Seni unutmayacağız Arif Mardin

New York’tayım. Buzzzz gibi bir hava. Ben böyle bir şey görmedim.

Kafanı, kulaklarını kapatmadan sokaklarda yürüyebilmen imkansız.

O kadar soğuk ki, yüzün yanıyor soğuktan, güneş yanığı gibi.

Ama size bir şey söyleyeyim mi, her şeye rağmen baştan çıkarıcı.

New York bu, tüm hücrelerinde hissediyorsun, 24 saat yaşadığının farkındasın, "Aman Allah’ım, yine neler kaçırdım!" diyorsun.

240 kilometre hızla giden bir araba gibi. O gidiyor, sen arkasına yapışıyorsun, ayakların havada peşinden sürükleniyorsun, gözünün önünden akıp giden her şeye ama her şeye yetişmeye çalışıyorsun.

Beceremiyorsun o ayrı.

*

Burada olmamızın sebebi Arif Mardin.

Sekiz ay önce kaybettiğimiz efsanevi prodüktör için anma gecesi düzenlendi.

Sevgilim ve kayınvalidemle geldik.

Biri yeğeni, biri kardeşi.

1932’de doğan ve geçen sene pankreas kanseri yüzünden aramızdan ayrılan Mardin için, Lincoln Center’da bugüne kadar görmediğim, izlemediğim türden bir törene tanık oldum.

Neden, böyle diyorum?

Çünkü farklıydı.

Gerçek olmayan, samimi olmayan hiçbir şey yoktu.

Her şey dibine kadar samimi ve gerçekti.

Bu da beni çok etkiledi.

*

Tören, oğlu Joe Mardin’in konuşmasıyla başladı.

Töreni, eşi Latife, kızları Nazan ve Julie ile oğlu Joe birlikte düzenledi.

Arif Mardin’le 40 yıldır birlikte çalışan, birlikte yükselen, bir arada olan, bir nevi onun çekirdek ailesini oluşturan herkes çıktı, konuştu.

Sadece üçer dakika.

Kimseyi sıkmadan, boğmadan...

Anlattılar...

Arif Mardin’i, kendi tanıdıkları Arif Mardin’i...

"Üç dakikada ne olur ki!" demeyin.

Sığdırdılar.

Dinlerken boğazınızın düğümleneceği kadar gerçek ve içten şeyler anlattılar.

Hiç biri, "Kör öldü, badem gözlü oldu" tadında değildi.

Birileri ne kadar komik ve esprili bir adam olduğunu söyledi, gözlerimizden yaş geldi, o kadar güldük.

Birileri martini tutkusuna değindi, Martini değil, özenle "Mardini" hazırladığını.

Ve tabii en çok müzik dehasının altı çizildi.

Burada insanın aklı biraz karışıyor.

İnsan, onu Amerika’nın müzik alanındaki en uzman kişilerden dinleyince, farklı bir yere oturtuyor tabii.

Biz, Arif Mardin’i çok tanımıyoruz aslında, neler yapmış fazla bilmiyoruz.

Bizim için pek çok Grammy kazanmış bir müzisyen, o kadar.

Oysa daha fazlası, çok daha fazlası...

Hatta arkasından, Türklere hiç faydası olmadı filan dediler.

Ne kadar ayıp, ne kadar sığ bir yaklaşım.

Dünya, müthiş bir müzik dehasını kaybetti diye üzülüyor, biz nasıl abuk tartışmalar yaratmaya çalışıyoruz.

Törende, babalığı, saflığı, beyefendiliği, kimseyi kırmak istemeyişi filan da anlatıldı.

Berklee Üniversitesi’nin dekanı "Böylesine bir yeteneğin bizim okuldan çıkması gurur verici" dedi, inanılmaz övgülerde bulundu.

Kimi "Şu an dünya beni tanıyorsa, bunu o güzel adama borçluyum" dedi, şarkılar söyledi. Kimi "Müzik adına ne biliyorsam, ondan öğrendim, o benim mentorumdu" dedi.

Ve bütün bunlar en sahici şekilde cereyan etti.

Abartılan hiçbir şey yoktu.

Bütün hayatları boyunca sahne sanatlarıyla uğraşmış bütün bu insanlar, o kadar kendi hallerindeydiler ki, o kadar kendileri gibiydiler ki, yüzlerinde bir gram bile makyaj yoktu; hiçbiri "Ben buradayım" diyen kostümler giymemişti, hiç kimse kendini öne çıkarmak için gereksiz bir çaba içinde değildi, kimse rol çalmaya niyetli değildi...

O gece, orada, sadece Arif Mardin ve onun evrensel müziğe yaptığı katılar konuşuldu.

*

Kimler mi o insanlar...

Phil Collins, Norah Jones, Bette Midler, Daryl Hall, Barry Gibb, Quincy Jones...

Ve daha pek çok kişi...

Hasta olup katılamayanlar da görüntülü mesaj iletmişlerdi...

Arif Mardin, 1958’in ocak ayında Amerika’ya ayak basıyor. Çok da genç değil o zamanlar, 26’sında. Türk Petrol aile şirketi, orada çalışıyor ama müzik aşkı ağır basıyor, her şeyi geride bırakarak, eşi Latife Mardin’le sıfırdan bir hayat kuruyor...

Berklee Üniversitesi’ne devam ediyor...

Peki bunu nasıl beceriyor?

Quincy Jones, İstanbul’a konsere geldiğinde, Mardin onun yanına gidip, yaptığı çalışmaları dinletiyor. Jones o kadar etkileniyor ki, Berklee Üniversitesi’nin kendi adına vereceği ilk bursun bu genç adama vermesini istiyor. Ve Mardin’e Boston yolları gözüküyor. Bu durum tabii, babasının hoşuna gitmiyor. Onun yerine geçmesi düşünülen adam, "Hayır, benim hayallerim başka" diyor. Ve hayallerini gerçekleştirmek üzere dünyanın bir ucuna gidiyor.

Ama yalnız değil.

Ona inanan bir karısı var.

Bu da onun büyük şansı.

Zaten anma gecesinde de, sık sık, onun "uçmasını" sağlayan rüzgarın, eşi Latife Mardin olduğu hatırlatıldı.

Sakın yanılgıya düşmeyin, Amerika’ya gidiyorlar ama gerisi hemen çorap söküğü gibi gelmiyor, Allah hemen, "Yürü ya kulum" demiyor.

Çok ama çok emek gerekiyor.

Çok çalışmak...

İnanılmaz zorluklar çekiyorlar...

Ama işte herkese ve her şeye rağmen, karı-koca birlikte yeni bir hayat inşa etmeyi başarıyorlar.

Ve Mardin sonunda, 15 Grammy kazanmış efsanevi bir prodüktör oluyor.

Amerika’daki 40 kusur yıllık hayatının önemli anlarında birlikte olduğu insanlar onun nasıl esprili, nasıl hoş bir insan olduğunu tekrar tekrar vurguladılar.

Ve her konuşmacı İstanbul’a ve onun Türklüğüne atıfta bulundu.

Onu başarısında çalışmasının, çok çalışmasının ve müziğe duyduğu tutkusunun rolü var.

Onu tanımlayan şeylerden biri, Türk olması.

Bence içimizden böyle biri çıktığı için, arkasından atıp tutacağımıza, iftihar etmeliyiz...

*

Törende, Ahmet Ertegün’ün görüntüleri de yer alıyordu.

O da Mardin hakkındaki görüşlerini anlatıyordu.

Yazık ki artık o da hayatta değil.

Bütün bu değerli insanlar, birer birer aramızdan ayrılıyor.

Ne fena.

Bu yazıyı "Sizleri hiç unutmayacağız" diye noktalamak istiyorum.

GAP’i Abercrombie & Fitch’le aldattım

Bir zamanlar GAP vardı. Ne zaman Amerika’da bir yere kapağı atsak, GAP’e koşardık.

Dünyanın en rahat tişörtleri, eşofmanları, kargo pantolonları, önü fermuarlı, kapüşonlu bluzları orada satılırdı.

Tamam bir kısmının içinde, "Made in Turkey" yazardı, bizim orada üretilirdi ama severdik GAP’i.

Üstelik çok pahalı da değildi.

Rahat ve yeni tür bir giyim anlayışının temsilcisiydi.

Hep genç olanlar GAP giyerdi, ruhu genç olanlar.

Üzerinde GAP yazan bir şey giymek, Versace yazan bir şey giymeye benzemezdi.

Arada şöyle bir fark vardı. GAP üniseksti; kadın-erkek GAP’i birlikte giyebilirdi. Ya da şöyle demeliyim, GAP cinsiyetsizdi, Versace kadar altı fazla çizili bir marka değildi, marka marka üzerinize gelmezdi.

Kızım Alya’ya hálá GAP’ten alışveriş yapıyorum.

Çocuklar için çok rahat pijamaları var mesela.

Tişörtleri, askılı elbiseleri...

Ama kendime artık GAP almıyorum.

*

Ben aldattım GAP’i!

Abercrombie and Fitch’le.

Artık ne zaman Amerika’ya kapağı atsam, en yakın Abercrombie’de soluğu alıyorum.

"Casual Luxury" diye tanımlıyor kendini.

Yani gündelik bir şıklık, gündelik bir lüks.

GAP’ten biraz daha dişi.

Onun kadar aseksüel bir marka da değil.

Cinselliğin altını çiziyor ama çaktırmadan.

Yine salaş pantolonlar filan ama üzerindekiler dar tişörtler, düğmeli tişörtler filan...

Sonra bir de kat kat giyiniyorsun...

İnce katlar, askılı tişörtlerin üzerine, uzun kollu dar body’ler...

Çok hoşuma gidiyor.

Kullandıkları renklere de bayılıyorum.

Gelelim, bu yazıyı yazma sebebime.

Dün 5. Cadde’deki Abercrombie’ye girdim. Aman Allah’ım müthişti, çarpıldım. Bir kere loştu içerisi ve nasıl güzel bir müzik; bangır bangır çalıyor ama insanı rahatsız etmiyor, kendinizi sanki çok şık ve seksi bir gece kulübüne girmiş gibi hissediyorsunuz.

Ve içinizden şöyle demek geliyor:

"Bana bir mojito lütfen!"

Ama bu da değil bu yazıyı yazma sebebim...

İlk defa tanık olduğum bir şeyi sizinle paylaşmak istiyorum...

Hazır mısınız?

Söylüyorum...

Mağazanın içinde belden yukarısı çıplak erkekler dolaşıyordu.

İnanılmaz güzel vücutlu erkekler.

Altlarında düşük bel jean, düştü düşecek gibi...

Ve üstleri çıplak...

Belli ki uzun zamandır spor yapan birbirinden güzel vücutlu erkekler...

Bakakaldım.

Sevgilim, "Gel bakim sen buraya!" demeseydi, öylece bakakalmaya devam edecektim...
Yazarın Tüm Yazıları