Pireneler’in günahkarları

Bu sefer Güneybatı Fransa’ya gidip, hiç bilmediğim bir inanışın izlerini sürdüm. Kartal yuvası benzeri şatoları dolaştım, Pirene Dağları’nın güzelliklerine hayran oldum. Bölgenin lezzetli yemekleriyle de damağımı şımarttım.

"Dünyanın Renkleri" adlı turizm şirketinin düzenlediği bir organizasyonla Güney Fransa’ya gidiyordum. Gezinin teması ilginçti. Bu kısacık geziye bu tema yüzünden katılmıştım zaten. Toulouse kentinden başlayarak, Orta Pireneler’deki şatolarda Kathar inanışının izlerini sürecektik. "Pireneler’in Günahkarları"nın adını ve varlığını ilk kez duyuyordum. Paris’e doğru, Air France’ın koltuğuna gömülmüş, elimdeki kitaptan bu pek bilinmeyen inanış hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışıyordum.

Kathar inanışı, yüzyıllar önce yeryüzünden silinmişti. Daha doğrusu inananların hepsi, 1200’lü yıllarda Papa’nın emri ve engizisyon mahkemelerinin kararı ile ya kılıçtan geçirilmiş ya da diri diri yakılmıştı. Efsaneye göre, 1244’te Montsegur Şatosu’ndaki katliamdan sadece dört "kusursuz" Kathar kurtulup, kayıplara karışmıştı. Onların nereye gittiği, ne yaptığı konusunda bugüne kadar her hangi bir bilgiye rastlanmamıştı.

Bu kadar öfke çeken Katharlar kimlerdi? Neye inanırlardı, liderleri kimdi, sayıları kaçtı, kökleri nereden geliyordu? Bu gizemli topluluk hakkında daha birçok soru sorulabilirdi. Katharların geçmişinde yolculuk ettiğinizde, bu inanışın köklerinin Anadolu’dan beslendiği görülüyordu.

Gazeteci Mine G. Kırıkkanat’ın, Kathar inanışını anlattığı "Gülün Öteki Adı" kitabının ön sözünde Profesör Jacques Thobie, Katharların başlangıcını şöyle özetliyordu: "MS 6. yüzyılda Ermenistan, Küçük Asya ve Trakya’da yayılan Pavlusçuluk, 870’lerde en saf haliyle Sivas’ın Divriği ilçesinde ortaya çıktı ve V. Konstantin’in Malatya ile Erzurum’dan tehcir ettiği halklarla Bulgaristan’a yayıldı. 10. yüzyıl ortasında Aziz Bogomil tarafından yeniden yorumlanan Pavlusçuluk, Balkan Slavları arasında yayılarak Konstantinopolis’e kadar uzandı. 15. yüzyıla kadar Bosna-Hersek’te gelişen Bogomilizm, 11. yüzyıldan sonra özellikle haçlı orduları ve uluslararası tüccarlar aracılığı ile Batı’ya yayıldı..."

PEMBE KENT TOULOUSE

Katharizmi yüzeysel olarak özetlemek gerekirse; bu inanışın iyi ile kötü dengesi üzerine kurulu bir Hıristiyanlık/Budizm sentezi olduğu söylenebilirdi. Katharlar, Katolik Kilisesi’nin inananlara yüklediği tüm ödev ve gerekleri yadsıyordu. Vatandaş Kathar, istediği gibi yiyor, içiyor, sevdiği kadınla evlenip çocuk yapabiliyordu, "Kusursuz" adı verilen din görevlileri ise kesinlikle cinsellikten uzak bir yaşam sürüyor, şiddete hiçbir koşulda baş vurmuyor, et yemiyorlardı. Katharizmde ayrıca öldükten sonra dirilmeye, cennet ve cehenneme inanılmıyordu. Bu inanışın herhangi bir lideri yoktu. Herkes eşitti. Ortaçağ’ın tek laik topluluğuydu.

Uçağa binerken haklarında hiçbir şey bilmediğim inanış hakkında, Toulouse’a vardığımda epey bir şey öğrenmiştim.

Yolculuğum, Fransa’nın "Pembe Kenti" Toulouse’dan başladı. Fransızlar burası için, "gündoğumunda pembe, öğlen kırmızı, günbatımında ise leylak rengini alan kent" tanımlamasını yapıyorlardı. Bu gezide bana, dostum Serdar Arnas rehberlik yapacaktı. Sıcak bir günde, kentin daracık sokaklarında dönüp dururken, Serdar’la yola çıkmanın ne kadar isabetli bir karar olduğunu anladım. Çünkü burada kimse İngilizce bilmiyordu veya konuşmak istemiyordu. Bir de sokak isimlerini telaffuz etmeyi beceremediğim için, gideceğim yeri bulmakta zorlandım. Beceremeyeceğimi anlayınca susup, Serdar’ın Fransızcasına sığındım.

Park yeri bulmak için kentte bir saat tur atınca, buraya arabayla gelmenin büyük bir hata olduğunu anladım. Bir kahvede soluklandıktan sonra rengarenk boyanmış evlerin süslediği sokaklarda dolaştım. Dolaştıkça da kente ısındım. Garonne Nehri kıyısında Romalılar tarafından kurulmuştu, "renk" satarak zenginleşen ender kentlerden biriydi. Mavi pigment Toulouselulara buğday kadar para kazandırmıştı.

Aslında 21. yüzyıl Avrupası’nın teknolojik odaklarından biriydi. Ama ben, teknolojinin peşinde koşturmak yerine daracık sokaklarda, eski binaların gölgesine sığınmış küçük kahvelerde, Katharları okuyup onları hayal etmeyi yeğledim. Toulouse’dan sonra Orta Pireneler’e doğru hareket ettik. Dağlık bölgeye yaklaştıkça zirvelerde Kathar şatoları görünmeye başladı.

ZAMANIN DONDUĞU KENT

Geceyi Katharların önemli kentlerinden Mirepoix’de geçirecektik. Otelimizin bulunduğu meydana araba girmesi yasaktı. Onun için çantaları yüklenip, daracık boş sokaklarda yürümeye başladık. Meydana çıkınca birden durakladım. Görüntü çok etkileyiciydi. Meydanın dört bir yanı 13. yüzyılda yapılmış, ahşap kemerler üstünde yükselen rengarenk ahşap evlerle çevrilmişti.

Mirepoix’da zaman Ortaçağ’da donmuştu sanki. Meydanda çıt çıkmıyordu. Çocuklar bile sessizce koşuşturuyorlardı. Sessizliği, kentle aynı tarihte inşa edilen katedralden gelen çan sesleri bozdu. Aslında bu sesler ortaçağ görüntüsünü daha da gerçek kıldı.

Ertesi gün erkenden, Pirene Dağları’nın yemyeşil yükseltileri arasında dolaşmaya başladık. Sarı katır tırnakları, kırmızı gelincikler, yemyeşil tarlalar, koyun sürüleri, küçüklü büyüklü şelaleler, tek arabanın bile zor ilerlediği dağ geçitleri insanda bir tablonun içinde dolaşıyor hissini uyandırıyordu.

Son günümü, Avrupa’nın en özgün ortaçağ kenti Carcassonne’da geçirdim. Otelim, Aude Nehri’nin yamacındaki kalenin içindeydi. Kale, kuleleri ve koni çatılarıyla bir masal diyarını anımsatıyordu. Bu derebeyi şatosuna, inip kalkan bir köprüden geçerek giriliyordu. İç kalenin daracık sokaklarının iki yanında, hediyelik eşya satan dükkanlar sıralanmıştı. Küçük meydanlarda ise kahveler, restoranlar yer alıyordu. Fransa’nın bu bölgesinde zaman hep geriye doğru işliyordu sanki. Sokaklarda yürüyen turistler de olmasa, ortaçağdan kalma evlerin, surların, kulelerin, dar sokakların arasında insan kendini başka bir zamana düşmüş sanabilirdi.

ZİRVEDEKİ ŞATOLAR

Neredeyse her zirvede bir Kathar şatosu vardı. Bu yapılar öylesine yükseklerde ve ulaşılmaz konumdaydı ki, Katharların kartallarla akraba olduğunu düşündüm. Zirvelerin üstündeki kaya bloklarının üstüne, o zamanın olanakları ile bu şatoları nasıl inşa etmişlerdi? Yiyecek içecek ihtiyaçlarını giderebilmek için düzlüğe nasıl inip çıkıyorlardı? Zirvedeki şatolar, Katharların ne kadar çok korktuklarının birer simgesiydi sanki. Şatoların birçoğuna tırmanmaya nefesim yetmedi. Bunlardan biri de Montsegur Şatosu’ydu. Burayı kuşatan haçlı ordularının komutanı Hugues des Arcis, bütün uğraşlarına rağmen şatoyu ele geçirememişti. Çünkü askerleri bu kartal yuvasına tırmanamıyordu. Bunun üzerine hepsi deneyimli birer dağcı olan Basklı savaşçıları kiraladı. Ondan sonra olayın seyri değişti, şato düştü. Buraya sığınmış son 225 Kathar, dağın eteklerinde ateşe atıldı. Bu olaydan sonra Papa rahat bir nefes aldı. Çünkü artık dünya yüzünde kendisine başkaldıracak tek bir Kathar bile kalmamıştı.

YÖRE LEZZETLERİ

Fransa olur da yemek içmek olmaz mı? Güneybatı Fransa yöresi, kaz ciğeri, ördek ve tavşan etleri, mantarları, taze keçi peynirleri ile meşhurdu. En önemli yemek ise cassoulet’ydi. Yöre aşçıları, bu yemeği en lezzetli pişirebilmek için kıran kırana yarışırdı. Derece alanlar, binalarının en görünen yerinde bu ödülü sergiliyordu.

Cassoulet, ördek budu, koyun veya domuz eti, sucuk ve ördek yağı ile güveçte pişen kuru fasulye yemeğiydi. Yemek hakkımı Cassoulet’den yana kullanıp bir de ceviz yağıyla tatlandırılmış salataların üstünde servis edilen ızgara taze keçi peynirleriyle damağımı şenlendirdim. Tabii arada bir istiridyelere limon sıkmayı, kaz ciğerini ekmeğe sürmeyi, mantar çorbasını kaşıklamayı, Bayonne’un kırmızı biberli ünlü jambonunun tadına bakmayı da unutmadım.

Yemekten önce yörenin ünlü roze şarapları ile başlangıç yapıp, yemekte yine yörenin damakta unutulmaz tatlar bırakan kırmızı şaraplarını yudumladım. Yemekten sonra ise peynir tabağıyla Armagnac ısmarladım. Fransa’nın en lezzetli Armagnaclarının bölge üzümlerinden yapıldığını biliyordum.

Güneybatı Fransa’daki kısa gezim hem görsel hem bilgisel hem de tatsal açıdan çok zengin geçti. Bölge hakkında bilgi isteyenler www.dunyaninrenkleri.com ’a bakabilir.
Yazarın Tüm Yazıları