Masal şehir: Marakeş

Çölün soğuk gecesinde gökyüzünün sonsuzluğuna bir kez daha şaşırdım. Marakeş kentinde ise zamanın durduğunu gördüm.

Kızıl kahverengiye boyanmış bu kentin kalbi olan Camaa el Fna adlı meydanında kendimi bir masalın içinde dolaşıyormuş sandım.

İlk bölümünü geçen hafta anlattığım Fas yolculuğu, kelimenin tam anlamıyla soluk soluğa geçiyordu. Uğradığımız her yeri bir koşu geziyor, sonra yolumuza devam ediyorduk. Hedefimiz çöldü. Nissan firmasının uzman hocaları, bize kum tepeleri arasında nasıl araba kullanılacağını öğretecekti. Önce Kazablanka, ardından güneyde çöle komşu Ourazazate kenti... Geçen hafta anlattığım görüntülerden sonra Cezayir sınırına doğru konvoy halinde hareket etmiştik.

Önce bir kasabada naneli çay, ardından bir başka kasabada yemek (Tajin, kuskus) molası verdikten sonra, nihayet çölün başlangıcına ulaştık. İlk eğitimi bu küçük kum tepelerinde alacaktık. Fransız hoca Manuel, önce işin tekniğini anlattı. Arazi vitesi sürekli "4 Low" da olacaktı. Kum tepesine tırmanış başlamadan vites üçe geçirilecek, debriyaja hiç basılmayacak, ayak gazdan hiç çekilmeyecekti. Kum tepesinin zirvesinde, hem çok dikkatli olunacak hem kesinlikle frene basılmayacaktı. Tepeye yan girilmeyecekti. Bu arabanın takla atmasına neden olabilirdi. Kesinlikle patinaja izin verilmeyecekti. Yoksa tekerlekler hemen kuma gömülürdü. Arabanın kaydığı tarafa doğru direksiyon kırılacaktı.

Manuel daha bir çok şey anlattı ama, hepsini yarım kulak dinledim. Bu öğreneceğim bilgilerin, bundan sonraki yaşam diliminde işime pek yaramayacağına inanmıştım nedense. Grubumuzdaki genç arkadaşlar ise Manuel’in anlattıklarına dikkat kesilmiş, hatta işi daha da ciddi boyutlara taşıyıp, not bile tutmuşlardı. Beni çölde araba kullanmaktan çok, çölün kendisi ilgilendiriyordu. Çünkü ben bir çöl hayranıydım.

MİLYONLARCA YILDIZ

Bir-iki saat süren ilk dersten sonra tekrar yola koyulduk. Yol yavaş yavaş daraldı, bozuldu sonra yok oldu. Artık çölün içindeydik. Henüz kumun mutlak hakimiyeti başlamamıştı. Top top sarı çalılar, kaktüs benzeri ağaçlar yaşama dair görüntüler sunuyorlardı. Alacakaranlık basarken bir köyde durduk. Manuel, cep telefonlarının kullanılabileceği son noktanın burası olduğunu söyledi. Bir acele evlere son haberleri uçurup, vedalaştık. Bilinmeyen bir dünyanın kapısından girip, kayıplara karışacaktık sanki. Alt tarafı, iki gün dünyayla ilişkimiz kesilecekti. Büyük kentlerde bu kayboluşun özlemini yaşamıyor muyduk hep!..

Yeniden çölün iç kesimine doğru hareket ettik. Sağımızdaki Atlas dağları önce morardı, sonra karardı, bir süre sonra da kayboldu. Önümüzdeki kum tepeleri de durmadan renk değiştirdi. Güneş son ışıklarını toplayıp giderken, kum tepeleri kahve telvesi gibi koyu kahverengiye dönüştü.

Yol, tabela, ışık hiçbir şey yoktu. En öndeki Faslı sürücünün peşine takılmış gidiyorduk. Yönünü, yolunu nasıl buluyordu acaba? Büyük bir olasılıkla, uzaydan aldığı sinyallerle yol gösteren GPS kullanıyordu. O gitti, biz izledik ve yaklaşık 3 saat sonra, kıl çadırlarla çevrilmiş bir kampa ulaştık. Çadırların ortasındaki alan halılarla kaplanmıştı. Ortalık yerdeki sabit bir mangalda odunlar çıtırdıyordu. Çadır kapılarına gaz fenerleri asılmıştı.

Bana ayrılan çadıra girip hemen kat kat giyindim. Çöl gecelerinin ne kadar soğuk olduğunu, daha önceki çöl gezilerimden öğrenmiştim. Onun için çantama soğuk geceler için kalın bir kazak atmıştım. Sonra bir içki alıp, mangalın kenarındaki minderlerden birine çöktüm. İşte en çok sevdiğim anlardan biriydi. Karanlık ve sessizlik beni her şeyden saklamıştı.

Yemekten sonra (yine Tajin ve kuskus), çadırın arkasındaki bir kum tepesine uzanıp gökyüzüne dalıp gittim. Yukarıda milyonlarca yıldız parlıyordu. Onlara baktıkça, yaşamın neden sadece dünyada olduğuna bir türlü akıl erdiremiyordum. En küçük yıldızlar, en uzak olanlar mıydı acaba? Gördüklerim kaç asır öncesinin görüntüleriydi? Bir yıldız uzun uzun kaydı ve yok oldu. Karanlığı dinleyince, bir çok ses duyar gibi oldum. Aslında bunlar, sessizliğe alışmamış kulaklarımdaki çınlamalardı. Kaldığım bütün çöllerde bu sesleri duymuş, gökyüzüne bakıp hep aynı soruları sormuştum kendime.

Soruların ardı arkası gelmeyince, çadıra gidip, kalın battaniyeyi başıma çektim ve gökyüzü ile ilişkimi kestim.

ÇÖLÜN ŞARKISI

Sabah alaca karanlıkta kalkıp çadırdan çıktım. Tan yeri yeni yeni kızarıyordu. En yüksek kum tepesine tırmanıp, güneşin doğuşunu seyretmek istiyordum. Kum henüz soğuk olduğu için yürümekte zorlanmıyordum. Amacım çölün şarkısını dinlemekti. Faslı yazar Driss Chraibi bir kitabında, çölün gün ağarmadan birkaç saniye önce şarkı söylediğini yazmıştı. Tepeye oturup beklemeye başladım. Güneş doğarken, toprağın bebeğini emziren bir anne gibi yavaş yavaş nefes aldığını duyduğumu sandım. Ama şarkı söylediğini işitemedim. Atlas dağlarından gelen rüzgarın şarkıları önüne katıp götürdüğünü düşündüm.

Çölde iki gün hep aynı geçti: Gündüzleri kumda sürüş kursu, akşam mangal başı sohbeti, tajin ve kuskustan oluşan yemek, çadırcılardan kurulu orkestranın yaptığı yerel müzik ve herkes yattıktan sonra gökyüzüne bakarak evrenin sonsuzluğunu düşünmek...

Üçüncü gün sabahı erkenden, kumlar henüz sertken tekrar konvoy halinde Marakeş’e doğru yola koyulduk. Çölden sonra toprak renkli kasabaları, köyleri, vahaları geçip, karlı Atlas Dağları’na tırmandık. Uçurumlara teğet geçtik, buzlu virajlarda nefesimizi tuttuk, sonunda bir vaha kenti olan masal diyarı Marakeş’e geldik. Fas’ta her kentin bir rengi vardı. Rabat beyazlara bürünmüş, Fez maviyi seçmiş, Meknes yeşile boyanmış, Marakeş’te kızılkahveyi sevmişti.

İNANILMAZ BİR MEYDAN

Otelim, kentin modern bölümündeydi. Çevrede, balkonlarından sarmaşıklar sarkan lüks apartmanlar, palmiyelerin süslediği çiçekli bulvarlar, birbirinden güzel oteller vardı. Burası bir zengin bir Akdeniz kentini andırıyordu. Ama asıl Marakeş burası değildi. Masalın içine girebilmek için Kutubia Camii’ne doğru yürümeye başladım. Önce dünyanın en ünlü otellerinden biri olan Mamoumia’nın önünden geçtim. Camiye yaklaşınca kendimi bir başka Marakeş’in içinde buldum. Caddellerde at, eşek arabaları, taksiler, otobüsler, faytonlar, çoğunluğunu kadınların kullandığı mobiletler, bisikletler bir karmaşa içinde gidip geliyorlardı. Kutubia Camii’nin bir köşesinde toplanan bir gurup, peygamberin karikatürünü yayınlayan Batılı ülkelere lanetler yağdırıyorlardı. Çocuklar ise tüm bu koşuşturmanın içinde, caminin bahçesinde çift kale maç yapıyorlardı.

Bütün bu karmaşa beni kentin kalbi olan "Camaa el Fna" yani "Ölü Canlar" meydanına sürükledi. Bir zamanlar mahkumların idam edildiği meydana gelince önce şaşırdım. Bir başka zamana geçtiğimi, bir masalın içine düştüğümü sandım. Ben böyle bir manzarayı hiçbir kentte, hiçbir ülkede, hiçbir filimde görmemiştim. Akıl almaz görüntülerin tam ortasında kalmıştım.

Yılan oynatanlar, diş çekenler, saç kesenler, yanık sesli şarkıcılar, çalgıcılar, tefçiler, maymununu sırtınıza koymaya çalışanlar, dans edenler, orta oyunu oynayanlar, sihirbazlar, cambazlar, ateş yiyicileri, sokak kumarbazları, dövmeciler, falcılar, masal anlatanlar, kına yakanlar, satıcılar, dilenciler, rengarenk çarşaflarıyla kadınlar, cellabilerine sarılmış erkekler... Bu kargaşanın içinde dolaşırken kendimi bir masal kahramanı gibi hissediyordum. Meydanın bir köşesine de uzun masalar ve sıralar konmuştu. Burası duman altı olmuş bir yerdi. Izgaralarda şiş kebaplar sıralanmıştı. Kuyruğa girenlerin kimi Tajin, kimi kuskus, kimi humus, falafel alıyordu. En uzun kuyruk ise haşlanmış salyangoz satan tezgahın önündeydi.

Yoruluncaya kadar dolaşıp, sonra caminin nispeten sakin bir köşesinde bir duvara oturup, bu meydanı nasıl anlatacağımı düşündüm. "Camaa el Fna" kelimelerle tarif edilemezdi. Burası ancak görsel ve işitsel anlatılabilirdi. Bir dahaki sefere buraya bir kamera ile gelmeye karar verdim.

Sonra, bizim Kapalıçarşı benzeri suka girdim. Kalabalıkları yara yara vitrinlere baktım. Sıkı pazarlıklar yaptım. İkram edilen tatlıları tattım. İyiden iyiye yorulunca da, bu masaldan çıkıp otelimin yolunu tuttum. Bu kadar kısa bir sürede Fas’ın keşfedilemeyeceğini bir kez daha anladım. Hele Marakeş’in ruhuyla tanışabilmek için, günlerce bu masalın içinde dolaşmak gerektiğine inandım. Ertesi gün, havaalanına doğru hareket etmeden önce, suktan aldığım mavi bir boncuğu, bir palmiyenin kızılkahve püskülüne bağladım. Onun uğuru sayesinde bu kente bir kez daha geleceğime inandım.
Yazarın Tüm Yazıları