Tebdil-i mekan

Bir süredir hem tarifsiz kederler içindeyim, hem de müthiş keyifliyim... Yani sizin anlayacağınız, hissiyatım karmakarışık olmuş bir durumda...Ben Üsküdar'da doğdum... Bekarlığımdaki o kuduruk dönemim ve evliliğimin ilk birkaç yılı hariç, hep Kadıköy yakasını mekan tuttum, yıllardır postu oraya serdim... Son yirmi yıldır da paşa paşa Göztepe'deki evimizde oturuyorduk...Bizim birbirimizi çok sevdiğimiz, çokça birlikte olduğumuz bir arkadaş grubumuz var... İşte bu gruptan inşaat işlerini bilen çok sevgili bir arkadaşımız, ‘‘Zaman kötü, kör tuttuğunu öpüyor... Bu zamanda dağınık yaşanmaz, kurda kuşa yem olacağız...’’ deyip bize, hepimizi biraraya toplayacak evler yaptı... Bir süre önce de o yeni evimize taşındık...Ağlaşmam, yazımın başında sözünü ettiğim tarifsiz kederlerimin nedeni bu...Doğup büyüdüğüm, yıllarca yaşadığım anavatan Kadıköy'den İstanbul yakasına resmen salya sümük ağlayarak, sürüne sürüne geldim...Evi yerleştiren karım, ilk gün beni elimden tutup yeni eve götürdüğünde, aynen rahmetli annemin beni elimden tutup yatılı okuduğum ilkokula götürdüğü ilk günkü duygular içindeydim...Gözlerim dolu dolu, alt dudağım da aşağıya sarkık bir durumda idi...***Ama artık buralara alıştım... Şimdi her fırsatta yeni muhitimde dolanıp duruyor, sürekli etrafı kolaçan ediyorum... Ben vakti zamanında, bu İstanbul yakasında ikamet ettiğim devirler, vampir gibi sürekli geceleri yaşadığımdan, buraları gündüz gözüyle adam gibi görmemişim... Meğer bu İstanbul'da neler varmış da bihabermişiz... Kısacası, daha bir ay oldu olmadı, yeni memleketime iyice alıştım... Artık trilyon verseler de kimse beni Kadıköy'e geri götüremez... Hem Kadıköy dediğin ne ki Allah aşkına... Adı üstünde ‘‘köy’’ işte... Diil mi efeem!..Bu bizim yeni muhitte hareketin bini bi para... Üst yanımız Etiler, alt yanımız Arnavutköy...Memlekette ne kadar bar, meyhane, tıkınılacak lokanta varsa, alayı bu Etiler'de...İşin benim için tek tehlikeli yanı, 30 yıldır ıslahı nefs edip paşa paşa bu bar hayatından çekilmişken, tekrar kafayı sardırıp yuvadan uçma, barlara düşme olasılığı...Zaten Etiler'deki bu barların önünden geçerken karım sürekli beni lafa tutup oyalayarak, buralara bakmamı, kafayı bu barlara takmamı önlemeye çalışıyor.Yeni evimizin en esaslı özelliği, Akmerkez'in yüzelli ikiyüz metre alt tarafında olması... Daha ne diyeyim ki size, şimdi anladınız mı ne kadar önemli bir yerde oturduğumu?..Geçen gün kapı çaldı... Açtım, yanında karısı ve üç çocuğu, belli ki uzaktan gelmiş bir arkadaş, ‘‘Abi Akmerkez burası mı?..’’ dedi.Yani, o kadar yakınız bu Akmerkez'e...Günde her an 300 bin nüfusu barındıran bu ‘‘yeni ilimizle’’ ilgili bir hayli şeyi sizlere daha önceki bir yazımda yazmıştım...Bu Akmerkez'in söylendiğine göre, Avrupa'da eşi yokmuş... Zaten tam üç kez de Avrupa'nın en büyük, en güzel alışveriş merkezi seçilmiş...Yüzde doksanı ay ortasını zor getirebilen, hayli züğürt sayılabilecek bir toplumun Avrupa'nın en birinci alışveriş merkezlerinden birine sahip olması da çok gırgır bir durum, o da ayrı tabii...Geçtiğimiz bayram arifesi, gelen giden olur diye, evin eksiğini gediğini ikmal etmek üzere karımla Akmerkez'deki Makro denen süpermarkete gittik... Eve en yakın yer olduğundan ve de her bir şey bulunduğundan eşim burayı peylemiş, evin öteberisini buradan alıyormuş...Bu Makro'da gerçekten yok yok... Yalnız Makro'dan alışveriş yapabilmeniz için sizin cepte de bayağı ‘‘makro’’ para olması lazım...İçerde dolanırken bir ara balık reyonunun önüne geldim... Balık almaya niyetlendim...Allah sizi inandırsın, Kalkan balığının kilosu 7.5 milyon liraydı... Ben hayatımda Kalkan'ın böyle kalkmışını hiç görmedim...Bir ara şöyle iki ikibuçuk kiloluk bir tanesini gözüme kestirdim, eşime, ‘‘Yahu kurban olarak kalkan kessek ne olur ki, aşağı yukarı o da koyun fiyatına geliyor’’ dedim...***Etiler'de daha önce de söylediğim gibi, Çin'inden Hint'ine, Tayland'ından Amerika'nına lokantanın bin cinsi var...Örneğin Friday's adlı bir Amerikan restoranı var, burada insan kendini resmen o kovboyların yemek yediği restoranlardan birindeymiş gibi hissediyor...Geçen gün bu restoranda kendisini kovboy zanneden 15 yaşında bir çocuk, kasabanın şerifi zannettiği restoranın park kahyasını pipisinden vurdu...Bizim Etiler'in ekmekçileri bile bir başka... Geçen gün karım telefon edip eve gelirken ekmek almamı söyledi ve bana bir yer tarif etti... Söylediği yere geldim... Fırın arıyorum... Karşıma koca bir villa çıktı... Adı Paul olan bu yer, acaip bir yer... Millet bir çeşidinin peşinde koşarken, burada siyah zeytinlisinden yeşil zeytinlisine, cevizlisinden bademlisine tam kırkbeş çeşit ekmek var... Ben şahsen buranın ekmeklerini tutmadım... Ekmek dediğinin içinden öyle zeytin, badem falan değil, çivi, çorap, urgan, jilet falan çıkacak ki, ben ona has ekmek diyeyim...Fransız kökenli olan bu Paul'de ekmek fiyatları ekmek değil, pasta fiyatına... Aslında fiyat politikaları, belli ki eski kraliçeleri Marie Antoinette'in, zamanında Fransız halkı için söylediği ‘‘Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler...’’ mantığının bize itelenmiş bir şekli...***Bizim bu yeni muhitimizin üst tarafı olduğu gibi, bir de alt tarafı, yani Arnavutköy bölümü var...Yeni evimize taşındığımızdan beri her pazar eşimle Arnavutköy'e iniyoruz... Oradan Bebek ya da Kuruçeşme'ye yürüyoruz...Burada insanlar sırtlarında eşofmanları deniz kenarında ailecek ordular halinde yürüyorlar... Bu yürüyenlerin hepsinin de maşallahı var... En azı doksan, yüz kilo çeker... O Boğaz yollarını belli ki de zayıflamak için tepiyorlar...Ama bu nasıl işse, bu yürüyen arkadaşların bir ellerinde dondurmalı kağıthelva, bir ellerinde de köfte ekmek var... Ayrıca Boğaz'da mevzilenmiş tüm dürümcü ve köfte ekmekçilerin kuyruklarında bu zayıflamak isteyen eşofmanlı Boğaz yürüyüşçüsü takımı hep ön safı tutuyorlar...Ben dört haftasonudur Boğaz'a iniyorum, bu güya zayıflamaya çalışan yürüyüşçü takımını her seferinde kilo almış görüyorum...Biz aslında denizkenarına arabayla iniyor, arabayı bir kahyaya emanet edip, daha sonra sahilde dolanmaya başlıyoruz...Bu kahyaların da aynen Borsa gibi günlük kurları var... Bir gün üçyüzelli bin lira alıyorlar sizden, hemen ertesi gün beşyüzbin lira diye çöküyorlar gırtlağınıza...Bizim Bebek'te favori yerimiz, gerçekten çok keyifli bir yer olan Bebek Cafe... Siz ‘‘Cafe’’ dediğime bakmayın aslında orası resmen bildiğimiz ‘‘Kahve’’... Yazarı, çizeri, sinemacısı herkes pazar sabahları soluğu Bebek Cafe'de alıyor...Bu Bebek Cafe'in özelliği çişe bile giderken sandalyeni kıçından ayırmayacak, gideceğin yere sandalyenle birlikte gideceksin... Zira köşekapmaca oyunu gibi yerinden kalktığın an yerine anında başkası çörekleniyor...Ünlü Divan'ın da Bebek'te hemen denizin üstünde, manzaralı nefis bir yeri var...Yalnız özellikle haftasonları bu Divan'da yer bulabilmek, bir yere oturabilmek için garsonların önünde de adı gibi el pence divan durmak lazım...Bizim bu Arnavutköy ve Bebek havalisi bir rivayete göre balık cenneti... Burada bir alay da ‘‘Balık Lokantası’’ var...Geçen hafta bunlardan, benim her zaman tercihim olan salaş görünümlü bir tanesine girdik... Öyle bir serüven yaşadık ki, şimdi burada anlatmaya olanak yok... Bunu daha uygun bir zamanda anlatırım... Dilerseniz size yalnızca hesap bölümünü anlatayım...Garson bize bir hesap pusulası getirdi... Koca listede ben hiçbirşeyi okuyamadım, okunması mümkün tek şey hesabın sonundaki bilmem kaç milyonluk rakamlardı...Garsona, ‘‘Yahu kardeşim bu ne?.. Ne yedik içtik ki bu kadar tuttu?..’’ dediğimde...‘‘Orda hepsi yazıyor abi...’’ dedi.‘‘Ben okuyamadım, şunları gel sen oku’’ dedim...Aldı baktı... Kendi yazdığı yazıyı o da okuyamadı...Oturduğumuz yer hemen yol kenarı bir yerdi... O ara önümüzden geçen gençten bir arkadaşı çevirdim...‘‘Kardeş şunu bir okusana...’’ dedim...Evirdi, çevirdi o da okuyamadı
Yazarın Tüm Yazıları