KOLUMUN kırılması olayıyla ilgili en şahane geyiği Kanat Atkaya kardeşim çevirdi...
Madem esprinin hasını, aleyhimde olsa bile takdir eden bir tabiatım var, o halde Kanat’ın “The Kol” başlıklı yazısını buradan “başyapıt” ilan edebilirim.
Bir hakkı daha teslim etmem lazım: Pazar günlerimizin en büyük neşesi Latif Demirci’nin Press Bey’i de “kırık kol geyiği”ne sardırdı... Hem de zarafetten milim sapmadan iğneleme becerisini sergileyerek... Eline sağlık Latif diyor, başka da bir şey demiyorum.
Ayşe Arman, yetenekli akademisyen Nuran Yıldız’ın, “Gazeteci bir numara küçük ayakkabı gibidir, arkadan vurur” cümlesine bayılmış... “Hayatımda unutamayacağım en güzel laflardan biri” diyor Ayşe... Madem öyle, kendisine bu lafın başka bir versiyonunu öğretelim... “Soru: Gazeteci ile ayakkabı arasında nasıl bir benzerlik vardır? Cevap: İkisi de arkadan vurur...”
Kırık kolumla mahallede dolaşıyorum: Beşinci gün... Salomanje’deyim... O da ne? Fazıl Say bar koltuğunda... Dokuzuncu gün... The House Cafe’deyim... O da ne? Fazıl Say girişteki koltukta konuşlanmış... Kıssadan hisse: Siz siz olun, mahalleden birini özel hayatınızdan silerken iki kez düşünün...
Regaip Kandili gecesi... Mahmut Toptaş Hoca aradı... “Şifa Tefsiri” müellifi, Ayasofya’nın son imamı Mahmut Toptaş Hoca, öyle kapsayıcı, öyle koruyucu ve öyle hesapsız dualar etti ki, eski günlerin huzur ve saadetine doğru yol aldım... Çok teşekkürler hocam!
Aydın Doğan’dan sürpriz bir mesaj geldi: Vakit gazetesinden kazandığı onlarca tazminat davası parasının binde birini nihayet tahsil edebilmiş! Aydın Bey, ilettiği mesajda bana, “Bu parayı beraber yiyelim” teklifinde bulunuyor... “Tamam” dedim... Sonra da ekledim: “Kıtipiyoz Mustafa’nın elinden zorla alınan parayı yemenin tadı başka olur.”
Dikkat! Dikkat! Eğer bir tarafınız kırılırsa, sakın sağdan soldan gelebilecek, “Paça çorbası iç... Anında iyileşirsin” tadındaki önerilere kulak asmayın... Çünkü Türkiye’nin en başarılı ortopedi ve travmatoloji uzmanı Prof. Azmi Hamzaoğlu, paça çorbası ile kırık kaynaması arasında uzaktan yakından bir ilişkinin olmadığını söylüyor...
Ben bir İrancı idim
BEN yeniyetmeliğini “İran devrim marşları” ile geçirmiş biriyim...
14 yaşımda “La şarkiyye, la garbiyye” sloganını öğrendim... 15 yaşımda Şah’tan nefret ettim... 16 yaşımda Ali Şeriati’yi okudum... 17 yaşımda Kum kentine gitmenin hayalini kurdum... 18 yaşımda devrim karşıtlarına “zıddi inkılâbi” demeye başladım... 19 yaşımda devrim kutlamaları için İran’ın İstanbul
Konsolosluğu’na gittim...
En sonunda Humeyni’nin Gorbaçov’a yazdığı o şahane mektupla “İrancılık” jübilemi yaptım...
Ben “İrancılık” işini bıraktığımda...
Devrim heyecanı çoktan bitmiş, İranlı mücahit öğrenciler müteahhit olmuş, dünün mağdurları muktedirliğin tadını çıkarır hale gelmiş ve İran sıradan bir devlete dönüşmüştü...
Eski bir “İrancı” olarak...
İran’da son dönemde olup bitenleri büyük bir kayıtsızlıkla izledim / izliyorum...
Ama kayıtsız kalamadığım, asabımı bozan bir şey var:
İran’da göstericilerin üzerine ateş açılması üzerine ortalığı velveleye veren uluslararası medya, hemen gidip “Şah’ın oğlu” ile röportaj yapmıyor mu? İşte buna fena halde ifrit oluyorum...
Yahu o adamın babası, Tahran’ın en büyük meydanında askerlerine “Önünüze geleni öldürün” diye emir vermiş, yüzlerce göstericiyi katletmiş, on binlerce muhalifi hapislerde çürütmüş, SAVAK ajanları marifetiyle ülkede terör estirmiş tam bir diktatördü...
“Öldürülen göstericiler” olayı üzerine, “Gösterici öldürmekle meşhur bir adamın oğlu” ile röportaj mı yapılırmış?
Hiç mi izan kalmadı sizde?
Ertuğrul Özkök’e gecikmiş bir tekzip
KIRIK kolum yüzünden yazamadığım günlerde...
Genel Yayın Yönetmenimiz Ertuğrul Özkök, biraz da, “etkili olduğunu düşündüğü bir erkek rakibini ekarte etmek” maksadıyla, bana karşı, “köşe yazısı üzerinden asimetrik bir medya harekâtı” yürüttü...
Özkök, birlikte “kırık kol kutlaması” yaptığımız bir akşamın ardından yazdığı yazıda üzerimdeki kıyafetleri şöyle tanımladı:
“Kavuniçi bir tişört... Dizin hemen altında biten ve haşema mı, Abercrombie mi olduğu tartışmalı bir şey... Ve mokasen ayakkabı...”
Oysa Ertuğrul Özkök’ün verdiği bu üç bilgi de yanlıştı:
Tişörtüm, bir erkeği bitirecek renk olan kavuniçi değil, vurgusu olmayan kırmızı idi...
Dizin hemen altında biten o “şey”, sörfçü şortu idi ve rengi kavuniçi değildi...
Bu kıyafeti tamamlayan ayakkabı ise tabii ki mokasen değildi...
Elimin kalem tutmadığı günlerde tekzip müessesini çalıştırmayı denedim ama başarılı olamadım...
Madem bugün elim kalem tutuyor...
O halde bilgi yanlışlarını düzelteyim de, “Delikanlı adam kavuniçi giyer mi?” türünden takazaları boşa çıkarayım...