Paylaş
Başbakan, “Suriye yönetiminin Türkiye’nin güvenliğine de açık tehdit haline geldiğini ortaya koymuştur. Artık yeni bir aşamaya geçilmiştir” diyor.
Yeni aşamayı da şöyle açıklıyor: “TSK’nın angajman kuralları artık yeni aşamaya göre değişmiştir. Suriye’den Türkiye sınırına yaklaşan her askeri unsur bir tehdit olarak değerlendirilecek ve askeri hedef olarak görülecektir. Buradan Suriye rejiminin bir hata yapmaması ve Türkiye yönetimini sınamaması yönünde uyarıyoruz.”
Resmen yapılmamış bir savaş ilanı gibi sözler bunlar.
“Sınıra yaklaşan her askeri unsurun tehdit olarak değerlendirilip askeri hedef olarak görülmesi” açıklığa kavuşturulması gereken bir durum!
“Yaklaşmak” kavramının sınırları nerede başlıyor, nereye kadar yaklaşan askeri unsurlar tehdit olarak değerlendirilecek? Oldukça muğlak bir durum!
Ve bu kararı kim verecek? Sınırda tehdit algılayan birliğin komutanı mı, Genelkurmay mı, yoksa Başbakan mı?
Suriye ile “sınır çatışmaları” dönemine mi giriyoruz, yoksa artık bu bir savaşa gidecek sürecin başlangıcı mı?
Anayasa’ya göre savaş ilanı yetkisi TBMM’ye ait. Başbakan, bir kez daha TBMM’ye ait bir yetkiyi kişisel kararı olarak alıyor ve ilan ediyor.
İlk günlerin “meseleye soğukkanlı bakalım” yaklaşımı sona mı eriyor?
Türkiye’nin ‘hassas çocuk’ bünyesi!
BAŞBAKAN’a RTÜK kanununa eklenen bir madde ile verilen “milli güvenlik gerekçeleriyle radyo ve televizyonlara yayın yasağı koyma yetkisi” şu aşamada Anayasa Mahkemesi’nden de onay almış bulunuyor.
CHP’nin bu konuda Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı “yürütmeyi durdurma” başvurusu reddedildi.
Böylece Anayasa Mahkemesi, temel bir özgürlüğün idari bir karar ile sınırlandırılması düşüncesine geçit vermiş oluyor.
Çok yadırgadığım bir karar olmadı, çünkü Türkiye’de mahkemeler kararlarını verirken özgürlükleri geliştirici yorumları pek tercih etmiyor, Anayasa Mahkemesi de bunun dışında kalamadı.
“Milli güvenlik gerekçeleri” bu ülkede en çok duyduğumuz gerekçelerdendir.
Özgürlüklerin kısıtlanması için en çok kullanılan gerekçe budur ve askeri dönemde de, sivil dönemde de “milli güvenlik” denilince akan sular durur.
Ve son derece tartışmalı bir gerekçedir. Bu ülkede akla gelebilecek her konu “milli güvenliğe zarar veriyor” diye değerlendirilebilir çünkü. Örgütlenme özgürlüğü, fikir açıklama özgürlüğü, grev ve toplu sözleşme hakları geçmişte bu gerekçelerle ortadan kaldırılabildi, şimdi de kaldırılmasının önünde bir engel yok.
Tam tersine “milli güvenlik gerekçesiyle” bazı özgürlükleri kısmaya hevesli bir iktidar da işbaşında.
Ve şu anda “milli güvenlik” için gösterilebilecek o kadar çok gerekçe var ki. Suriye’yi mi istersiniz, PKK’yı mı, KCK’yı mı, Balyoz’u, Ergenekon’u mu?
Saymakla bitmez.
Buna bakınca insan ister istemez şöyle düşünüyor:
Türkiye’nin milli güvenliği o kadar hassas ki, tıpkı her esen yelde soğuk algınlığı kapan bir çocuk gibi!
Peşin cezalandırma kararı
ESKİ YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz de 28 Şubat soruşturması çerçevesinde tutuklandı. Böylece bu soruşturmada tutuklanan ilk sivil Prof. Dr. Gürüz oluyor.
Sorguya çağırılacağı belli olduğunda Prof. Dr. Gürüz, bir gemi gezisindeydi. İsteseydi ilk limanda gemiden iner, kayıplara karışabilirdi.
28 Şubat’ın üzerinden yıllar geçti. O tarihte, 28 Şubat hareketinin içinde olan ve planlayanların hiçbiri bugün aktif görevde değiller. Dolayısıyla “delilleri karartma” olanakları yok, bütün belgeler zaten devletin arşivinde yer alıyor, savcıların bunlara ulaşmaları son derece kolay.
Kendilerine sakladıkları belgeler varsa bunları da bulunması muhtemel yerlerde aramak mümkün. Evinde, iş yerinde, yazlığında, özel deposunda vs.
Kaçma ihtimali yok, çünkü bu olanağı varken kaçmamış. Delilleri karartma olanağı yok, görevden ayrılalı yıllar olmuş.
Böyle bir insan neden tutuklanır, anlayabilmek kolay değil.
Şimdi diğer tutuklular ile birlikte hapiste yatarak hakkındaki iddianamenin yazılmasını bekleyecek. İddianame yazılacak, mahkeme bunu kabul edecek, yargılama başlayacak. Duruşmada kimlik tespitiydi, iddianamenin okunmasıydı, sorgusuydu derken neresinden baksanız aylarca sürecek, yılı geçecek bir süre bu.
Bu tutukluluk kararı, peşin bir cezalandırma değilse, nedir?
Paylaş