Hikâyeniz nerede başlıyor?- Almanya’da. Ailem, Almanya’ya giden birinci kuşaktan...
Almanya’da bir Türk olarak zorlandınız mı?
- Dünyanın her tarafında azınlık olmak zor. Ama ben çok iyi Almanca biliyorum. Yaşadığın yerin diline hakimsen, kendini iyi ifade edebiliyorsan duvarları yıkabilirsin, önyargıları da... Ben bir Alman gibi Almanca konuşuyorum. Yoksa Almanya’nın en prestijli konservatuvarlarından birine giremezdim, yılda sadece 10 kişi kabul ediyorlar.
Kendinizi ne kadar Alman, ne kadar Türk hissediyorsunuz?- Soğukkanlılık ve iş disiplini konusunda tam bir Almanım. Ama duygusal meselelerde Türküm. İki kültürün de iyi taraflarını bünyemde birleştirmeye çalışıyorum.
Almanya maceranız 20 yıldan fazla sürmüş...- Evet evet, 23 yıl. Hem de kesintisiz, dolu dolu. Büyük bir bölümü de Berlin’de geçti. Hem okudum hem çalıştım hem de kendime hayal ettiğim bir hayat kurdum. Almanya’nın bütün şehirlerine turneye gittim. Son görev yaptığım Stendal Devlet Tiyatrosu’nda çalışırken, ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü aldım.
Bu kadar sevilen ve aranılan bir oyuncuyken, hangi akla hizmet Türkiye’ye geldiniz?- Türkiye’ye nefes almak için geldim. Daha doğrusu kaçtım!
Neden ve kimden kaçtınız?- Alman bir sevgilim vardı: Simone. Ondan kaçtım. Başta her şey iyiydi. Ama sonra, kendimi bir gerilim filminin içinde buldum. Çok çok tehlikeli bir ilişkiydi. Canımı kurtarmak için de Türkiye’ye kaçtım.
Simone’la ilişkiniz nasıl başladı?- O da bu sektörün içindeydi. Sanat yönetmeniydi. Ama başka bir ortamda tanıştık. Ben Latin danslarını çok severim. Almanya’da boş zamanlarımda Latin kulüplerinde dans ederdim. İşte o gecelerden birinde, 2-3 saat hiç durmadan dans ettik. Zaten sonra olanlar oldu.
Ne oldu?- O kadar çok şey oldu ki! Hastalıklı bir ruha sahipti. Çok sevmek, kıskanmak filan değil, daha ötesi, daha fenası. Ben onun için şekillendirebileceği bir oyuncak gibiydim. Uyanık gibi görünsem de, iyi niyetli ve saf bir adamım. Defalarca evimi bastı, kapıyı açmadığım zaman, saatlerce zile basar, taciz ederdi. Arkadaşlarıma gittiğimde rezillik çıkartırdı. Çalıştığım yerlere gelip, kendini yerlere atar bas bas bağırırdı. Gecenin bir vakti arar, intihar ettiğini söylerdi. Üzerime araba bile sürdü. Bütün bunları, ilişkimizin yürümediğini, ayrılmamız gerektiğini söylediğim zaman yapardı. 24 saat yanında olmamı, ondan başkasıyla görüşmemi falan
istemiyordu. Yani o, ‘Gel’ deyince gelecek, ‘Git’ deyince gidecektim.
Tam Glenn Close’muş yani!- Aynen. Glenn Close ile Michael Douglas’ın Öldüren Cazibe filminde ne yaşandıysa, aynısını yaşadım. Eksiği yok fazlası var. Psikopattı. Bir insan, 9-10 saat hiç durmadan bir evin ziline basar mı? Onunla yeniden bir araya geleyim diye, kanser olduğunu bile söyledi. Çok vakit geçiriyorum diye tiyatroyu bile basmıştı. Bir gölge gibi hep peşimdeydi. Nefesi her an ensemdeydi. Diyorum ya, nefes alamıyordum, öleceğim filan zannettim! Sonunda da jiletledi beni...
Yok artık! Gerçekten mi?
- Evet. Bir gün evdeyiz. Duş almak için banyoya girmiştim. Banyodayken, okuduğum kitapları karıştırmaya başlamış. Kitaplardan birinin arasında, ondan dört yıl önce aşık olduğum bir kadına yazdığım mektubu bulmuş. Neyse banyodan çıktım, bu bağırarak, küfürler savurarak üzerime gelmeye başladı. Tam yumruk vurmaya çalışırken, elinden tuttum. Meğer, parmaklarının arasına jilet saklamış. Elimi çektim ama başparmağım boydan boya kesildi. Birkaç milim kaysa, tendonum kesilecek ve o parmağımı bir daha kullanamayacaktım...
Daha fena şeyler yapacağından korktunuz mu?- Tabii ki! Ama Allah’tan arkadaşlarım vardı. Onlar hep yanımda oldu, bana güç verdiler. Sonra kapağı Türkiye’ye attım ama beni burada da buldum.
Nasıl yani?- Adresi öğrenmiş, atlamış peşimden gelmiş. Hiç unutmam bir kış gecesi, dışarıda lapa lapa kar yağıyor. Bir tıkırtı duydum. İlk önce, rüzgarın sesidir falan diye ilgilenmedim. Fakat ısrarla kapıya ve cama vurulduğunu fark edince, kalktım pencereyi açtım. Bir baktım karşımda Simone. Saat sabaha karşı üç...
Korktunuz mu?
- Yok. “Burası Almanya değil güzelim, geldiğin gibi gideceksin!” dedim. O gecenin sabahı, kolundan tuttuğum gibi havaalanına götürdüm. Almanya’dayken başımın belaya girmesinden hep tırsıyordum. O da bunu bildiği için sürekli üstüme geliyordu. Ama burada aynı performansı gösteremedi. Kös kös geri döndü.
SEMA BEYAZ ATLI PRENSESİM
Ve hayatınız Türkiye’de devam ederken, bir gün bir gazeteci, Sema Eren size röportaja geldi. Ne sordu da sonu aşkla bitti? - Derdest dizisini çekiyordum. Sema’ya röportaj için bir saat verilmiş. O gün de işler ters gitti, benim çekimim uzadı. 45 dakika kadar beklemek zorunda kaldı.
Bu duruma çok sinirlenmiş. Tam gitmek üzereymiş. Ben röportaj yapacağımız yere geldiğimde, arkası dönük bir kadın gördüm. Üzerinde jean, topuklu ayakkabı ve bir tişört vardı. İnanılmaz güzel görünüyordu. Tam çıkmak üzere kapıya döndüğünde, göz göze geldik. Çok sinirliydi. Sinirini yumuşatmak için bir gülücük attım, özür diledim. Ortam sakinledi ve röportaja başladık.
Nesine vuruldunuz Sema’nın?
- Ellerine. Çok güzel, güçlü duran elleri vardı. Sonra gözlerine. Gözlerindeki masumiyet fark edilmeyecek gibi değildi. Hani hayatta beklediğiniz bir şey vardır ya, Sema benim için beyaz atın üzerindeki prensesti. Hayalimdeki kadın profiline fiziğiyle ve kişiliğiyle birebir uyuyordu.
Gerisi nasıl gelişti? - Uzun bir süre röportaj çıkmadı. Bu da, onu aramam için iyi bir bahaneydi. Röportaja bir şeyler ekleyeceğimi söyleyerek, onunla yeniden buluşmayı önerdim. İlk başta kabul etmedi ama ısrar edince, bir kez daha bir araya geldik. O günden sonra da bir daha hiç ayrılmadık zaten. Son buluşmamızda ona olan hislerimi açık açık anlattım. Sanırım kalbini çalmayı başarmışım ki, bugün Allah nazarlardan saklasın mutlu bir evliliğimiz var.
Sizin için mesleğini bıraktı, bir de çocuk doğurdu...- Mesleği bırakmadı. Sadece çocuğumuz olduğu için biraz ara verdi. Gazeteciliği bırakamayacak kadar işini seviyor. Bir-iki ay içinde o güzel röportajlarına kaldığı yerden devam edecek.
Bir magazin gazetecisiyle birlikte olmak nasıl bir şey? Allah korusun, bir halt etseniz hemen haber verirler değil mi Sema’ya?- Hem de nasıl! Zaten bir yere gittiğim zaman, bana “Nereye gidiyorsun?” diye sormuyor bile. Meslektaşları, tanıdıkları “Abla, enişte burada diye” hemen arıyorlar onu.
Nasıl bir hayatınız var? Neler yapıyorsunuz birlikte?- Günün çoğunu birlikte geçiriyoruz. İşimle ilgili bana inanılmaz destek. İş dışında, Beykoz’da sandal kiralayıp, balık tutuyoruz. Böyle basit zevklerimiz var. En son balık tutmaya gittiğimizde üç kilo istavrit yakaladık. Ama bizi en mutlu eden şey, sabah oğlumuz uyandığında onu yatağımıza alıp dakikalarca oynamak...