New York’ta domuz gribinden ölmek olacak iş değil!

Yeni Armani takımınızla Madison Caddesi’nde kırıta kırıta yürürken, bir anda yere düşüp kıvrana kıvrana Salmonella ya da domuz gribi gibi saçmasapan bir virüs yüzünden ölebilirsiniz. Meksika sınırına duvar örerek kurtulamazsınız.

Sen kalk dünyanın bu en güçlü, en ilham verici kentinde, şıkır şıkır giyinmiş işine koştururken sokakta kısa boylu, eciş bücüş bir Meksikalı ile karşılaş, yüzüne hapşırsın, hasta ol. Ebola, AIDS gibi okkalı bir şey de değil, grip ol. Sonra da kalk, bu dünyanın en güçlü, en ilham verici kentinde, başına "domuz" eklenmiş adi bir grip yüzünden göz göre göre öl. Olacak iş değil!..

Nobel ödüllü ekonomist Paul Krugman, bir keresinde Amerika’nın Çin’le olan ilişkisini şöyle özetlemişti. "Biz onlara karşılıksız tahviller sattık, onlar da bize zehirli oyuncak ve bozuk balık gönderdiler. Gayet adildi."

Ben Amerikalıların Meksika’yla olan ilişkisinin de bu açıdan son derece adil olduğunu düşünüyorum. Onlar, yıllarca kaçak Meksikalı göçmenleri sosyal güvencesiz, üç otuz paraya çalıştırdı. Kaçak göçmenlerin her ay para yolladığı, Meksika’daki aileleri de Amerika’ya virüs gönderdi. Bazen domatesin içinde Salmonella şeklinde, bazen de turistlerin ciğerlerinde domuz gribi olarak.

BELEDİYE BAŞKANININ SURATI KIPKIRMIZI

Salı günü kentin belediye başkanı Michael Bloomberg’ün basın toplantısına katıldım. Sinirden suratı kıpkırmızydı. Zaten ekonomik kriz var, nereden çıktı bu domuz gribi, der gibi salon dolusu gazeteciye saldıracakmış gibi bakıyordu. İtfaiye müdürüne varıncaya dek bütün belediyeyi toplamış, arkasına dizmiş. Her şey kontrol altında, deyip durdu.

İşin büyüyeceği anlaşılınca, ertesi gün grip vakasına rastlandığı açıklanan okullardan birine gittim. 3 okul vardı, 2’si Queens’te, biri Harlem’in altında; ben Harlem yakınındaki Katolik okulundaydım. Hiçbir idareci konuşmuyor. Ancak çıkan öğrencilerin anlattığına göre sınıf mevcutları yarı yarıya düşmüş.

Güney Afrikalı din adamı Desmond Tutu’nun, globalleşme kavramını ilginç bir ele alış tarzı var. Harlem’den dönüp Midtown gökdelenlerinde çalışan onca New Yorklu’yu metroda maskelerle görünce o aklıma geldi. "Biz bir aileyiz. Dünyanın herhangi bir yerinde bir insan kendini umutsuz hissettiği sürece ne terörü yenebiliriz ne de başımıza gelecek öteki belaları" diyor Tutu.

Krugman’ın bahsettiği "adil" ilişkiyi de açıklayan kritik nokta bu sanırım. Meksika’nın doğusunda, domuz çiftlikleriyle dolu bir kentte (La Gloria) yaşayan 5 yaşındaki bir çocuktan (Edgar) başlayan hastalığın, New York’un en büyük denetim firmalarından Ernst&Young’da çalışan bir beyaz yakalıya (ismi açıklanmadı) kadar uzanabilmesini açıklayan bağ bu. Globalleşmenin son aşaması...

Herkes Tutu’nun sarf ettiği o cümlenin ruhunu şimdi çok iyi kavramalı. Ve şu gerçeği kafasına iyice yerleştirmeli:

Yeni Armani takımınızla Madison Caddesi’nde kırıta kırıta yürürken, bir anda yere düşüp, dünyanın en güçlü, en ilham verici kentinde, yerde Salmonella ya da domuz gribi gibi saçmasapan bir virüs yüzünden kıvrana kıvranaölebilirsiniz. Meksika sınırına duvar örerek kurtulamazsınız. New York’ta olsanız bile...

Meksikalılar Amerikan Papalığını İrlandalılardan almaya kararlı

Eziliyorlar, Amerika onları istemiyor ama Meksikalılar bu kötü şartlara rağmen Amerika’ya gelmeye devam ediyor. Tünel kazarak, sınırdaki polise rüşvet vererek, artık nasıl olursa... Ve böyle böyle, diğer Güney Amerika kökenlilerle, New York gibi kentlerde büyük bir demografik dönüşüme neden oluyorlar.

Artan Hispanik nüfus, en son New York Başpiskoposu’nun atanmasında bir krize neden oldu.

New York’ta Katolik kilisesini kuruluşundan beri İrlandalılar yönetiyor. Kentteki Katolik kiliselerinin isimleri İrlandalı azizlerden alınma. Amerika’nın Papalığı olarak kabul edilen Başpiskoposluk da, 167 yıldır İrlanda kökenli din adamlarının kontrolünde.

Ancak sorun şu ki, İrlandalıların kurduğu Katolik örgütlenme artık New York’a uymuyor. Çünkü yaklaşık 2 buçuk milyon olduğu düşünülen kentteki Katoliklerin yarıdan fazlasını, şimdi Meksikalıların başını çektiği Hispanikler oluşturuyor.

Önce kiliseler yetmemeye başladı. Buralara kendi azizlerinin isimlerini koydular. Sonra da başpiskoposluğu istemeye başladılar. Madem çoğunluk biziz, bizden biri yönetsin, diye...

Geçen ay ortasında, 5. Cadde’deki St. Patrick’e yeni atanan başpiskoposun törenini izlemeye gittim. Sürekli gülüyor diye gazeteciler çok seviyor. Suratsız din adamı imajını değiştireceğini düşünüyor. Halbuki dışarıda turistlerden başka kimse yoktu. Çünkü kentteki hiçbir Hispanik, Vatikan’ın yaptığı atamadan memnun kalmamıştı.

Galiba, o gün Amerika’nın İrlanda kökenli son Papa’sını gördüm ben.

Doktor mu yoksa doktorluk bilgisi olan bir ünlü mü?

New York’ta biraz adımı duyurayım, sonra bir an evvel İstanbul’a dönüp Nişantaşı’ndakilere çanta satayım diye düşünen 2. sınıf modacılar gibi değil. New York’un en iyi doktorlarından biri.

Ayrıca New York’ta iş yapmak için kebapçılarda vakit geçirip kendine Türklerden oluşan bir çevre yaratması da gerekmiyor. Amerika’nın doktoru çünkü. Mehmet Öz değil, Mehmet "Oz"!..

Bir New Yorklu ve Amerika’nın en ünlü, en başarılı Türk’ü ama kendini konumlandırmasıyla ilgili ciddi bir sorun var. Hazır domuz gribi haftasındayken, New York’ta Öz hakkında devam eden bir deontoloji (meslek ahlakı) tartışmasını anlatmak istedim.

Öz’ün danışmanlık yaptığı Real Age adında bir internet sitesi var. Gerçek yaşını hesaplama vaadiyle insanlardan kişisel bilgi toplayan, Türkçe de yayınlanan bir sağlık portalı aslında. İşte bu Real Age’in, elindeki müşteri bilgilerini ilaç şirketlerine sattığı anlaşıldı. İstatiksel olarak değil, isim isim. Olayı New York Times ortaya çıkardı, Hürriyet de haberi verdi.

Tanıklara rağmen şirket iddiaları reddetti. Ancak kimse şirketin ne dediğiyle ilgilenmedi elbette. Herkes, Mehmet Öz’e döndü. Düzenli olarak konuk olduğu, Amerika’nın en popüler talk şovcusu Oprah Winfrey’in programında sürekli Real Age’i tanıtan Öz’e.

Ben de aradım Öz’ü. New York Presbyterian Hastanesi’ndeki yardımcısı, görüşme talebimi e-posta ile bildirmemi istedi. Bunun üzerine bilgilerimi bir forma ekledim, yolladım. Ancak gelen cevapta, formu, Harpo ve Sony şirketinden iki kişiye yollamam isteniyordu.

Harpo, Oprah Winfrey’in yapım şirketi. Sony ise Harpo’nun Mehmet Öz’e bir televizyon programı hazırlamak için ortaklık kurduğu yapımcı. Sonbaharda, Öz artık Oprah’a konuk olmayı bırakıp kendi programını yapmaya başlayacak ve yapımcısı da Oprah ile Sony olacak.

Bir cerrahla yaptığı iş hakkında konuşabilmek için televizyonculardan izin almak yeterince garip. Ancak daha garibi, ben Öz’le konuşamadan, iki yapımcının bana Öz’ün ağzından cevap göndermesi oldu. Sorulmamış sorulara cevap göndermesi...

Mehmet Öz’ü tarif etmenin en kolay yolu, baştaki gibi, ne olduğundan çok, ne olmadığını anlatmak belki de. Şimdiye kadar en fazla, "medyatik doktor" diyebilirdiniz. Ancak böyle bir deontoloji tartışmasında işi Harpo ve Sony’ye bıraktığına göre, doktordan ziyade, doktorluk bilgisi olan bir televizyon figürüne dönüşmüş demektir. Kendini artık bir doktor gibi değil de, bir ünlü olarak konumlandırıyor demektir.

Harikulade bir tıp kariyeri olan, New Yorklu bir ünlü...
Yazarın Tüm Yazıları