Ödül verme işinin suyu çıktı!

Önüne gelen birine ödül veriyor. Ödülü alan niye aldığını bilmiyor, veren niye verdiğini bilmiyor, onları izleyenler şaşkın şaşkın ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor.

Ödül mü ödül, biri veriyor ya, sorgulama, al. Tam bir rezillik yaşıyoruz anlayacağınız. Ödül verenin bütün amacı birilerine ödül vermek ve haber olmak. Ödül alanın da amacı birilerinden ödül almak ve ne kadar ‘‘iyi’’ olduğu konusunda birilerini ikna etmek. Belki de buna bir çeşit ödül ticareti desek daha doğru olur. İşte en son Radyo-Televizyon Gazetecileri Derneği'nin ‘‘2002 Televizyon Oskarları’’ başlığı altında verdiği ödüller. Neyi kimin seçtiği de, neyin niye seçildiği de belli değil. Biz verdik oldu! Oskar Oskar olalı böyle zulüm görmemiş, Türkiye'deki gibi değersiz hale getirilmemişti... Elini sallasan ödüle değiyor. Bir ‘‘Altyazıyla en iyi ekran kapama’’ ödülü verilmemiş, ödül almayan da kalmamış. ‘‘Aman bir tatsızlık çıkmasın durumu’’ anlayacağınız. Ya da ‘‘Körler sağırlar birbirini ağırlar durumu’’ da diyebilirsiniz. Suçlu kim biliyor musunuz? Biraz Uğur Dündar, biraz Ali Kırca, biraz da Reha Muhtar. Yıllarca kendilerine Kanarya Sevenler Derneği bile ödül verse, gittiler aldılar, bir de bu ne idüğü belirsiz ödüllerin ödül törenlerini ilk haber olarak ana haber bültenlerinde yayınladılar. Onlar bu haberleri yayınladıkça haber olmak, ekranda görünmek, ‘‘imaj yaratmak için’’ bütün dernekler bu tür programlara ödül üstüne ödül verir oldular. Hatta, verdikleri iletişim eğitiminin kalitesi açısından Uganda'da bile sıralamaya giremeyecek olan bazı iletişim fakültelerinin dekanları, adlarından söz ettirebilmek için, bu tür programlara ödül yağdırır hale geldiler. Sonuç da ortada: Ödül enflasyonu. Benim anlamadığım ne biliyor musunuz, bu kadar değersiz olduğunu bile bile değerleri konusunda en ufak şüphe duymadığım bunca insan niye koşa koşa bu ödülleri almaya gidiyorlar. Niye? Bir öz-değer sorunu mu var?

İki dudak arasına sıkışmak?

Orada, bir yerlerde, bilmediğimiz, tanımadığımız ne çok yıldız var. Bunlardan bazıları daha onları bilemeden, tanıyamadan, sessizce, başımızın üstünden kayıp kayıp, uzaklara gidiyorlar. Onları uzaklara gitmeden tanımanın bir yolunu mutlaka bulmamız lazım. Mutlaka.

Benim son örneğim, Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi araştırma görevlilerinden Zafer Ekin Karabay. Zafer 12 Ağustos 1975 yılında başladığı hayat yolculuğunu 13 Eylül 2002 günü kendi eliyle sonlandırdı. İntiharını üniversite gazetesinden öğrendim. Mekan olarak da üniversitedeki odasını seçmiş.

O güne kadar adını duymamıştım. İntiharlar, sırasız, zamansız, genç ölümler, kahramanı tanımasam da hep üzer beni. Dışardan belli etmem ama bir süre için için su alırım. Zafer'e de çok üzüldüm.

Sonradan, bir dost toplantısında, Zafer'in hukukçuluğun yanında edebiyatçılığının da olduğunu, hatta engin edebiyat bilgisi nedeniyle, intiharından kısa bir süre önce Bilkent Üniversitesi'nde edebiyat alanında doktora programına kabul edildiğini öğrendim. Çok da şaşırdım. Hatta Zafer'in 'Şubatta Saklambaç' isimli bir de şiir kitabı varmış. Bu şiir kitabı 2000'de bir şiir yarışmasında da ödül almış. Hemen, bir yerlerden bulup şiirleri okudum. Şiirlerini okurken başımın üstünden farkında olmadan kayan bu 'yıldızı', yaşarken tanıyamadığım için çok daha fazla üzüldüm. 'Saklı' isimli şiir içimi dağladı. Bu şiirde ölümün ayak izlerine rastladım. Bakın ne diyor 'Saklı' şiirinde Zafer:

uyurdum, dokunduğum camlar kırılırdı

derinliğinde uykumun. Nil, gözlerimden

geçsin diye güne kirpiklerim kırılırdı.

oysa saklambaç oynayan bir çocuktu

büyüttüğüm; babasının dudaklarına

sıkışmış ve unutulmuş...

sobelendim, saklandığım saydam düşlerin

ardında. sunacak başka şeyim yoktu,

bir çocuğun bayram sabahındaki

beklentisini sundum yaşama ve tedirginliğini

oğlu savaşta bir annenin. uzak ezgisini

dinleyerek bırakıp gitmelerin.

nil güne akarken şubat gibi biriktim;

dört yıl topladığı acısını yirmi dokuzuncu

adımında gösteren. ve çıktım yaşama

onun sakladıklarını sunarak saklandığım

yerden. sonra kendime dönüp dinledim

yeniden acılarımı sordum:

yaşamın neresinde saklanmalı ozan,

ya da nasıl saklamalı yaşamı?


Ne dersiniz? Ölüm geliyorum demiş değil mi? Lütfen, Zaferlerin iki dudak arasına sıkışmalarına ve unutulmalarına izin vermeyelim (Zafer Ekin Karabay, Şubatta Saklambaç, Mayıs Yayınevi, Aralık 2002, 67 sayfa. 0-232-446 46 36'dan sipariş verebilirsiniz)

Bir şey anlatmıyor ama çok iyi güldürüyor

Analyze This'i Türkçe'ye ‘‘Anlat Bakalım’’ diye çevirmişlerdi, ‘‘Analyze That’’e ise ‘‘Anlatamadım mı?’’ çevirisini layık görmüşler. Ne denirse densin ortada bir gerçek var. Dünya sineması yeni bir komedi ikilisi kazanıyor gibi. Aynı Lorel-Hardy, Abbot-Castello ya da Yavru-Katip gibi... Yeni ikilinin adı ise Vitti-Sobel ikilisi. Sizi bilemem ama bu ikili beni çok güldürüyor. Mafya babası Vitti'yi Robert De Niro, psikiyatristini ise Billy Crystal oynuyor. Ama ne oyunculuk. İkinci filmde de biri klişe İtalyan mafya babası karakterini diğeri ise klişe psikiyatristi öyle bir 'klişeleştiriyorlarki', aralarında doğan zıtlaşmaya ve diyaloglara gülmemek için taş olmak lazım taş. İlk filmde de çok gülmüştüm, ikincide de çok güldüm. Hatta ikinci filmden daha fazla zevk aldığımı söyleyebilirim. Konu mu? Bu tür filmlerde konunun ne önemi var. Araya Oidipus kompleksi falan sıkıştırıldığına kafayı takıp da filmi kendinize zehir etmeyin. Senaryo yazarı filmin anlam ve önemine uygun olarak bir hoşluk yapmış ve Vitti-Sobel ikilisinin babalarıyla olan sorunlarına öyle bir gönderme yapmış işte. Yoksa ortada öyle ahım şahım bir konu yok. Parça parça bir sürü komik olay işte. Gideceksiniz, durmadan güleceksiniz. İki saat rahatlayıp, 'Oh dünya varmış' diye sinemadan çıkacaksınız. Filmin bir yerindeki komik bir sahne her nedense bana İbrahim Tatlıses'i anımsattı. Vitti ile yardımcısı, bir adamı, konuşturmak için bir apartmanın çatı katından aşağıya baş aşağı sallandırıyorlar. Adam korkusundan konuşunca Vitti yardımcısına 'Bırak' diyor. Yardımcısı da bırakıyor, adam kafa üstü yere çakılıyor. Vitti ekliyor 'Salak herif ben sana serbest bırak demiştim'. Tatlıses'i anımsamakta haksız mıyım? Hani Duruns...Vuruns...

Falan oldum tamam mı?

İğrenç, mega iğrenç, iğrenç ötesi, dermişim, ezik, kasma ya, manyak güzel... Son yıllarda gençliğin dilindeki moda sözcükler bunlar. Nereden buluyorlar, nerelerinden uyduruyorlar bilmem ama bence, Türkçe’ye yeni sözcük kazandırmada oldukça başarılı... Şimdilerde de yeni bir eğilim daha başladı. Uygun bir sözcük bulamadı mı cümleyi 'falan oldum tamam mı?' deyip bitiriveriyorlar. 'Geçen gün adamın biri önüme geçip bilek salladı şaşırdım falan oldum tamam mı?' , 'Baktım çıktığım çocuk kolunda bir körpeyle karşıdan geliyor. Önce ‘ne oluyoruz’ falan oldum tamam mı?' , 'Cep telefonumdan bilgisayara görüntü transferi yapabildiğimi görünce b.k gibi falan oldu tamam mı?' gibi... Aziz Türk gençliğine niye varolan Türkçe sözcükler yetmiyor acaba? Türkçe sözcük dağarcığımız artık hayatın gerçekleriyle birebir örtüşmüyor mu? Daha doğrusu güzel Türkçemizin varolan sözcükleri gençliğin yaşamına ayak uyduramıyor mu? Yoksa gençler, sadece ve sadece sözcük uydurmuş olmak için uydurmuş falan mı oluyorlar? Umarız öyledir.

Eyvan’da mutfakta biri mi var

Geçen hafta Hürriyet Cumartesi'de Figen Batur Celal Çapa'nın yeni mekanı Eyvan'dan söz ediyordu. Figen Batur oralara gider de ben aşağı kalır mıyım? Yemedim, içmedim ben de gittim. 'Koca profesör yediğini içtiğini yazar mıymış, yesin, içsin, şişmanlasın ama yazmasın' diyenlere inat olsun diye. Bir de durduk yerde, sinemaya gideceğim, eleştireceğim, bir yığın 'sinema sanattır eleştirilemez' diyen ucubeyi sinirlendireceğim; tiyatroya gideceğim, eleştireceğim, 'huysuz ihtiyarı' kızdıracağım falan, neme lazım ben paşa paşa Swissotel'in yanındaki Eyvan'a gideyim dedim... Celal Çapa bakmış gençlerden, icralık olduğu kardeşi İzzet Çapa'dan hayır yok, yine soyunmuş gözde mekan yaratma işine. İyi de yapmış. Eyvan'ın nezih ve ferah ortamını beğendim. Barın üstündeki o bir dudağı yerde bir dudağı gökte beyaz lamba yakışmamış. Bunun dışında gözüme çarpan bir şey olmadı. Mönüden hamsili pide, tel şehriyeli karides ve külbastıyı seçtim. Az daha parmaklarımı yiyordum. Olmaz böyle bir şey. Tamamı müthiş lezzetliydi. 'Mutfakta biri mi var' diye sordum. Liman'dan ve Hammam'dan tanıdığımız Resul Açıkalın varmış. Lezzetin sırrı da buradaymış. Müziğin sesi kısıkken ben ayrıldım. Ama gece yarısından sonra 'club müzik' yapılıyormuş. Kısa bir süre sonra da alt kat dans bar olarak hizmete girecekmiş. Bu hafta sonu bir denenebilir. Rezervasyonsuz gitmeyin ama. (0-212-3261100)

Cuma Takıntısı

Andante klasik müzik dergisi.

Sayı bir ve iki. Serhan Bali çıkarıyor.

Klasik müzik meraklıları için birebir.

Hatta ikiyeiki..

0216-3252713


Cuma Alıntısı

Varılacak yere aldırış etmeyen kişi nereye gittiğini sormaz

(Milan Kundera)
Yazarın Tüm Yazıları