Tarihin tozlu sayfalarından gelen lezzet
Panettone’nin kökleri 15. yüzyılın Milano’suna kadar uzanıyor. Efsaneye göre, bu eşsiz tatlının doğuşu bir mutfak kazasıyla başlıyor. Milano Dükü Ludovico il Moro’nun sarayında verdiği soyluların da katıldığı bir Noel yemeği sırasında, mutfakta işler aşçının istediği gibi gitmiyor ve tatlıbir şekilde yanıyor. Aşçının panik içinde kaldığını görenmutfak yardımcısı Toni ise hemen işe girişiyor ve kenarda beklettiği mayayı un, şeker, yumurta, kuru üzüm ve şekerlenmiş meyveler ile yoğurmaya başlıyor. Tabii kilerden arta kalan meyveleri de içerisine eklemeyi ihmal etmiyor. Hızlıca hazırlanan bu tatlı, konuklar tarafından o kadar beğeniliyor ki, Dük, bu aşçıyı ödüllendirmek için yanına çağırtıyor. Henüz bir aşçı dahi olamayan Toni, Dük’ün karşısına çıktığında büyük bir övgüye mazhar oluyor. Dük, “Bu tatlının bundan sonra adı ‘Pane di Tone’ yani ‘Toni’nin ekmeği’ olsun” diyor ve bu isim zamanla “panettone” halinialıyor. İtalyan’lardan en sık duyacağınız hikaye, budur.Panettone’nin yükselişi ise özellikle 20. yüzyılın başlarında sanayileşme ile hızlanıyor. Angelo Motta gibi pastacılar, Panettone’yi daha hafif ve kabarık hale getiren tekniklerlegeliştiriyot. Bu yenilikler sayesinde Panettone, İtalya sınırlarını aşarak uluslararası bir tatlıya dönüşüyor.
Kültürel ve sosyal önemi
Panettone, İtalyanlar için sadece bir tatlı değil, aynı zamanda paylaşmanın ve birlikteliğin sembolü halini almış bir lezzet. Özellikle Noel dönemlerinde hediyeleşmenin adeta vazgeçilmez bir parçası. İtalya’da, bir Panettone’yi bölüşmek,aile bağlarını güçlendirmenin, dostlukları pekiştirmenin önemki bir yolu olarak kabul görüyor. Her bölgelesindekendine özgün tarifin geliştirildiği İtalya’da, Milano’nun klasik panettone’si en bilinen versiyon olsa da Veneto bölgesinden pandoro veya Güney İtalya’nın ricotta dolgulu çeşitleri de bu zengin geleneğin birer yansıması olarak dikkat çekiyor.
Lezzetin sırrı özgün yapımında
Panettone’nin sırrı, yapımında kullanılan özel teknikler ve malzemelerde saklı. Geleneksel Panettone, doğal mayayla yapılıyor ve bu mayalama süreci yaklaşık üç gün sürüyor. Bu süre, hamura yumuşak ve lifli dokusunu kazandırıyor. Panettone hamurunda tereyağı, yumurta, un, şeker, kuru üzüm ve portakal ile limon kabuğundan yapılan şekerlenmiş meyveler bulunuyor. Panettone’nin kendine özgü kubbeli şekli, onu diğer keklerden ayıran özelliklerden birini oluşturuyor. Bu görünüm, genellikle kalıbının dışına taşan ve yukarı doğru kabaran hamurdan kaynaklanıyor. Günümüzde geleneksel tariflerin yanı sıra çikolatalı, kremalı ve hatta egzotik meyvelerle yapılan modern versiyonları da oldukça popüler.
Sonbahar mevsimiyle birlikte bal kabakları önce tezgahlardaki, sonra da sofralarımızdaki yerini almaya başladı. Genellikle üzerine tahin gezdirildikten sonra dövülmüş ceviz veya fındık serpilen, Türk mutfağının en sevilen lezzetlerinden biri olan bu tatlı, yanına kaymak eklenerek de servis edilebiliyor. Ancak kabak tatlısının türleri ve bölgesel farklılıklarına göre hazırlık ve pişirme yöntemleri deçeşitlendirilebiliyor. Örneğin; köklerimin bağlı olduğu topraklarım Hatay’da kabak tatlısı, form olarak uzun dilimlerden oluşuyor. Kabaklar sönmemiş kireçte bekletilerek dışının çıtır, içininse yumuşak kalması sağlanıyor. Aydın da çıtır kabak tatlısının en ünlü olduğu illerden biri olarak öne çıkıyor. İnce dilimler şeklinde doğranan kabaklar, yine kireçte bekletilerek dışı çıtır bir doku kazanıyor. Bursa usulü kabak tatlısı da yine çıtır dış yüzeyi ile biliniyor. Daha koyu renkli ve yoğun şerbetle yapılan Bursa usulü kabak tatlısı, Hatay ve Aydın’dan farklı olarak daha yumuşak bir iç dokuya sahip oluyor. Ben bu hafta sizi, Şef Yıldız usulü bir kabak tatlısı tarifi ile tanıştırıyorum.
Elinizin lezzeti çok büyük kıymet taşıyor tabii ki ancak, enfes bir kabak tatlısı yapabilmenin en önemli ipucu, bal kabağını doğru seçmekten geçiyor. Bal kabağı tatlısının kusursuz olabilmesi için her şeyden önce doğru olgunluğa sahip bir kabak almanız gerekiyor. Çok sert kabaklar şerbeti içine çekmeyeceği gibi hem iyi pişmeyecek hem de yavan bir tada sahip olacaktır. Çok yumuşak kabaklar ise çabucak dağılacağı gibi görseli kuvvetli bir sunum imkanı da tanımayacaktır. Bu nedenle orta olgunlukta, mümkünse etleri lif lif ayrılan bir balkabağı seçmeniz bu tarifte şart hale geliyor. Kabak tatlısında bir diğer mühim meseleyi de kabakların uygun büyüklüktedilimlenmesi oluşturuyor. Bal kabaklarının gerekli büyüklükte dilimlenmesi tatlının kolayca pişmesini, şerbeti içerisine iyice çekmesini ve lezzetli bir sonuca ulaşmanızı sağlıyor. Kabak tatlınızda şeker gibi bir sonuç elde etmenin önemliipuçlarından biri de tabii ki kabaklarınızı bir gece önceden şekere basmaktan geçiyor. Bu sayede bal kabakları kendi suyunu salacak ve kendi suyunda piştiğinde de ortaya çok daha nefis sonuçlar çıkaracaktır. Fakat buna vaktiniz olmazsa,üzerine çok az miktarda su ekleyerek de pişirme işlemini tamamlayabilirsiniz. Bal kabağının şerbetini gerektiği şekilde çekip kıvamlı bir lezzete sahip olması içinse kabakların kısık ateşte pişirilmesine özen gösterilmesi gerekiyor. Aksi haldebal kabağı şerbetini bir anda çekip yanabilir.
Tüm özel ipuçlarımı sizinle paylaştığıma göre pişmesini zor bekleyeceğiniz kabak tatlısı tarifimin yapım aşamalarına geçebiliriz. Sorularınız, merak ettikleriniz ve diğer leziz tariflerime ulaşmak için beni Instagram’da @cheffyildiz hesabımdan takip edebilirsiniz. Tarifimi denediğinizde de benimle Instagram’dan paylaşmayı unutmayın.
Gülgiller familyasına ait bir meyve olan mürdüm eriği de bu meyvelerin arasında kendine sıklıkla yer buluyor. Anavatanı Anadolu toprakları olan mürdüm eriği, ülkemizdeki kurak bölgeler hariç her yerde yetişiyor. Genellikle tatlı yapımında kullanılan bu meyve, mükemmel sosların yapımına olanak sağladığı gibi et yemekleriyle de nefis bir uyum yakalıyor. Bu da onu mutfakta çok yönlü bir malzeme yapıyor. Ayrıca, taze olarak içeceklerde de kullanılabiliyor.
Mürdüm eriğinin yemeklerde başrol olmasının en önemli sebeplerinin başında, sağlık açısından insan vücuduna birçok fayda sağlayan besin değerleri içermesi geliyor. Bu küçük ama güçlü meyve, antioksidanlar, vitaminler ve lif açısından zengin bir içerik taşıyor. Antioksidanlar açısından zengin bir kaynakolan bu meyve, serbest radikallerle savaşarak hücresel hasarı azaltabiliyorken, yaşlanma belirtilerini azaltmaya da katkısağlıyor. A ve C vitamini içeriği ile de bağışıklık sisteminin güçlendirilmesine destek oluyor. İyi bir lif kaynağı olan mürdüm eriği, sindirim sistemini düzenlerken, sindirim sağlığını da destekliyor. Ayrıca anti-inflamatuar özellikleriyle bilinen bu kıymetli meyve, vücuttaki iltihaplanma süreçlerini azaltarak çeşitli sağlık sorunlarına karşı koruyucu olabiliyor. Demir, çinko ve protein açısından oldukça zengin olan kırmızı etle buluştuğunda ise ortaya, besin değeri zengin bir öğün çıkıyor.
Birazdan paylaşacağım ve davet sofralarınızı taçlandıracak bu tarifin yapılışı da en az yemesi kadar keyifli oluyor. İşe,öncelikle etleri arkalı önlü mühürlemekle başlıyoruz. Daha sonra küp küp doğradığımız erikleri, havuçları, biberleri ve soğanı tavada soteliyoruz.
Baharatları ve tuzu ilave ederek karıştırdıktan sonra bu harcı üst üste iple diktiğimiz etlerin içine dolduruyoruz. Fırın kabına yerleştirdiğimiz etlerin üzerine kalan malzemeleri ve çekirdekleri de ekledikten sonra fırınlıyoruz. İşte bu kadar! O zaman malzemeleriniz hazırsa, özel ve kalabalık sofraların baş tacı olacak mürdüm erikli lokum et tarifi için kolları sıvıyoruz! İşte tarif…
Farklı meyvelerle hazırlanan yahniler, saray mutfağında öylesine büyük bir yer tutar olmuştu ki zamanla halk tarafından merasim yemeği olarak kabul görmüş, düğün, nişan gibi önemli günlerde ve dini bayramlarda yahni kazanları kurulmaya başlanmıştı. Bugün ise dünyanın birçok ülkesine ilham kaynağı olan saray mutfağı, dünyaca ünlü Oscar ödül törenlerinin akşam yemeği menüsünde hazırlanan yemeklerarasında dahi yer almayı başarıyor.
Farsçada “suda kaynamış et” anlamına gelen yahni, genel olarak bir tencere yemeğidir. Bugün, mutfağında tencere kullanılan hemen hemen her ülkenin mutfağında pişiyor. Etler öncelikle bir tavada mühürlendikten sonra üzerine üzüm sirkesi ilave ediliyor. Ardından küp küp doğranmış soğanlar ve sarımsaklar eklendikten sonra etler biraz daha kavruluyor. Etlerin iyice piştiğinden emin olduktan sonra nohut, ceviz, iri doğranmış kaysılar, tuz ve baharatlar ilave ediliyor. En son yahni, kısık ateşte kendi suyunda pişmeye bırakılıyor.
Yahni lezzeti kadar sahip olduğu besleyici özellikleri ile de Türk mutfağındaki hükümdarlığını sürdürüyor. Örneğin; kuzu eti, yüksek protein grubunda yer alması sebebiyle, vücut kas sisteminin korunmasına yardımcı oluyor. Yüksek B12 içeriğe sahip olan kuzu eti, ayrıca B6 vitamini, B3 vitamini, B2 vitamini ve B5 vitamini gibi diğer temel B vitaminleri de içinde barındırıyor. Ayrıca yüksek oranda amino asit miktarına sahiptir ve antioksidan açısından da güçlüdür. Buna bir de yüksek besin değerine sahip olan kayısının faydaları eklendiğinde ortaya şifa deposu bir lezzet çıkıyor. A, B, C, E ve K vitaminleri içeriğiyle kayısı, sahip olduğu demir, kalsiyum, fosfor, magnezyum ve lif ile cildi beslerken, tansiyonu dengeliyor ve göz sağlığını destekliyor. Kayısı bildiğiniz üzere aynı zamanda bağırsak dostu olma özelliği taşıyor. İşte bu yüzden, hazır kayısının tam da mevsimi iken, kayısılı yahni ile sizi Osmanlı saray mutfağına bir yolculuğa çıkarmak istiyorum.
Sorularınız, merak ettikleriniz ve diğer leziz tariflerime ulaşmak için beni Instagram’da @cheffyildiz hesabımdan takip edebilirsiniz.
Ana malzemelerini biber salçası, domates salçası, sarımsak, mezelerin olmazsa olmazı tahin, kuruyemişlerin şahı doğranmış ceviz, kekik, pul biber, kimyon ve karabiber gibi baharatlar, maydanoz ve tabii ki iyi bir zeytinyağının oluşturduğu bu meze, İskenderun’da daha çok kızarmış ekmeklere sürülerek yeniliyor. Küçüklüğümde annemin sık sık cevizli biber yaptığını, kahvaltılarımızı da sık sık renklendirdiğini hatırlıyorum. En lezzetli eşlikçisinin de beyaz peynir olduğunu düşünüyorum. Tabii bu meze sadece kahvaltılarımızla sınırlı kalmazdı, evimizde kebaplara, mangal etlerine, hatta balıklara dahi eşlik ederdi. Tabii rakı masalarının da vazgeçilmezi olduğunu hatırlatmam gerekiyor.
Cevizli biber ezmesi, benim de mutfağımın olmazsa olmazıdır. Kurduğum her sofrada mutlaka yer bulur kendine; kahvaltıda, öğle ve akşam yemeklerinde, davet sofralarında, hatta çayın yanında… Hataylı olsun olmasın, sevmeyeni yoktur diye düşünüyorum. Mezopotamya’nın kapısı olarak isimlendirilen Hatay; bildiğiniz üzere din, mezhep, ırk ve kültür farklılıklarını bir arada yaşatan, bu harman ile renklenen ve zenginleşen bir Akdeniz şehri. Hal böyle olunca bu zenginlik Hatay mutfağını çok leziz tatlarla buluşturmuş. Ülkemizde farklı yörelerde değişik şekillerde yapılan bu meze, genellikle Lübnan ve Filistin mutfağında bulunuyor. Halep kökenli olduğu konusunda iddialar olduğu gibi, Kafkaslara özgü olduğu konusunda da savunmalar oluyor. Fakat ben sizinle, yine annemin mutfağından gelen, Hatay usulü cevizli biberin reçetesini paylaşacağım.
Reçetenin detaylarına geçmeden önce ince nüanslardan bahsetmek istiyorum. Ben bu tarifte biber salçasına ayrıca domates salçası da ilave ediyorum ve bir kasede macun kıvamına gelene kadar karıştırıyorum. Tarifi, evinizde kullandığınız salçalarla yapabileceğiniz gibi kurutulmuş kırmızı biber ve domateslerle de hazırlayabilirsiniz. Bunun için kurutulmuş sebzeleri yumuşaması için ılık suda bekletmeniz, daha sonra biberlerin içinde bulunan tohum ve damarları temizlemeniz, son olarak temizlediğiniz kırmızı biberleri ve döverek püre haline getirmeniz yeterli olacaktır. Tarifime dönersem, ardından irice doğradınız sarımsak ve cevizleri ilave edip, tahin, baharatlar ve ince doğranmış maydanozları ekleyip güzelce harmanlıyorum. Zeytinyağı bu tarifin olmazsa olmazı, zeytinyağı ile birlikte üzerine zeytin de koyarsanız, tadına doyum olmuyor. Nar ekşisinin de çok yakıştığını söylemeden geçemeyeceğim, fakat ekşiseverdeğilseniz orasını tamamen damak zevkinize bırakıyorum. Eğer bu güne dek Hatay’a gelme ve bu lezzeti deneyimlemeimkanınız olmadıysa, işte tüm sırlarıyla cevizli biber ezmesi…
Sorularınız, merak ettikleriniz ve diğer leziz tariflerime ulaşmak için beni Instagram’da @cheffyildiz hesabımdan takip edebilirsiniz. Afiyetle kalın...
Şüphesiz ki Türkiye, köfte çeşitleriyle dolu bir ülke. İnegöl köfte, Tekirdağ köftesi, Sakarya ıslama köfte, Akçaabat köfte, Hatay içli köfte hatta İzmir Hasan Paşa köfte; her biri özel malzemeleri ve geleneksel hazırlık yöntemleri ile kendine özgü tatlar sunuyor. Fakat bazen hepimiz, klasik kıyma içeren köfteler dışında seçenekler arayabiliyor, sebzelerle hazırlanan, daha çok meze sınıfında paylaşımlık tabaklarla sunabileceğimiz alternatifler tercihler edebiliyoruz. Özellikle son dönemde tercih oranı gittikçe artan vejetaryen beslenen sevdiklerimize kuracağımız sofralar için bu arayış daha da artabiliyor. İşte birazdan aşağıda reçetesini paylaşacağım kırmızı soğan köftesini ister kahvaltıda, ister et yemeklerinin yanında, ister vejetaryen sofralarda sunabilir, basit malzemelerle mucizevi lezzetler yaratabilirsiniz.
Kötü kokuya sebep olduğu için soğan tüketmek konusunda çekingen kalanların serzenişlerini duyar gibiyim. Ancak mucize bir besin olan soğanın, cilt sağlığından formda kalamaya kadar birçok faydası olduğunun altını çizersem belki fikrinizi değiştirebilirim. Her şeyden önce soğan, vücudumuz için yararlı olan 25 farklı antioksidana ev sahipliği yapıyor. Bu antioksidanlarsa, hücre hasarını önlemesi ve yaşlanmayı geciktirmesiyle dikkat çekiyor. Sindirimi hızlandıran liflerle dolu soğan, bağırsaklardaki “iyi bakteri” üretimini artırmasıyla da biliniyor. Tabii bu durum da sindirimin kolaylaşmasını sağlıyor. Ayrıca anti-inflamatuar özellikleri yüksek olan soğan, kötü kolesterolü azaltmasıyla da gönülleri fethetmeyi başarıyor. Cilt güzelliğine olan katkılarını da unutmamak gerekiyor. A, C ve E vitaminleri bakımından zengin olan soğan, ışıltılı ve güzel bir cilde sahip olmaya katkı sağlıyor. Sofralarınızda yeni lezzetler arayışı içindeyseniz ve sağlıklı yemekleri tercih ediyorsanız, kırmızı soğan köftesinin artık mükemmel bir seçenek olacağı konusunda anlaştığımızı düşünüyorum. Zaten piştiğinde soğanın kokusundan eser kalmayacak.
Soğana bu kadar değinmişken diyet listelerinin en sağlıklılarından olan ıspanaktan ve vitamin ve mineral açısından oldukça zengin fakat gluten açısından bir o kadar fakir olan nohut unundan bahsetmemek olmaz. Reçetemde nohut unu kullandığım için bu tarifi gluten alerjisi olan çölyak hastaları da rahatlıkla tüketebilir. Ayrıca iyi bir lif kaynağı olan nohut unu, protein bakımından da zengin bir besindir. Bol miktarda demir, kalsiyum, magnezyum ve potasyum minerallerini içeren nohut unu, A ve B6 vitaminiyle de sağlık dostu özellik taşıyor. Ispanağı sevmek içinse zaten sayısız nedenimiz var. Bir kere her tarifle muhteşem bir uyum yaklayan ve adeta lezzet şöleni sunan bu sebze, içeriği ile folik asit ve magnezyum deposu. İçerdiği K vitamini ile kemik gelişimi ve sağlığı için oldukça büyük önem taşırken, A vitamini ile de bakteri ve virüslerin etkili bir şekilde vücuttan uzaklaştırılmasına yardım ediyor. Ispanağın ayrıca kalp dostu sebzelerin başında geldiğini de unutmamak gerekiyor. Hepsinin bir araya geldiği bir reçete düşünün… Üstelik çocuklara da çok fazla katkısı olacak ve severek yiyecekleri bir tarif… O zaman hazırsak, reçetemin detaylarına geçebiliriz.
Sorularınız, merak ettikleriniz ve diğer leziz tariflerime ulaşmak için beni Instagram’da @cheffyildiz hesabımdan takip edebilirsiniz.
Taze yeşil yaprakları ve hafif ekşi tadıyla sofraları şenlendiren semizotu, bildiğiniz gibi sağlıklı beslenmenin en doğal yolunu sunuyor. Dünyanın birçok bölgesinde yetişen ve tam bir şifa kaynağı olan bu sebze, ıspanağın da en yakın rakiplerinden biri olarak kabul görüyor. Hatta içerdiği bolca omega 3 sayesinde balığa dahi güçlü bir rakip olarak sayılıyor.
%93 oranında su içeren semizotunun, pek tabii düşük kalorili, yüksek lifli ve düşük yağlı içeriğiyle sağlık üzerinde çeşitli faydaları bulunuyor. A, B, C ve E grubuna ait birçok farklı vitamin içeren bu kıymetli sebze, kalsiyum, magnezyum, demir, potasyum, fosfor ve manganez gibi mineraller açısından zengin özellik taşıyor. Bağışıklığın güçlenmesine destek sebzelerden biri olan semizotu, kalp sağlığına sağladığıfaydalarla öne çıkıyor. Ayrıca antioksidan içerdiğinden, kilo verme sürecini de destekliyor. Semizotunun yapraklarında ve saplarında kırmızı rengi veren beta karotenler bulunuyor. Bu antioksidanların, vücutta bulunan ve serbest halde dolaşan radikallere karşı koruyucu etkilere sahip oluşuyla kanser riskini azalttığı biliniyor. Hafızayı güçlendirdiği bilinen semizotu, kolesterolü düşürme özelliğiyle de öne çıkıyor. Faydaları saymakla bitmeyen bu sebzenin bir de birçok sağlık problemlerine fayda sağlayan hardal tohumu ile buluştuğunu düşünsenize... Ortaya çıkan lezzet burada satırlara sığmayacak boyutta, inanın. “Peki, nedir bu hardal tohumu?” sorularınızı duyar gibi oluyorum. Kısaca ondan da bahsetmek istiyorum...
Baharat kategorisinde sınıflandırılan hardal tohumunun kökleri Amerika’ya dayanıyor. Çoğunlukla et yemeklerine lezzet vermek için kullanılan bu baharat türü ne yazık ki ülkemizde hak ettiği değeri göremiyor. Oysaki bu değerli baharatın ağrı kesiciden iştah açıcı özelliğine kadar pek çok faydası bulunuyor. Bunların başında da potasyum açısından çok zengin olması sebebiyle kan akışının dengesini sağlaması geliyor. Böylece felç ve inme gibi ani rahatsızlıkların önünegeçebiliyor. Solunum yollarında meydana gelen başta bronşit gibi çeşitli hastalıkların tedavisinde de kullanıldığı biliniyor. Ayrıca sindirim sisteminin çalışma düzenine olumlu etkileri bulunuyor. Tabii içeriğinde bulunan başta B vitamini olmak üzere E, C ve K gibi vitaminleri bu tohum sayesinde vücuda almak mümkün olabiliyor. Peki, adeta fayda bombardımanı olan bu yemeğin yapılışının inceliklerini öğrenmeye hazırmısınız? Haydi, bu pratik ve ferah tarifi gelin, birlikte keşfedelim!
Sorularınız, merak ettikleriniz ve diğer leziz tariflerime ulaşmak için beni Instagram’da @cheffyildiz hesabımdan takip edebilirsiniz.
II. Murad devrine yani 1400’lü yıllara denk gelen güllacınçıkış hikayesi aslında, Osmanlı halkının saklama koşullarının çok da iyi olmadığı dönemlerde, mısır nişastalarını yufkaya dönüştürmesi ile başlıyor. Hava ile temas eden yufkalar zaman içerisinde kuruyor, böylece daha uzun süreler muhafaza edilebiliyordu. Kurutulan kuru güllaç yaprakları iki yılboyunca saklanabiliyordu. Havadar olan, fazla güneş ışığı almayan, rutubetsiz ortamlarda ise bu süre 10 yıla kadar çıkabiliyordu. Süt ve şeker ile ıslatılarak tatlı halinde tüketilen bu yufkalara, ilerleyen süreçlerde gül suyu eklenince de “güllü aş” olarak adlandırılmaya başlıyor. Yüzyıllar içerisinde geleneksel bir hal alan bu enfes tatlı, gel zaman git zaman günümüze güllaç olarak ulaşıyor.
Güllacın Osmanlı mutfağına girişinin de en az keşfi kadar ilginç bir hikayeye sahip olduğunu biliyor muydunuz? Saray görevlileri bir gün Kastamonu gezisine çıktığı sırada, Kastamonulu Ali Usta’nın güllü aş ikramına denk geliyor. Ali Usta’nın bu tatlısı saray görevlileri tarafından öyle çok beğeniliyor ki, takvimler 1489 yılını gösterdiğinde bu lezzetin saray mutfağına girmesi gerektiği kanısında birleşiyorlar.Hatta bir ferman ile Ali Usta’yı saraya getirerek “tatlıcı başı” ilan ediyorlar. Bir rivayete göre de güllü aş, Kanuni Sultan Süleyman’ın en sevdiği tatlılar arasında zirveye yerleşirken, çocukları için düzenlediği sünnet törenlerinde de ikram edilmesi emrini veriyor. Güllaç, sütlü olduğundan iftardan sonra rahatlıkla yenebilecek, hazmı kolay ve hafif bir tatlıolması sebebiyle de sarayda, çokça tercih ediliyor.
Güllaç, temelinde ısıtılmış sütün, şeker ve gül suyuyla buluşturularak elde edilen karışımın güllaç yapraklarınınüzerine dökülmesi ve bu yaprakların orta katının ceviz ile döşenmesi ile hazırlanıyor. İdeal güllaç yaprak ağırlığının ise 30-35 gramı geçmemesi gerekiyor. Çünkü ağırlık arttığındagüllaç lapalaşıyor, azaldığında ise kırılıyor. Şekerle kaynatılan süt ılıdıktan sonra üst üste dizilen beyaz yapraklara dökülüyor.Orta katına ise ceviz, badem, fındık gibi tercihe göre yemişler seriliyor. En üst kısmı ise Ramazan ayının denk geldiği mevsime göre süsleniyor. Osmanlı’dan günümüze ulaşan geleneksel tercih nar olsa da görsel şölen yaratan renklerdeki çilek, kızılcık gibi meyvelerle ya da ceviz ve Antep fıstığı gibi seçeneklerle de süslenebiliyor. Böylece ortaya bildiğimiz geleneksel güllaç tatlısı ortaya çıkıyor. Fakat ben geleneksel lezzetleri modern dokunuşlarla harmanlamayı seven bir şef olduğum için yine ortaya çok farklı bir reçete çıkardım ve güllaca muhallebi ekledim.Eminim, klasik güllaçtan farklı bir lezzet arayanlar bu tarife bayılacak. Hatta bu tarifim, sevmeyenlerinin dahi güllacı favori tatlısı haline getirecek. O halde, buyurun mutfağa!
Sorularınız, merak ettikleriniz ve diğer leziz tariflerime ulaşmak için beni Instagram’da @cheffyildiz hesabımdan takip edebilirsiniz.