında nanoplastik bulunabiliyor.

İsterseniz gelin tam da bu noktada şu nano ölçeği konusunda da sizi bilgilendirelim.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk

Yazının Devamını Oku

Oruç neden faydalı

14 Mart 2024
HAYATI uzatmanın ve kronik hastalıklardan korunmanın bugüne kadar net ve açık olarak kanıtlanmış tek bir yolu var: KALORİ KAZANIMINI KISITLAMAK yani DAHA AZ YEMEK!

Daha az kalori kazanımı yani yiyecek, içecek tüketimi belirli bir süre ve ısrarla kısıtlandığında sadece metabolizmamız dinlenmiyor, bedenimizde daha doğrusu hücrelerimizde başka pek çok iyi ve olumlu süreçler de devreye giriyor. Neticede de daha sağlıklı, temiz ve dingin bir hayat sürme şansı yakalıyoruz. Peki nasıl? Detaylar için hazırsanız buyurun...

NET BİLGİ

KALORİLER AZALDIKÇA ÖMÜRLER UZUYOR

Kalori kısıtlanmasının insülin ve insülin benzeri büyüme faktörü olarak bilinen İGF-1’in etkinliğini azalttığını neredeyse 20-30 yıl önce net ve açık olarak öğrendik. İnsülinin ve İGF-1’in azalması, aşırı ve gereksiz insülin ve İGF-1 üretiminin frenlenmesi, neticede de insülin direncinin engellenmesi şeker hastalığından Alzheimer’e, kalp damar hastalıklarından kanserlere pek çok sağlık sorununu engelleyebiliyor. Diğer taraftan son yıllardaki güvenilir çalışmalar, kalori kısıtlamasının yani daha az yiyip içmenin “Adenozin Mono Fosfat” ile aktive olan “Protein Kinaz”ı (AMPK) ve “Sirtüinler”i aktive ederek de bize hayat veriyor. İsterseniz gelin tam da bu noktada sizlerle daha önce de paylaştığım şu bilgiyi yeniden hatırlayalım: İnsülinin ve İGF-1’in aktivasyonu ömrü kısaltırken AMPK ve sirtüinlerin aktivasyonu ömrümüzü uzatmakta, yaşam kalitemizi arttırmaktadır.

KESİN BİLGİ

AZ YE ÇOK YAŞA

Yazının Devamını Oku

Oruç şifadır

11 Mart 2024
RAMAZAN ayının bir “İÇ DOKTOR”, oruç ritüeli bir “İLAÇ” ve bu ay yapacağımız duaların bize bağışlanmış birer “ŞİFACI” olduklarından hiç kuşkunuz olmasın.

Oruç tutmak sadece bizim ruhumuz ve bedenimizi değil, ailemizle, dost ve arkadaşlarımızla hatta bu alemle ile kurduğumuz ilişkileri bile iyileştirir. Bu güzel ay sadece belirli bir süre yememe, içmeme, bedeni/metabolizmayı dinlendirme ayı da değildir. Bir “vites değiştirme”, bir “mola verme”, bir “hayat ile ilişkilerimizi gözden geçirme fırsatı” gibidir. Eğer oruca sadece oruç gibi bakmaz sürecin tamamını doğru ve eksiksiz anlayıp uygularsak bedenimiz de ruhumuz da bize adeta teşekkür edecektir. Orucun sağlığımızla ilişkisine bu güzel ay boyunca sık sık değineceğim. Şimdilik bu mübarek ayın hepimize sağlık, mutluluk, neşe, iyilik, bereket, dostluk, barış, hoşgörü, sevgi ve huzur getirmesini diliyorum.

BİR UYARI

OBEZİTE PATLAMASINA DİKKAT

Obeziteye ilişkili yeni rakamlar son derece korkutucu. Özellikle kadınlar söz konusu olduğunda daha da ürkütücü bir obezite gerçeği daha doğrusu tehdidiyle karşı karşıyayız. En son açıklanan verilere göre KADINLARIMIZIN yüzde 24’ü obez. Maalesef yüzde 31’i de aşırı kilolu. Yani her 2 kadınımızdan biri sağlıksız. Her 2 kadınımızdan biri şeker hastalığı, hipertansiyon, kalp damar hastalığı, inme hatta Alzheimer riski ile karşı karşıya. Her 2 kadınımızdan biri muhtemelen yaşı 60’a bile gelmeden diz protezi ameliyatına ihtiyaç duyacak. Her 2 kadınımızdan biri horlamayla, uyku apnesiyle, bel ağrısıyla boğuşacak. ERKEKLERİMİZE gelince... Durum onlar için de pek iç açıcı değil. Erkeklerimizin yüzde 17’si obez. Yüzde 40’ı da aşırı kilolu. Kısacası obezite rakamları “ÜRKÜTÜCÜ” bile değil kelimenin tam anlamıyla “KORKUNÇ”!

Buradan SAYIN CUMHURBAŞKANIMIZA bir AÇIK ÇAĞRIDA bulunmak istiyorum: Sayın Cumhurbaşkanım OBEZİTE MESELESİNE lütfen ve acilen el koyunuz. Çözüm için ilgilileri devreye sokunuz. Zira tehlike çok büyük.

İYİ BİLGİ 1

Yazının Devamını Oku

Sırt çantanız hazır mı

9 Mart 2024
GÖRÜNÜŞE bakılırsa “RUCKİNG” 2024’ün en çok konuşulan egzersiz trendlerinden biri olacak. Bu nedenle bu egzersiz hakkında biraz bilgilenmemiz ve mümkünse zaman zaman denememiz de fayda var. Zira rucking egzersizi hem kas gelişimini ve gücünü destekliyor, hem de aerobik aktivitelere ciddi bir alternatif olabiliyor. Üstelik son derece ucuz ve kolay bir egzersiz. Her yerde her zaman uygulanması mümkün. Hazırsanız buyurun.

İYİ BİLGİ YENİ BİR EGZERSİZ TRENDİ: RUCKİNG

Rucking uygulaması köklerini askerlerin sırt çantalarını yüklendikleri ağır ekipmanla birlikte taşımalarından alıyor. Yani arka planında “ordusal/askeri” bir birikim var. Sırttaki ağırlıkla yürümek, sırt çantasının ağırlığı altında kısa ya da uzun mesafeler kat etmek hem kas kütlenizi ve gücünüzü hem de aerobik performansınızı ciddi oranda arttırabiliyor. Rucking yapmak özellikle eklemlere koşmaktan daha az stres, ağırlık ve zorlama yüklüyor. Hatırlayalım, koşarken her iki ayağımızın yerden kesildiği bir an, bir süre ve hemen onu takip eden yere ayaklarımızla ilk çarpma anında özellikle diz ve kalça eklemlerine ani ve ciddi bir yüklenme olabiliyor. Bu yüklenme de bir süre sonra dizlerimizde ciddi sorunlar yaratabiliyor. Oysa sırt çantanızla yürürken bir ayağınız her an ve her zaman yerle temas halinde. Bu ince fark doğru egzersiz ayakkabıları kullanılır ve sırt çantasına ağırlık yükleyerek yürüyüş yapıldığında diz ve kalçalara ulaşabilecek darbelerin seviyesini ve olumsuz etkilerini azaltıyor, diğer taraftan yürüyüşün fizyolojik verimini önemli ölçüde arttırabiliyor.

İYİ HABER RUCKİNG İLE DAHA ÇOK KALORİ YAKILIYOR

Sırt çantasıyla yapılan keyifli rucking yürüyüşlerinde bile neredeyse koşmak kadar kalori yakmak mümkün. Araştırmalara bakılırsa ağırlıklı bir sırt çantasıyla yürümekle ağırlık eklemeden yürümeye göre yüzde 40-50 daha fazla kalori yakabiliriz. Rucking’in sadece kilo vermeye ve kas geliştirmeye değil, duruşu geliştirmeye ve özenli bir postür oluşturmaya da yararlı olabileceğini hatırlatayım. Diğer taraftan rucking egzersizlerinin mükemmel bir sosyalleşme fırsatı olabileceğinin de altını çizeyim. Zira arkadaşlarınızla toplu halde yapacağınız sırt çantalı yürüyüşler size koşularda olduğu gibi nefes nefese kalmadan onlarla konuşma ve sohbet etme fırsatı da sağlayacaktır. Özetle, ağırlık eklenmiş bir sırt çantası ile yapacağınız yürüyüşler yani rucking antrenmanları hepimiz için iyi bir egzersiz seçeneği olabilir.

BİR ÖNERİ HALSİZ VE YORGUNSANIZ ŞUNLARI ARAŞTIRIN

Halsizlik

Yazının Devamını Oku

DNA kaderimiz değildir

7 Mart 2024
Son zamanlardan sık gündeme getirdiğim “LONGEVITY” kavramı ya da sözcüğünü önümüzdeki günlerde tekrar tekrar duyacağınız ya da okuyacağınızdan, hatta hayatınızın vazgeçilmezlerinden biri yapacağınızdan hiç kuşkum yok.

Nedeni şu: Görünen o ki etrafımda dolaşan sözde ve sahte bilimcilerden uzak kalabilirse bir interdisipliner bilimsel alan olarak Longevity, ayakları yere iyi ve sağlam basan bir “YENİ HAYAT MOTTOSU” haline gelecek. İnşallah yanılmam ve böyle olur. Böyle olabilmesi için de “epigenom” kavramına daha iyi sarılır. Detaylar için buyurun...

ÖNEMLİ HARVARD’LI DOKTOR SINCLAIR BAKIN NE DİYOR

2000’li yılların başında uzun yaşam genlerinden birini, “sirtüinler”i bulan ve “uzun yaşam-genetik ilişkisi” üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Harvard’lı bilim insanı Dr. David Sinclair’e göre, insan genomunun haritalanmasının tamamlanmasından sonra daha da önemli hale gelen longevity alanını kavrayabilmek için Dr. Sinclair’in “ÇILGIN PİYANİST” kavramını veya “DVD metaforu”na göz atmamız lazım...

Dr. Sinclair’in “çılgın bir piyanist” olarak tanımladığı “EPİGENOM” kavramını daha iyi anlayıp öğrenmek zorundayız. Zira “yaşlanmanın bilgi teorisi”ni kavrayabilmemiz için iyi ve kötü genlerin yönetimi ve kontrolünde önemli bir faktör/belirleyici olan epigenomu daha iyi tanımak mecburiyetindeyiz.

Yakın zamana kadar “vazgeçilmez bir kader” zannettiğimiz “DNA ipliklerimiz”de yazılı “genetik miras”ımızın, nasıl bir yaşam tarzı icrasıyla bir “iyi ya da kötü hayat senfonisi” haline geleceğine “epigenom” kavramı ve epigenomun yönetimi karar veriyor. Dr. Sinclair’e göre, epigenom basitçe “DNA ipliklerimizde yazılı genetik şifreler”den oluşuyor. DNA ipliklerini “piyano”, o ipliklerde yazılı genetik şifreleri “hayat şarkımızın notası” kabul edersek, epigenom o piyanoda o notaları icra eden “piyanist”i temsil ediyor. Yaşlanma sürecini daha doğrusu DNA mirasımızı değiştirilemez bir kader olmaktan çıkarmak istiyorsak o piyanisti iyi tanımak, eğitmek, doğru bilgilendirmek zorundayız.


Yazının Devamını Oku

Yaşlılık bir kayıplar senfonisi olmaktan çıkıyor

29 Şubat 2024
Yaşlanma denince hepimizin aklına genelde aynı şeyler gelir: İşitmenin azalması, görmenin zayıflaması, uykuların bölünüp kısalması, ağrı ve sızıların artması, yorgunlukların sıklaşması...

Yukarıda saydıklarımı “yaşlanma” sözcüğünün en çok konuşulan yol arkadaşları olduğu doğrudur. Yaşlandıkça muhakkak ki bedenimizde de ruhumuzda da pek çok şey değişiyor. Örneğin, metabolizmamız, bağışıklığımız zayıf düşüyor. Paslanma/oksidasyon, iltihaplanma/inflamasyon, şekerlenme/glikasyon üçlüsü devreye giriyor.

Neticede odaklanmamız, bilgi depolama gücümüz/belleğimiz gerilemeye; kemiklerimiz, kaslarımız, eklemlerimiz bizi taşımakta güçlük çekmeye; kalbimiz eski kan pompalama gücünü kaybetmeye, akciğerlerimiz gençliğimizdeki gaz değişimi kapasitesini düşürmeye, böbreklerimiz orta yaşlardaki toksin temizleme yeteneğini frenlemeye başlıyor. Kısacası konu “yaşlanma” olunca hepimizin aklına ilk gelen şey adeta bir “kayıplar senfonisi”ni dinlemekle eşanlamlıdır. Ne iyi ki bu durum son yıllarda özellikle geçtiğimiz son 10 yılda muazzam bir değişim içinde. Yukarıda özetlemeye çalıştığım yaşlılık işaretlerini şimdi çoğumuz 70’li 80’li yaşlarda bile yaşamıyor, yaşasak bile kabul etmiyor, hatta reddediyoruz. Peki, neden? Nedeni şu...

MÜHİM SORU

ÖMÜR NEDİR

Yeni bir çocuk doğduğunda ilk işimiz kulağına ismini besmeleyle üflemeden önce anne babasına yürekten/samimi bir “ömrü uzun olsun dileği” dilemek olur. Yaşı 70’i geçen biriyle karşılaştığımızda da ilk selamlaşmamızın hemen ardından ağzımızdan “Allah size uzun ömürler versin” cümlesi dökülüverir. “Ömür”den söz ederken de aslında hepimiz aynı şeyleri düşünür, “kişinin hayatta olduğu süre”yi kastederiz. Bilimsel olarak da bu böyledir ve “ömrümüzün zaman çizelgesi” basitçe iki kısma ayrılabilir.

Birincisi “SAĞLIKLI YAŞAM SÜRESİ”dir. Bu süre ömrümüzün sağlam olarak geçen zaman dilimini ifade eder. İkincisi ise “HASTALIKLI YAŞAM DÖNEMLERİ”dir. O dönemlerin toplamı ise hasta olduğumuz, hastalıklarla boğuştuğumuz günlerin toplamıdır. Bana sorarsanız ömrümüzün özeti bu iki zaman diliminin uzunluğu ya da kısalığıyla ilişkilidir. Hastalıklarla geçen yaşam süremiz ne kadar kısa; sağlıklı, mutlu, huzurlu geçirdiğimiz günlerin toplamı ne kadar uzunsa ömrümüz o kadar iyidir, kaliteli, güzeldir.

DİKKAT

Yazının Devamını Oku

Torunlarınızın torunlarıyla dans etmeye hazır mısınız

26 Şubat 2024
Şu bilgi çok net ve açık:

Yaşlanma anlayışımızı değiştirmek, 60’lıklara “Ne kadar da genç bir ruhu var!”, 70’liklere “Yaşı yetmiş işi bitmiş!”, 80’liklere “Şanslı adammış!” demekten vazgeçmek, 90’lıklarla birlikte “keyifli saatler geçirmek” ve “torunlarımızın torunlarıyla dans edip doğa yürüyüşleri yapabileceğimiz” günlerin zannettiğimiz kadar uzakta olmadığını kabullenmek, belki de 100’lü yaşlara adım attığımızda bile hemen her sabaha sağlıklı ve dinç bir heyecanla “Yaşasın hayat!” diyerek samimi bir şükür duasıyla uyanıp, MARCUS AURELİUS’un yüzlerce yıl önce söylediği “Sabahları uyandığında, hayatta olmanın, sevmenin, mutlu olmanın ve düşünmenin nasıl da güzel bir keyif, nasıl da güzel bir ayrıcalık olduğunu unutma!” cümlesiyle her yeni güne “Merhaba!” demenin öyle zannettiğimiz kadar uzakta olmadığını kabullenmek zorundayız.

Zira bilimsel araştırmalar yaşlanmayla ilgili algılarımızı ve düşüncelerimizi neredeyse temelden değiştirmemiz ve torunlarımızın torunlarıyla güzel sohbetler yapıp aydınlık bir geleceğin planlarını yapacağımız günlerin uzakta olmadığını gösteriyor. Neden mi? Bu sorunun yanıtını bize longevity bilimi ve kavramı veriyor.

İYİ BİLGİ

‘LONGEVİTY’E KULAK VERİN

Longevity yeni ve muazzam bir bilimsel alan. Çok şükür en azından şimdilik “anti-aging” kavramında olduğu gibi ciddi bir kirlenme ile de karşılaşmadı. Bunun temel nedeni de dünyanın en saygın üniversitelerinde bile longevity merkezlerinin açılması oldu. Bu merkezlerden en önemlilerinden birini de uzun zamandır ilgiyle takip ettiğim “Stanford Center on Longevity” olduğunu düşünüyorum. Mayo Clinic, Cleveland Clinic, Jefferson Üniversitesi gibi daha pek çok önemli sağlık zirvelerinde de benzer merkezler uzun zamandır faaliyette. Peki, bizde durum nasıl? Bu konuda da maalesef oldukça geriden geldiğimiz, arka sıralara düştüğümüz kesin. Bu ayıbın da temel nedeni her zaman olduğu gibi biz akademisyenler.

İYİ HABER

Yazının Devamını Oku