Paylaş
İnsanın tanrısallığına inancı tammış ve kendince neredeyse aydınlanmak üzereymiş. Hallacı Mansur'un "En el Hakk" söyleminin sırrına varmış varacakmış ve bu hal üzere türlü söylemleri, çeşitli gariplikleri ile çevresinde yavaş yavaş eğlenceli bir kaçık olarak nam salmaya başlamış. Zamanla hikayeleri, gülmece olsun diye, çoğu kez alaylı bir uslupla, bazen de bire bin katarak sohbetlerde anlatılır olmuş…
Mesela; Bir gün sabaha karşı, kahramanımız kız arkadaşı ile sahilde oturuyormuş. Gökyüzü morarmaya başlamış, Ekrem'in içi neşeyle dolup taşıyormuş. Dayanamayıp sessizliği bozmuş; "Sana bi keramet göstereyim mi?". Kız gülümsemiş; "Göstersene!". Ekrem azametle sağ işaret parmağını kaldırmış ve arka çaprazlarındaki sıradağlara doğru uzatarak; "Bak!" dediği anda, tupturuncu bir güneş erken saatlerin o bildik nazını terk edip de dağların arkasından sıyrılarak sabahlarına doğuvermiş! Ekrem sayesinde…
Sonra, arkadaşlarıyla 'trekking'deymişler. Dağ tırmanışı umduklarından zorlu geçiyormuş, bir sonraki istasyona daha epey varmış ve yorgunluktan nefes nefeseymişler, enerjileri neredeyse tükenmiş, nevaleleri de bitikmiş. Akşam olmadan hedeflerine varamazlarsa haklarında pek hayırlı olmayacak gibiymiş. Biraz soluklanmak ve birer yudum su içmek için durduklarında Ekrem sormuş; "Size bir keramet göstereyim mi?". Soru soran gözler, Ekrem pantalonunun yan cebinden koca bir çikolata barı çıkarınca faltaşı gibi açılmış; "Seni kirli çıkın!". Mucize kabilinden erimemiş çikolatayı afiyetle yemişler ve buldukları canla yola devam edebilmişler… Böylece başarmışlar, Ekrem sayesinde!
Uzatmayalım, bu gibi masumluklarla başlamış Ekrem'in kerametleri; mehtaplı gecede ayaklarını suya sokup yakamoz yapması, gazı bitmiş çakmakla sigarasını yakması, beklenmedik anlardaki hediyeleri falan hoşmuş, Allah'ın lütfunun en ufak şeylerde dahi idrak edilmesini ve ikramlarının takdire şayanlığını hatırlatıyormuş insanların gönlüne, hem eğlendiriyormuş. Ancak gitgide kerametlerin boyutu değişmeye başlamış. Her zaman tekrarlanmasa da, mesela birinin kendisini düşündüğünü hissettiğinde, o anda telefonun çalması ve o kişinin arıyor olması, zaman zaman saate bakmadan tam dakikasını söyleyebilmesi, leb demeden leblebiyi anladığı konuşmalar, bir defasında uçan sineğe "Gel" dediği zaman gelip üzerine konması, bazı insanların rüyalarında görünüp olağanüstü şeyler yapıyor olması gibi olaylarla gerçekten de Ekrem'in manevi mertebesinin yükseldiği inancı hem kendince hem çevresinden bazılarınca kabul görmeye başlamış. Artık dost meclislerinde anlatılan hikayeleri matrak olmaktan ziyade gizemli, "Vay be" dedirten türdenmiş. Kimi öngörüleri sahiden gerçekleşiyormuş ve dünkü tatlı kaçık artık mahallenin seçilmiş bilgesi olma yolundaymış. Böylece sorumluluğu artan Ekrem de boş durmuyor, türlü ezoterik uygulamalarla kendini geliştirmeye çalışıyormuş. Keza öte yandan iş ciddiye bindikçe anlıyormuş ki tanrılık taslamak zormuş…
Bir seyahatte karşılaştığı dervişin Piri hakkında anlattığı menkıbe çok etkilemiş Ekrem'i. Şöyle ki; Hz.Pir Seyyid Ahmed er-Rifai(ra) hac ziyareti sırasında ceddi Hz.Muhammed'in(sav) kabrini niyaz etmek istemiş fakat yaklaşmasına müsade edilmemiş, "Ne malum ceddin olduğu" demişler. Hazreti Pir de kabire doğru seslenerek "Ey ceddim, mana aleminde hep seni ziyaret ediyordum, işte şimdi de fani bedenimle huzurundayım, bu fakiri kabul etmeyecek misin?" buyurduğunda binlerce hacının huzurunda Hz.Peygamber'in mübarek eli kabrinden uzanmış ve "Hoşgelmişsin ey veledi(evladım)!" nidası işitilmiş. Buna şahit olanlar arasında, o cezbe haliyle kor ateşler yutup yanmayanlar mı, vücutlarına kesici aletler saplayıp yaralanmayanlar mı istersiniz… Türlü inanılmaz olay vuku bulmuş. Seyyid Ahmed er-Rifai'nin kuma çizdiği tılsım marifetiyle, anlatılan cezbe hali son bulmuş. Hazret'in duasıyla bu hal, yolunu takip edenlere, kıyamete kadar miras kalacakmış, ateşte yanmamak, kesici aletlerle yaralanmamak vs… Buna "burhan" denirmiş; "delil". Ancak Allah'ın varlığına delalet eden bu gibi şeyler küçük burhanlarmış. Esas büyük burhan ise insan olmakmış. Nitekim Ceddinin elini öptükten sonra Seyyid Ahmed oradaki mescid'in eşiğine yatmış ve namaz için gireceklerin üzerine basarak geçmelerini istemiş. Tabii insanlar edep edip diğer kapılardan girmişler mescide. Pir Rifai'nin maksadı kerametin kendinden olmadığını göstermekmiş ve bu olay neticesinde şahlanmak isteyebilecek nefsini, ona fırsat tanımaksızın ayaklar altına atarak kulun en yüksek sıfatı olan alçakgönüllülüğe sığınmış oracıkta. İşte büyük burhan da, keramet de buymuş, Allah'ın bu hali ikram etmesi… Ekrem derinden etkilenmiş, bu hale çok özenmiş…
Derken o yaz, Ege'de bir kır kahvesindeymişler birkaç ahpabıyla Ekrem. Bizimkinin tavla oyununda sırtının yere gelmediği bilinirmiş, arkadaşları da o esnada kahvede dönen, herkesin başına toplandığı iddialı tavla oyununa laf atmışlar "Buradan bizim Ekremi yenen çıkarsa bütün çaylar bizden" diye. Partinin kazananı ki kasabanın meşhur tavlacısıymış oturtmuş Ekrem'i karşısına "Ge bakam, alıverem boyunun ölçüsünü" diyerekten, oyuna başlamışlar. Parti çok çekişmeli imiş, eşitliği bozanın kazanacağı son oyunun sonunda pulları toplamadaymışlar ama rakip açık ara öndeymiş, bir mucize lazımmış ki, elinde zarlar, Ekrem'in içine doğmuş da dayanamayıp patlatmış lafını yine; "Size bir keramet göstereyim mi?". Gülüşmeler; "E gösterverceksen gösterver, tam da zamanı şincik"… Ekremin arka arkaya attığı üç düşeş ve nihayetinde partiyi kılpayı kazanmasıyla kahvede curcuna patlak vermiş! Böyle olay o güne kadar görülmemişmiş, inmiymiş, cinmiymiş, yoksa bu adamda harbiden de keramet mi varmış… Ama Ekrem çıtayı yükseltmiş bile, "bende yok bir numara, keramet Allah'tan, biz hizmetkarız ancak, yerim ayaklarınızın altıdır, kahveden çıkanlar üzerime basıp geçsin ey Erenler" diyerek yatmış kapının eşiğine. Kahvedekiler de durur mu, birer birer geçmeye başlamışlar üstünden, hele böyle yenilmeyi kendine yediremeyen rakibi öyle bir basmış ki sırtına olanca ağırlığıyla, Ekrem dayanamayıp fırlatmış adamcağızı üzerinden kızgınlıkla, yere düşürmüş. Bir de bağırmış ardından "Yahu bir insanoğluna reva görülecek şey midir yaptığınız, esas kerameti anlamadınız, insan kutsaldır, cahil köylüler!". Beriki cevap vermiş "Ulan hem 'üzerime basın' deyip sonra isyan ediyon, hem de 'insan kutsaldır' deyip adamı yere çalıyon". "Evet" demiş Ekrem, "Size bu layıkmış da ondan, bazen edepsize haddini bildirmek, kırk yetime hırka giydirmekten iyidir, bu da keramettir". Orada ip kopmuş, kahvedekiler bir temiz dövmüşler Ekremi "Al o zaman sana keramet" diye. Topallaya topallaya uzaklaşırlarken olay mahallinden, yanındakiler çıkışmış "Pek hayırlı olmadı bu senin kerametin sonu Ekrem!". Şöyle cevap verdiği rivayet edilir Ekrem'in; "Ne yapayım, namussuz kafirlerin kerameti bizimkini bastırdı"!
Gerçekten de Allah'ın bu kerametiyle Ekrem nefis terbiyesi olmadan, haddi bilmede hal sahibi olmadan bu işlerle uğraşılmayacağını anlamış. Adeta kendine gelmiş. O olaydan sonra başkaca kerameti kaydedilmemiş Ekrem'in. Keramet soranlara başını eğer "Estağfirullah" der daha da laf etmezmiş. Bir gün kendisine o menkıbeyi anlatan dervişi bulup ona talebe olduğu bilmem doğru bir söylence mi? Bildiğim, en son geçenlerde mahalledeki sokak kedilerine süt vermekteyken görülmüş, gözleri pırıl pırılmış, 'bu ne hal' diye soranlara, "Rabbim gani, biz fakiriz" demiş… Biz de diyoruz ki bu ilk kurmaca öykümüzün ardından; "Edep bir tac imiş Hüda'dan, giy onu emin ol her beladan"! Hu
Paylaş