Sen de mi şair oldun...

Tekin ARAL
Haberin Devamı

Son günlerde kendimizi göründüğü kadarıyla şiire verdik... İbrahim Sadri'nin şiir okuduğu kasetin satışı neredeyse milyona dayandı...

Savaş Ay'ın kaseti ise çıktı çıkacak... Onun da milyona vuracağı belli...

Eskisi, yenisi en baba şairin kitabının binbeşyüz adet sattığı bir ülkede bir milyon şiir kasedinin satılması çok ilginç...

Ama bu bizim bir şeyi okuyarak değil, duyarak algılama geleneği olan bir toplum olmamızdan kaynaklanıyor...

Ben toplum içinde ilk şiir okuyan kişiler olarak, çocukluğumda Nane Şekercileri tanıdım... Daha çok vapurlarda faaliyet gösteren bu arkadaşlar nane şekeri satar, bir avaza şeker alanların şekerlerinin sarılı olduğu kağıttaki dörtlükleri okurlardı... Bunlara ‘‘manici’’ de denirdi...

Daha sonra bu nane şekeri manicilerinin ikinci kuşağı (Şimdi bizim sevgili Sezen Cumhur bozulacak ama...) şarkı sözü yazarı oldular...

ŞAİRLİĞİM

Gençlik yıllarımda ben de şiire çok meraklıydım... Övünmek gibi olmasın, çok da güzel şiir yazardım...

Lisedeyken okulda Edebiyat matineleri yapılırdı... Ben bu Edebiyat matinelerinin sürekli baş yıldızıydım...

Sırf benim şiirlerimi dinlemek için civar okullardan dahası, civar illerden herkes akın akın bizim okula koştururdu...

Ve her hafta Yaşar Nabi Nayır'ın çıkardığı ünlü Varlık Dergisi'ne bir alay şiirimi yollardım...

Her hafta da şiirim ‘‘Ha çıktı ha çıkacak’’ diye üç kuruş harçlığımı Varlık Dergisi'ne yatırırdım... Varlık Dergisi, benim için adeta bir Varlık Vergisi gibi olmuştu...

Şiirlerim herhalde sıraya girdiğinden bir türlü yayımlanamadı ama bir gün Varlık'tan adıma bir mektup geldi, zarfı açarken heyecandan neredeyse kalbim duruyordu...

Varlık Dergisi'nden gelen mektupta şiir konusunda biraz daha çok çalışmam gerektiği bildiriliyordu...

Ben de fazla üzerinde durmadım... Şiir yazmayı aynı heyecanla sürdürdüm...

Ama Varlık Dergisi'ne bir daha şiir yollamadım...

Şimdi dilerseniz sizlere yazdığım şiirlerimden çok beğendiğim bir ikisini okuyayım...

İşte birincisi:

Artık demir almak vakti gelmişse limandan

Meçhule giden bir uçak kalkar havalimanından

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol

Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kaşkol

Şiirdeki vezne, kafiyeye, ahenge ve diyalektiğe dikkatinizi çekerim... Var mı böyle başka şiir?..

Bu da bir diğer şiirim:

İstanbul'da inliyorum gözlerim kapalı

Ufak ufak bir rüzgâr esiyor yavaş yavaş

Güvercin dolu havlular

Sucuların hiç dinmeyen çığlıkları

Uzaklarda, çok uzaklarda bir kadının

Havaya kalkıyor ayakları

Ve ben İstanbul'u dinliyorum.

Şimdi, ‘‘Lan biz bu şiirlerin doğru düzgününü yıllardır çok iyi biliyoruz... Bunlar senin değil hepsi araklama...’’ diyeceksiniz... Haklısınız tamam da... Edebiyat'ta buna araklama değil, ‘‘esinlenme’’ denir... Ayrıca aradaki nüans farklarına da dikkatlerinizi çekerim...

Şiir yazmayı ise, lisede sınıfımız Fen ve Edebiyat olarak ikiye ayrılırken Edebiyat hocamız Baha Dürder'in beni bir kenara çekip, mutlaka Fen bölümüne gitmem için beni ikna etmeye çalıştığı gün bıraktım.

BABIALİ'DE ŞİİRLİ YILLAR

Şiire küstüm ama, okul sonrası geldiğim Babıali'de şiirden kurtulamadım...

İlk çalıştığım yer Vatan gazetesiydi... Karikatürcü Mıstık, Eflatun Nuri ve Sait Maden'le aynı odada çalışıyorduk... Bu saydığım kişiler, o çocuk halimle boğuştuğum Babıali'de bana büyük destek olmuşlardır...

Sait Maden, çok iyi bir ressam, grafikçi ama daha da önemlisi şair ve de şiir çevirmeniydi... Dünyada, büyük Fransız şairi Baudelaire'i (Bodler) kendi ülkesinin diline çeviren en başarılı kişi Sait Maden'di...

Her akşamüstü bizim o hap kadar oda şairlerle dolup taşardı...

Tanrının rahmeti hepsinin üstünde olsun, Vatan'ın sokağında küçük bir matbaası olan Özdemir Asaf, Cemal Süreya, Edip Cansever bizim odanın müdavimleriydi...

Ben bu derin şiir muhabbetlerinden hafif kroki duruma girdiğimde yan taraftaki istihbarat odasına kaçar bu kez de yakayı, ünlü şairimiz, o zamanların hızlı muhabiri Hilmi Yavuz'a kaptırırdım...

Ama şiirden en büyük zararı, şimdi ‘‘Lan ne ilgisi var?..’’ diyeceksiniz ama, kebap konusunda gördüm...

Bilenler bilir, bizim Cağaloğlu'nda basın ve sanat çevrelerinin çok sevdiği rahmetli Muzaffer Yüksel'in işlettiği çok ünlü bir ‘‘Sofra’’ kebapçısı vardı... Burada İskender Kebabı'nın gerçekten kralı yapılırdı...

Muzaffer bey tam bir sanat aşığıydı... Müşterilerinin hemen tamamı, şairler, romancılar, ressamlar ve gazetecilerdi...

Biz de öğle yemeklerine genelde Sait abiyle gazeteye çok yakın olan ‘‘Sofra’’ya giderdik...

Ve gittiğimizde de mutlaka Özdemir Asaf, Cemal Süreya, Edip Cansever, Hilmi Yavuz vs.'den birkaçını orada bulurduk...

Ve gene şiir muhabbeti koyulaşır, herkes bir gece önce yazdığı şiirleri okumaya başlar, ortalık Gülhane Parkı'ndaki aşıklar bayramına dönerdi... Tabii bu arada masaya Muzaffer'in o nefis İskender kebapları gelir ama, o ara şiir dinlemekte olduğumuzdan ve de şiire olan saygımızdan buz gibi olana dek kebaplara el süremezdik...

Daha sonraları ‘‘Sofra’’ya gizli gizli gitmeye başladım... Şöyle çaktırmadan kapıdan bakıyor, içerde şair yoksa giriyordum dükkana...

CYRANO

Ve de gelelim şiirle ilgili yaşamımdaki en önemli anıya...

Ben edebiyatı ve şiiri Edmond Rostand'ın yazdığı, Sabri Esat Siyavuşgil'in büyük ustalıkla dilimize çevirdiği, ünlü Cyrano de Bergerac'la sevdim...

Cyrano tabii bir şiir kitabı değildi ama, özelliği manzum şeklindeki nefis diyaloglarıydı...

Hatırlamayanlar için biraz Cyrano'dan söz edeyim...

Cyrano çok kocaman burunlu çirkin bir şövalyedir... Ama yiğitliği, şair ruhu ve gönül zenginliği onun asıl özelliğidir...

Roxane'ı sever ama aynı kızı sevmekte olan arkadaşı Christian uğruna bağrına taş basar, aşkını gizler... Dahası, Christian'ın Roxane'a gönderdiği mektupları kaleme alır... Geceleri Roxane'ın balkonunun altında sanki Christian okuyormuş gibi aşk şiirleri okur...

O yıllar sinemalarda ‘‘Cyrano’’nun filmi de oynamış, tüm arkadaşlar çok etkilenmiştik...

Bizim Salacak'ta da arkadaşım Necmi'yle birlikte bu Cyrano'nun öyküsüne benzer bir pozisyonumuz vardı...

Bu bizim Necmi semtin en güzel kızlarından Güler adında bir kıza zilzurna kafayı sardırmıştı... Güler'e benimde meylim vardı ama, Necmi'nin uğruna bağrıma taş basmıştım...

Necmi bir gün, çok etkilendiğimiz o Cyrano filminde olduğu gibi, tutturdu ‘‘Güler'in balkonunun altında şiir okuyalım...’’ diye... İşin asıl felaketi, Necmi heyecanlandığı zaman resmen dili tutulduğundan şiirleri sanki Necmi okuyormuş gibi ben okuyacaktım... Yani Christian-Cyrano dalgası gibi... Ne kadar itiraz ettimse de heriften yakayı sıyıramadım...

İlk gece yaradana sığınıp Güler'in balkonunun altına gidip gece karanlığında şiirimizi döktürdük...

İkinci gece tam şiirin en heyecanlı yerinde aniden tepemizde sırtında pijamasıyla Güler'in izbandut gibi babası bitti... Bizim Necmi yan tarafta durduğundan tabanları yağlayıp tüydü...

Herif hışımla benim tepeme çöktü... Ve burnumun üstüne bir tane gömdü, benim burun anında o kocaburunlu Cyrano'nun burnunun iki misli oldu...

İşte size bir şairin (!) anılarından derlemeler... Siz bakmayın bana... Şiir aslında sanatın ağababasıdır...

Tüm şairlere selam olsun... Yeni yıllarımız da hep şiir gibi olsun...

Yazarın Tüm Yazıları