Küçük Gelin ve Samanyolu sendromu

Küçük Gelin sonunda pazar gününün birincisi oldu. Samanyolu dizilerinin izlenmesinin yapım kalitesiyle ilgisi yok.

Haberin Devamı

Bu yükseliş, onları yukarıya taşıyan izleyicinin yaşadığı ‘Stockholm sendromu’yla ilgili.

Samanyolu TV dizilerini TOTAL sıralamasında ilk beşlerde görüp şaşırma devri kapandı. Şefkat Tepe, Küçük Kıyamet, Küçük Gelin, İki Dünya Arasında gibi diziler, bu işi hakkıyla yapanlara küfür gibi. Ama hiç önemli değil. Daha kötü olsa da izlenirdi.
Kanal, her yayınıyla bugün güce sahip olanların hayata bakışını yansıtıyor. Her şeyiyle paranoyak, benmerkezci, koyu ahlakçı, ajite. Reyting kraliçesi Küçük Gelin, normal şartlarda kimsenin ruhunun el verip de izleyebileceği bir şey değil. Çok kötü oyunculukları, rüküş prodüksiyonu, ağdayı, klişeyi, teknik şakaları konu bile etmiyorum. Bu hikâye, çok net söylüyorum, stabil ruh halinde bir kişinin rahatsız olmadan izleyebileceği bir şey değil. Küçük Gelin dediğimiz kız (Zehra) bir çocuk. Hakikaten küçücük bir çocuk. Dizi başladığında bebekti. Ben ilk bölümde annesinden anormal anlamsız bir şekilde kaçırılıp o arabada ağlaya ağlaya köydeki birilerine satılmasından bile önümde yavru kedi kesiyorlarmış gibi rahatsız oldum. Oysa, bu daha hiçbir şeymiş. Zehra her bölümde türlü acıya, dayağa, sömürüye maruz kaldı. Samanyolu dizileri için reklam kuşağı kadar doğal gelişen kadın/çocuk dövme, asma, boğma, tecavüz etme sahnelerinden ortaya karışık bir klasik yapıldı.
Bu tip olaylar Batı dizilerinde sezonun en vurucu, seyirciyi irkilten anında belki bir risk alarak yazılır. İşin içine çocuk, ergen, bebek girdiği anda en ‘asi’ dizi bile sterilleşir.
Bırakın babanın kızını öldürmesinin normal karşılanmasını, dövmesi bile travmatiktir.
Seyirciyi feci huzursuz eder. Amerikan dramaları böyle hikâyelere nadiren bulaşır. Aile ne olursa olsun korunur. Seyircinin ruhunu örselemek hiçbir yapımcının işine gelmez.
Bizse o kutsal aile yapımızın hastalıklı temsiline karşı bir nevi ‘Stockholm sendromu’ içindeyiz. Şiddet gördükçe seviyor, baskı arttıkça otoriteye ve tüm temsillerine daha kayıtsız şartsız sadakat gösteriyoruz. Ne kadar ajite, sapkın, tenasül odaklı ve gaddarsa o kadar tutuyor bu diziler. Ruhumuzu inciten şeyler ne kadar belden aşağı vurursa, aşkın şiddeti o kadar artıyor.
Öte yandan, Samanyolu TV’den dinleyecek olsanız derdi kanayan yaralara parmak basmak. Böyle deyince ulvi bir işe kalkışılmış olunuyor herhalde. Diyelim ki, gerçekten ülkenin acısına kayıtsız kalmayalım diye yola çıktınız. Öyle olsa bile basmayın kanayan yaramıza parmak filan. Bu nasıl bir canilik sevdası?
Mesele sadece Küçük Gelin değil. Küçük Kıyamet adındaki abominasyonun her bölümünde ayrı bir acımasızlık var. Küçücük kız hamile kalınca (kirlenince), okula yollar gibi öldürmeye yollayan anne, samanlıklarda ‘iğfal edilen’ ergenler, ‘Hacıyım ben hacı!’ diye hönküre hönküre kızının karnına üst üste tekmeleri gömerek öldüresiye döven baba (bir yandan bebeği de öldürmeye çalışıyor herhalde), ‘temizle bu lekeyi’ diye eline kendisini vurması için silah tutuşturulan kızcağız... Bunlar hep güneşin doğması kadar doğal meseleler.
Şefkat Tepe’deki bebek cesetleri de sopayla dövülen kadınlar da asılan, yakılan, işkence gören çocuklar da...
Küçük Kıyamet’in tanıtımında dizi ‘Azrail’in can alma ritüeli’ni nefis efektlerle anlatmasıyla övünüyor ya, evet, Azrail’in can alma ritüeli bu olmalı.
Bir haftanızı STV başında geçirirseniz, kanınızın damarlarınızdan ılık ılık çekildiğini hissedebilirsiniz. Önce ürkseniz de kısa zamanda geçer. Koca dayağından perişan kadınların bir süre sonra “Hak ediyorum da ondan dövüyor” dediği o son noktaya gelip, teslimiyet bayrağını çekersiniz. Ama hak etmiyorsunuz. Hak etmiyoruz. Bu kadar da bitmedik. Ölmedik daha.

Yazarın Tüm Yazıları