Türkiye’nin tanıtımı en iyi sanatla yapılır diyenlere teşekkürlerimle

‘MNG Havayolları’nın özel seferi ile Venedik’e gidecek yolcuların 312 numaralı çıkış kapısına gelmeleri ve biniş kartlarını yanlarında bulundurmaları rica olunur’ anonsu duyulduğunda yerimden kıpırdamadım.

Üçüncü kahvemi içtiğim büfe kapının tam karşısında; önünde hiçbir hareket yok... Kimlerin geleceğini de bilmiyorum zaten. Sibel Asna telefonda ‘Ayın sekizini boş bırak, Venedik’e gidiyoruz’ dediğinde niye, neden, kiminle diye sormadım bile. Sibel çağırıyorsa bir bildiği vardır; kurcalamadım.


Nüfusu kış aylarında altmış binlerde seyreden, yaz aylarında milyonu geçen bu ünlü müze-şehre gitmeyeli neredeyse yirmi yıl olmuş. Neredeyse diyorum, çünkü tam olarak hatırlamıyorum bile.

Güz sonu olmalı... San Marco Meydanı ıssızdı. Sular yükselmiş, şehrin nabzının attığı meydana yayalar geçsin diye boydan boya kalaslar yerleştirilmişti. Meydanın asıl sahipleri güvercinler çatılarla kalaslar arasında mekik dokuyor; toplu halde havalandıklarında kalasların üzerinde ip cambazları gibi pür dikkat ilerlemeye çalışanların dengesini bozuyordu. Badireyi atlatanlar hızla yan sokaklara seğirtiyor, atlatamayanlar ıslak paçalarına bakıp küfrediyordu.

Gondollar çekilmiş, gondolcular gitmişti.

Belli ki karnavala kadar bu böyle sürecek; kepenkler inecek, ışıklar seyrelecek, her şeye rağmen kentlerini terk etmemekte ısrar edenler bu yıl da suların yükselmesini kaygıyla izleyecekti.

Venedik ölmeye yatmış bir şehirdi.

O gün öyleydi de, bugün değişti mi?

Hayır, Venedik yavaş yavaş ölüyor.

Ne UNESCO’nun dünya mirası listesinde yer alması, ne de dünyanın önde gelen şehircilerinin çabaları bu gerçeği değiştirmiyor; olsa olsa erteliyor. Tarih boyunca ona zenginliğin kapısını açan sular şimdi Venedik’i öldürüyor.

BAŞARILI İŞBİRLİĞİ DİYE BUNA DERİM

‘Bu yolcularımıza yaptığımız son çağrıdır...’ Kalktım.

Bir uçak dolusu Bienal yolcusu. Hepsi Venedik Bienal’ine gidiyor. İçlerinde tanıdıklarım, tanımadıklarım. Selamlaşa gülümseye ilerleyip boş koltuk aranıyorum. Her koltuğa Bienal ve Venedik hakkında bilgiler içeren, özenle hazırlanmış bir dosya konmuş. Gözümün iliştiği boş sıraya geçtim; ikramlardan arta kalan zamanda da dosyayı inceledim.

Artık duymuşsunuzdur: Türkiye bu yılki Bienal’e Hüseyin Çağlayan’ın ‘Olmayan Varolan’ adlı çalışması ile katıldı. Tek bir sanatçının etkileyici bir eseri ile katılma fikri, serginin komiseri Beral Madra’dan çıkmış. Uzun süre sergi mekanı aranmış, sonunda Büyük Kanal üzerindeki tarihi Levi Binası’nın ikinci katı kiralanmış. Bu büyük bir başarı, çünkü Bienal süresince önünden günde kırk beş bin kişinin geçeceği varsayılan bina gerçekten de can alıcı noktada. Guggenheim gibi turist akınına uğrayan müzelere iki adım, hayır, iki kulaç uzaklıkta.

Türkiye’nin ne yazık ki diğer kimi ülkeler gibi Venedik’te kalıcı bir sergi salonu yok. Bundan 151 yıl önce Bienal’in tohumu atılırken şehir meclisi San Marco’nun ilerisindeki Giardini Bahçeleri’ni sergi alanı olarak tahsis etmiş ve değişik ülkelere kendi pavyonlarını inşa etmeleri iznini vermiş. Yaptıran yaptırmış, yaptıramayan bizim gibi açıkta kalmış.

Dosyayı okudukça bu işte ne kadar çok insanın emeği olduğunu görüyorum... Liste uzun, kimler yok ki?

İstanbul’daki Galerist’in sahibi Murat Pilevneli koordinasyonu üstlenmiş.

Dışişleri Bakanlığı’nın Kültür İşleri Genel Müdürlüğü’nden Büyükelçi Şule Soysal, bakanlığın tüm olanaklarını seferber etmiş.

Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, Turquality Projesi’nin dört sanatçısından biri olan Çağlayan’ı bu sergisinde de desteklemiş.

A&B İletişim, tanıtım için aylarca didinmiş.

Ve Garanti Bankası tıpkı Londra’daki Turks Sergisi’nde yaptığı gibi, gene büyük bir sanat etkinliğine gönül vermiş; Shop & Miles &Club kredi kartı olarak sponsor olmuş.

ROSA MARTİNEZ’İ DUYMAYANVAR MI

Programa bakılırsa önce ünlü Cipriani Lokantası’nda yemek yiyecek, otellerimize yerleştikten sonra Çağlayan’ın ‘Olmayan Varolan’ adlı deneysel video gösterimini izlemek için Levi Vakfı’na gideceğiz. Ertesi gün bizi başka bir koşuşturmaca bekliyor. Önce Giardini Bahçeleri’ndeki kalıcı sergi salonlarını gezecek, sonra biraz daha ileride Venedik tersanelerinin bulunduğu Arsenale bölgesine gideceğiz.

Venedik Bienali bu yıl tarihinde bir ilke imza atıyor. İlk diyorum, çünkü Bienal’in küratörlüğü 151 yıldan beri ilk defa bir değil, iki kişiye verilmiş; üstelik ilk kez bu iş kadınlara emanet edilmiş. Rosa Martinez adı Türklere yabancı değil. Martinez, İstanbul Modern’in baş küratörü. Altı sene önceki İstanbul Bienali’nin de küratörüydü.

Martinez, Venedik Bienali’nde Arsenale bölgesinden, Maria de Corral ise İtalyan pavyonundaki sergiden sorumlu.

Bienal’in bu yılki teması, şimdiki zamanla geçmişin ilişkisi.

Gondollara binip Levi Vakfı’na gittik. Kapıda Beral Madra ve Türkiye’nin Venedik fahri konsolosu ile eşi konukları karşılıyor. Alt katta yer alan İran ve Ukrayna sergilerine göz atıp, yıpranmış mermer merdivenlerden ikinci kata çıkıyoruz. Büyük video ekranlarının uzun bir duvarı kapladığı karanlık odada Çağlayan’ın filmini izliyor, derdini anlamaya çalışıyoruz.

Dünyada az sayıda oyuncuya nasip olan, hem erkek hem kadın karakterleri başarıyla canlandırmasıyla ünlü Tina Swington başrolde. Lavabonun önünde aynaya bakıp sıkı sıkıya örülmüş perçemlerini çözmeye çalışıyor. Yüzüne su çarpıyor. Bir daha, bir daha, bir daha... Su önemli; su akar, su arındırır, su temizler, su rahatlatır, su yansıtır, su anlatır. Suyun belleği vardır.

Başka bir ekranda, bir bekleme odasında dergiler karıştırarak bekleyen ve göçmen oldukları yüzlerine kazılı denekler görüyoruz. İngiliz bir bilim kadınını canlandıran Swington, lavaboya doldurduğu suda deneklerin giysilerini yıkıyor. Giysilerden alınan DNA’larla deneklerin kimlikleri saptanıyor ve Swington elini vurdukça bu kimlikler su yüzüne çıkıyor.

Benim anladığım kadarıyla Çağlayan göçmenlik olgusu, DNA ile kimlik tespiti, coğrafya ve genetik üzerine bir film yapmış. Anladığım kadarıyla diyorum çünkü kavramsal sanatı anlamak için insanın basamakları tek tek çıkması gerek. Ben çıkmadım. Ama filmin çarpıcı olduğunu kavramak için sanatın çetrefil yollarından geçmiş olmak gerekmez.

Fikir, çekim ve Swington öyle başarılı ki benim gibi sıradan bir izleyici bile sıra dışı bir işin karşısında durduğunu hemen anlıyor.

Ertesi sabah odalarımıza bırakılan İngiliz gazetelerinde sergiyi öven yazıları okuyup, bir de üstüne bu yıl Bienal’in en önemli dört sergisinden biri olarak Hüseyin Çağlayan’ın işini gösterdiklerini görünce ağzım kulaklarıma varıyor.

Danieli Oteli’nin kanala nazır terasında kahvaltı ettikten sonra Giardini’ye gittik. Orada kafileden ayrıldım. Bir akşam önceki sergi açılışında karşılaştığım ve bizi ‘Başınıza kaya mı düştü ne oldu, ilk günden beri Bienal bu kadar Türk ağırlamadı’ diye karşılayan Haldun Dostoğlu’nun tavsiye ettiği pavyonlara yollandım.

İngilizlerin işine bayıldım. Almanları kışkırtıcı buldum. Japonlarda hüzünlendim. Korelileri sevdim. İsrail fena değildi. Amerika pavyonu benim gezdiğim saatlerde kapalı olduğu, İtalyan sanatçıları da bu yıl Bienal’i boykot ettikleri ve alternatif sergiler düzenledikleri için neler yaptıklarını göremedim.

Sonra koşa koşa Arsenale’ye gittim.

Bu yıl Türkiye’nin Bienal’e tek sanatçı ile katıldığını yazıp duruyoruz ama doğru değil.

Evet, Türk Pavyonu tek sanatçıya, Hüseyin Çağlayan’a emanet edilmiş ama Rosa Martinez’in seçtiği sanatçılar arasında iki Türk daha var. Semiha Berksoy ve Bülent Şangar.

Semiha Berksoy’u tanımayan yok. Geçen yıl bu aylarda ölen ‘zamansız kadın.’ Şangar’a gelince, sanırım Türkiye’den çok yurtdışında tanınıyor.

Yerim bitti... Ne goril kızlara, ‘Feminist olunacaksa böyle olunmalı’ dedirten sanatçılara; ne de küçük not defterimde adının yanına yıldızlar çaktığım diğerlerine yer kalmadı.

Ama son satır Garanti Bankası’na.

Onlara teşekkür borçluyum. Beni davet ettikleri için değil, Türkiye’nin tanıtımının sanat aracılığıyla yapılacağına inandıkları ve sanatı destekledikleri için. Bir koca teşekkür de A&B’ye. Böyle büyük bir organizasyonun altından pürüzsüz kalkabildikleri için.
Yazarın Tüm Yazıları