Ömer...

Yıllardır yeni yılın ilk gününe evimde uyanıyorum. Yıllardır ev değiştirsem de karşımdaki değişmez tablo, hatta tablolar ona ait. Gözümü her yeni yıla onun tablosunun karşısında açıyorum. Ömer Uluç!

Haberin Devamı

Geçen yılın sondan birinci günü yani önceki gün Avatar filmine gittim. Çocukluğumdan beri özel gözlük takıp üç boyutlu (benim çocukluğumda üç buutlu denirdi) film izlememiştim. Teknoloji akıl almaz boyutlara erişmiş; teknolojinin imkanlarıyla böylesine felsefi bir film herhalde 2010’da bir çok ödülü toplayacak.

Oradan yani Avatar’dan çıktım akşam Ömer’e gittim. Ömer, yani Ömer Uluç. Bir süredir her daim ortalarda göründüğü yerlerde görünmüyor. Onun için kalkıp evine gittim. Zaten o akşam Ömer’e gidecektim. Avatar’a gitmesem de gidecektim.

Avatar’dan çıkıp Ömer’e gidince konuşacak hazır malzeme de çıktı. “Avatar filminde senin cinlerini gördüm” dedim Ömer’e. Onun resim figürlerine girmiş “Ömer’in cinleri”nden Avatar’da bol miktarda vardı. Filmle ilgilendi. Rejisörün James Cameron olduğunu öğrendiğinde bir “Ooo” çekti; ardından “Matrix filminde de benim bulgularım kullanılmıştı” dedi. Spielberg’in filmi miydi o? Hemen Google’a baktık. 1999 yapımı imiş, Spielberg’in değil, Andy ve Larry Wachowski kardeşlerin. Başrolde Keanu Reeves...

Haberin Devamı

1999’dan 2009’a iki çarpıcı sinema olayı ve her ikisinde –bilmeden de olsa- Ömer Uluç’tan izler. İki yüzyılın birden büyük yaratıcılarından biri Ömer Uluç. Resim ve heykelde felsefesine hayat veriyor. Benim gibi bu konuların cahili olan birisinin gözünde hep aynı formlarda çalışıyormuş gibi gözüküyor ama değişimin büyük sanatçısı Ömer.Zaten “Heves Kuşu Durmaz Döner” adlı, monologlarını toplayan yapıtta “Ben hep değiştim. Hep yaşadığım bir hayat ve yaptığım bir iş var, birbirlerinin içinden geçiyorlar, ayrıldıkları ve buluştukları oluyor, ikisi de değişiyor” diyor.

***                  ***                ***

Ömer Uluç’un yaratıcılığının ve sanatının ipuçları adı geçen yapıtta bulunur.Bir yerinde şöyle diyor:

“Yıldızlardan molekül yağmuru var, biliyorsunuz yıldızlardan gelen karbon molekülleri ile insan beyni oluşuyor. Diğer taraftan Uzakdoğu düşüncelerinde her şey değişir, geçicidir ve devamlılığı yoktur. Dolayısıyla, ne ölümsüz ruh vardır, ne de onun bağlı olduğu bir ölümsüzlük sistemi. Her şey bir boşluk doktrini –hiçlik değil- üzerine kurulmuştur. Boşlukla hiçlik aynı şey değildir. Kozmosta boşluk vardır, hiçlik değil. Burası sanatın da alanıdır öznellik inceldikçe... Sanatçılar bunu çok iyi biliyorlar. Yeni öznenin monolitik bir şeyolmadığı, yani bir Rönesans öznesi, aydınlanma öznesi; çoktan beri yok böyle şeyler...” cümleleri.

Haberin Devamı

2010’a girdiğim anda hayatımda hiç değilse Ömer’i ıskalamamış olmaktan ötürü mutluyum.

En az bir çeyrek yüzyıldır tanışıyoruz. Galiba hep tanışıyor, hep yakın dosttuk onunla ki, tanıştığımız daha ilk lahzada o “Ömer”di, “Ömer” oldu, “Ömer” kaldı. O bana hiç söylemedi ama hakkında okuduklarımdan biliyorum ki, üniversiteyi bitirdiği vakit ben daha ilkokula başlamamıştım.

Fark etmez. Onun hiçbir vakit yaşı olamayacağı için hep akran kaldık, hep de sorgusuz sualsiz dost. “Biz sanatçılar Stephen Hawking ile beraber bilmeliyiz ki, ‘Uçtan uca yaklaşık yüz bin ışık yılı uzunluğunda ve yavaş yavaş dönen bir yıldız kümesinin içinde yaşamaktayız; sarmal kollarındaki yıldızlar, kümenin (galaksinin) merkezi etrafında birkaç yüz milyon yılda ancak bir kez dönerler. Bizim güneşimiz sarmal kollardan bir tanesinin iç kenarına yakın, sıradan, orta büyüklükte, sarı renkte bir yıldızdır.’ Sanat yapmak için yeterli bir tarif değil mi?” diyen kendisidir. Bunu diyenin yaşı olmaz.

Haberin Devamı

Anlayanın da olmaz. Böyleleri yaşıt olurlar.

***           ***         ***

Yıllar yıllar önce, Montparnasse’da bir ortak arkadaş evinde biraraya geldiğimizde, Paris’te Türk entelektüeli olmanın “olmazsa olmaz” koşullarından biri olduğu için midir nedir, yakındaki La Coupole’ün yolunu tutmuştuk o ilk gece. Jean-Paul Sartre’ın, Simone de Beauvoir’un izlerinin daha silinmediği dönemiydi Paris’in.

Paris’e o yıllarda ne vakit ayak bassam, mutlaka Cafe de la Palette’e uğrardım. Esas neden, Ömer’i görmek, onunla buluşmak idi. Sartre’ın izlerinin Ömer Uluç’la, o dahi farketmeden, yer değiştirmeye başladığı bir dönem olmalı.

Meğerse Ömer o sıralarda Fransız sanatının 30 yıllık bir zayıflık içine düştüğünü farkeder olmuş ki, “Fransız sanatının görselliğini, bence artık sanki, sanatçı olan filozoflar Baudrillard, Foucault, Derrida, Deleuze temsil ediyorlar. Onlar neredeyse sanatsal bir heyecanı Fransız dünyasına yaşatıyorlar. Ancak bu o büyümekte olan boşluğu dolduruyor mu, hiç sanmıyorum” diyor.

Haberin Devamı

Ben kendi payıma Ömer’in tanımıyla “sanatçı olan filozoflar”ın bu dört halkalı zincirini ıskaladım. Ama 20 ve 21. yüzyılların, eşi olmayan “filozof olan sanatçı”sını, Ömer Uluç’u yakaladım hiç değilse.

Ve de hemen hemen yerleştiği her duraktan ben geçerken buluştum onunla. Örneğin Berlin’de 1992 yılında Kunstwerke’de atelye sahibi olmak üzereydi, -Kant Strasse’de miydi?- daha tuvaller ve boyalar atelyeye yerleşmeden Cafe Florian’ın adresini öğrenmiştik.Berlin gecelerimiz Ömer’in kahkahalarıyla şenlenerek orada noktalanırdı.

Peki ya New York. Hangi yıldı hatırlamıyorum ama Chelsea’de açacağı sergi yerinden çıkıp, New York’un en önemli sanat eleştirmeninin de katılacağı kendisi için düzenlenen yemeği boş verdiği o öğledensonra Dylan Thomas’ı anmıştık. Galler’in ulusal kahraman mertebesindeki büyük şairinin, ağır bir içki yükünün ardından can verdiği otel gösterilmiş,“White Horse” un yolu tutulmuştu.

Haberin Devamı

Dylan Thomas, hep orada içermiş. Ölümünden önce içtiği pub da orası. Dylan Thomas’ın anısına akşama kadar sadece Galler birası içmiştik. Her vakit olduğu gibi Ömer’in alameti farikası şen kahkahalarıyla çınlayan nice buluşmanın en unutulmazlarından biriydi o.

Ömer’le çeyrek yüzyıldır, Paris’te, Berlin’de, New York’ta, Bodrum’da, İstanbul’da yaşam duraklarında, yılın dört mevsimi, her buluştuğumuzda ne mi konuştuk? Onun da tüm araştırması ve ölümsüz eserlerinin kaynağında yer alan, kendi sözcükleriyle “Bütün soru, varlık nedir? Nereden geldi?” saptaması üzerine derin fikir alışverişlerinde mi bulunduk sanıyorsunuz?

Hayır. Hiçbir zaman.

***              ***          ***

Ömer Uluç, Heidegger’in herşeyin hareket ettiğini söyleyen Herakleitos ile hiçbir şeyin hareket etmediğini söyleyen Parmenides’i birleştirdiğini ve kısa bir an içinde, hiçbir şeyin değişmediğini, sonra değiştiğini söylüyor, iki karşıt gibi görünen düşüncenin aslında birbirinin devamı olduğunu söylüyor” dedikten sonra,kendisinin o olağanüstü enerjisinin belki altında yatan “sırrı”nı şöyle açıklamıştı:

“... Şimdi tabii bu Parmenides’in anı, o an gittikçe kısalıyor. Yani bugünkü fizik, bugünkü partikül fiziği bu anın çok çok kısa, saniyenin milyarlarca biriminden bir tanesi olduğunu söylüyor. Yani ama o olmazsa varlık da olmuyor, hiçbir şey olmuyor, madde olmuyor. Yani görüyorsunuz ki burada kesişmeler var; Nietzsche’den Heidegger’e, Heidegger’den bugünün partikül fiziğine, parçacıklar fiziğinden Zen’e, yahut başka bir düşünceye, oradan bugünün yeni psikanalizine, oradan işte başka bir şeye filan. Peki bütün bunlar niye beni ilgilendiriyor? Sadece heyecan. Çok iyi bilmemenin, tam içinde olmamanın, dışarısının heyecanı...”

Ömer’le bunları hiç ama hiç konuşmadık. Her buluşmadan “heyecan” duyduk ama. Çünkü “çok iyi bilmediğimizin, tam içinde olmadığımızın” ve “dışarıda olduğumuzun” farkındaydık.

“Dışarıda” buluşmanın heyecanı hep çok keyifliydi.

***              ***            ***

Bir adaşının, Ömer Hayyam’ın bir düz çevirisini çok sever:

“Şu alacalı dünyada, ne inanır, ne inanmaz, ne varsıl, ne yoksul, yürüyen biri.

Ne yasak korkutur ne Tanrı,

Hakikate inanmaz, hiçbir şeyi hiçbir zaman onaylamaz

Şu alacalı dünyada kimdir bu korkusuz, bu üzgün adam?...”

Ve ardından sorar ve cevaplar: “Kim bu adam? Bu adamın kim olduğu belli. Hayyam’ın kendisi.”

Bana sorsaydı, “Kim mi bu adam? Bu adamın kim olduğu belli” derdim:

Ömer Uluç!

Yazarın Tüm Yazıları