İşte Bizans!

Son günlerde ‘‘Bizans'ta Günlük Yaşam’’ adlı bir kitap okuyorum. Tamara Talbot Rice adlı bir Bizans uzmanının kaleminden çıkmış sıradışı bir araştırmadan söz etmekteyim. Bizde tarihin sıkıcı bir ders olarak algılanmasının en önemli nedeni, öncelikle yalınkat bir anlatımdan kaynaklanır. Bir bilim dalı olan tarihi nedense, sürü sepet tarihler ve isimler bulamacına benzetmişiz. Sebep-sonuç ilişkilerinin kurulamaması başlı başına vahim bir durum. Daha önemlisi, bir tarih felsefesinin derinliğinin, en azından ders kitaplarında, hemen hiç görülmemesi. En kötüsü ise, beş paralık kıymeti olmayan kurusıkı bir milliyetçiliğin bizimki de dahil birçok ülkede en çok tarih alanında ortaya çıkması.Tarih eğitimi, devletin resmi ideolojisinin genç beyinlere zerk edilmesi için vazgeçilmez bir araç sayıldığından bu durum hiç değişmez. En azından Cumhuriyet döneminin anlayışı başka türlü açıklanamaz. Tarih kitaplarımız bu açıdan Türk filmlerine benzer. Tiplemeler, bir okul çocuğunu bile kandıramayacak ölçüde siyah-beyazdır. Ders kitapları tarihi bir Zerdüşt rahibinin gözüyle iyinin ve kötünün çatışması olarak yorumlamakta inanılmayacak ölçüde ısrarlıdır. İyiler bir melek kadar saf ve temiz, kötüler ise bir zebani karakterinde resmedilir. Bizden olan her şey iyi, bize karşı olan her şey de kötüdür. ‘‘Biz’’in tanımı ise, son iki yüzyılın dargörüşlü milliyetçilik anlayışıyla belirlenir.Oysa gerçekler, her zaman olduğu gibi, resmi ideolojinin söylemek istediğinden çok farklı. Yunanlıların ‘‘Küçük Asya felaketi’’ diye adlandırdığı Milli Mücadele'deki Türk-Yunan çatışmalarından ötürü Cumhuriyet'in tarih anlayışı Yunanlılara referans verirken çok ihtiyatlı davranır. Eski Yunan Batı uygarlığının temel taşı olarak yer yer zikredilse bile, Türk-Yunan ikilemi hep başağrıtıcı bir öğe sayılmakta devam eder. ‘‘Bir halk, bir devlet, bir şef’’ anlayışına balı olarak azınlıklar da aynı başağrısının bir devamı sayılmış. Hele Anadolulu Rumlarını ‘‘mübadele’’de bile bitirememiş olmak, ihtiyatlı yaklaşımı sanki daha da zorunlu kılmış gibi görünür. Fatih Sultan Mehmet'i ‘‘iyi’’ bir Osmanlı imparatoru sayıp adını Türk tarihinin şanlı sayfalarına koymuş olmak, bizim gözümüzden sözkonusu sultanın kendisini Bizans tahtının varisi saymış olduğu gerçeğini gizler. Hele II. Mehmet'i herhalde Hıristiyan dünyasının en büyük kalelerinden birini fethetmiş olmasından ötürü yere göğe koyamayan İslamcı yazarlar, bu açıdan acınacak bir zavallılık sergilerler.Favorileri işkembe ve güveçBu arada yazar, bazı Bizanslı ünlülerin sos düşkünlüğünden, küçük zeytinlere merakından, -kitapta ‘‘beyazlatılmış’’ diye tercüme edilmiş olmasına karşılık doğrusu ‘‘az haşlanmış’’ olan- defne dallarına ilgiden ve Hindistan'dan getirilmiş taze ot ve baharlara verilen değerden de söz ediyor. Demek egzotizm zamandan ve mekândan münezzeh bir beşeri merak!Tamara Rice'ın Bizans yemekleriyle ilgili verdiği bilgiler içinde çok dikkat çekici olanlarından biri de, domuz budu kızartmasına olan popüler ilginin yanı sıra, Konstantinopolis'te bol miktarda ördek ve balık yeniyor olması. Bir de çorba merakından söz ediliyor. ‘‘Çoğu çok ayrıntılı olan ve pişirilmeleri çok uzun süren çorbalar’’dan bahsedilmekte. İşkembe ve güveç de o günkü hemşehrilerimizin favori yemekleri arasındaymış. Eski İstanbulluların ‘‘soğukluk’’ tabir ettiği yemekten sonra mutlaka sofraya getirilen meyveler ve yakın zamana kadar sık sık bizim de sofralarımızı süslemiş olan hoşaf ve kompostolarda da tipik bir Bizans geleneği değil miymiş meğer? ‘‘Peynir ve çiğ ya da haşlanmış meyve çok sevilirdi’’ diye yazan Rice, ‘‘elma, kavun, karpuz, incir, hurma, üzüm ve şamfıstığı her zaman sofrada yer alırdı’’ diye ekliyor.‘‘Bizans'ta Günlük Yaşam’’ı okuduğunuzda buraya sığdıramadığım daha nice şeyi öğreneceksiniz. Tabii bunlar yemekle asla sınırlı değil. Devlet büyüklerinin alayü vâlâ ile şehrin girişinden itibaren devlet görevlilerince cümbür cemaat selametlenip karşılanmalarının, her çeşit boşinanca olan düşkünlüğün, kentin gecekondu sorunlarının bir türlü çözülememiş olmasının ve daha nice ayrıntının gündelik hayatımızdaki yansımasını görmek de Bizans tarihini ve bizim o tarihle bağlantımızı bilmeyenleri şaşırtacak kadar ilginç.Fransızlar çok girift entrikaları, ipe sapa gelmez tartışmaları Bizans'la bağdaştırır ve inanılmaz ve gereksiz debdebe ile karşılaştıklarında ‘‘İşte Bizans!’’ derler. Bunun ne kadar gerçekçi bir teşhis olduğuna inanmayanlar Türkiye'nin bugününe bakarak kolayca hüküm verebilir.Resmi ideolojiye karşı gerçeği söylediğini iddia edenlerin hali de resmi ideoloji yanlılarından pek farklı değil. ‘‘Yalan Söyleyen Tarih Utansın’’ diyenlere benim sorum, Fatih'in annesinin hayatı boyunca inancı tam bir Hıristiyan olarak yaşayıp imanını koruyarak bir Ortodoks manastırında ölmesini neden görmezden geldikleri olacak. Yine aklımı hep kurcalayan bir soru, niçin uzun süre Osmanlı sikkeleri üzerinde başkentin adının ‘‘Konstantiniyye’’ diye anılmış olması. Üniversitedeki Selçuklu ve Osmanlı tarihi hocalarımız -ki bunlar arasında Dr.Heath Lowry'yi minnetle anmaktayım- bütün bunların cevabını bulmamıza yeterince yardımcı olmuşlardı. Ancak bu cevaplar benim gibi mütevazı bir yemek yazarını bambaşka bir tartışma alanına sürükleyeceği için, bunları burada münakaşa etmemem herhalde hoş görülür.Çağımıza yakın mönüÇok tekrarlanan her şeyden şüphe etmeyi bize lise yıllarımızda sıkı sıkı tembihlemişlerdi. Bu, Galatasaray Lisesi'nin en önemli özelliklerinden biridir. Böylesine güzel öğüt, hayatım boyunca hep kulağıma küpe oldu. Prof. Süheyl Ünver'in ‘‘Fatih Devri Yemekleri’’ ve ‘‘Tarihte 50 Türk Yemeği’’ adlı çok değerli araştırmalarını ilk okuduğumda dikkatimi en çok çeken, yazarın Fatih dönemi Türk mutfağının Bizans'tan hiç etkilenmediği yolundaki inanılmaz ısrarı olmuştu. Oysa her iki eserde de zikredilen deliller neredeyse bunun tam aksini göstermekteydi.Tamara Talbot Rice'ın önyargılardan elden geldiğince uzak durmaya çalıştığı kitabı önümde yepyeni ufuklar açtı. Hemen söyleyeyim ki, kitabın günlük hayatı adeta resmedercesine renkli anlatımı, eski bir tarih öğrencisi olarak beni derinden etkiledi. Kitabı neredeyse soluk almadan okudum. İlgi alanım gereği yiyecek-içecekle ilgili bölümlere ayrı bir önem atfederek altlarını çizdim.Tamara Rice, kitapta yemekle ilgili bölümün başında ‘‘Bizanslıların gıdalara ilişkin düşünceleri Ortaçağ Avrupası'nda yaygın olandan çok, bizim bugünkü düşüncelerimize yakındı. Sabah kahvaltısı, öğle yemeği ve akşam yemeği olmak üzere üç öğün normal sayılırdı’’ diye yazıyor. Üç öğün yemek Avrupa'da birkaç yüzyıllık bir yenilik oysa. Gün genellikle hep iki öğünle geçiştirilmiş. Biraz daha ayrıntıya girince, oruç dönemlerine çok dikkat edilmekle birlikte, diğer zamanlarda zenginlerin evlerinde hem öğle hem de akşam yemeği için üç çeşit yemek hazırlandığını öğreniyoruz. Önce mezeler sunuluyor, bunu çoğunlukla bir sos eşliğindeki bir balık yemeği izliyor ve bir tür kızarmış et de balığa seçenek olarak sofraya getiriliyor ve yemek mutlaka bir tatlı ile bitiriliyormuş. Bunun çoğu zaman birkaç düzineyi bulan çeşitleriyle insanı bunaltan zengin Avrupalıların mönülerine karşılık ne kadar çağımıza yakın olduğu dikkat çekici değil mi?
Yazarın Tüm Yazıları